Yozlaştırılan Bir Kavram: Estetik – II

Dünyada insanın gözüne çirkin ve kötü olarak görünen en önemli iki unsur bulunmaktadır. Bunlardan birisi, şerlere vesile olan şeytan, diğeri de, güzel olan insanın ve bütün canlı varlıkların hayatını sona erdiren ve bu yüzden “çirkin” görünen ölüm. Eğer bu iki şey, gerçekten çirkin ve kötü ise, o halde, Allah’ın yarattığı her şeyin güzel olduğu gerçeği ile bir çelişki söz konusu olacaktır. Ki, o takdirde evrenin tamamında bir estetiğin olmadığı gibi bir fikir insanın aklına gelebilecektir.

Said Nursi, “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır” ayetinin yorumlarken bu konuyu ele almaktadır. Ona göre, her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir “hüsün” yönü vardır. Kainattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir. Buna “hüsn-ü bizzat” denmektedir. Ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Buna da “hüsn-ü bi’l-gayr” denmektedir. Bir kısım hadiselerin görünüşü çirkin olmakla birlikte, o zahiri perde altında gayet parlak güzellik ve intizamlar vardır.

Said Nursi, bu teorik ifadelerini ispat sadedinde ilginç örnekler vermektedir. Ona göre, bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır. Kışın “nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları hayat vazifesinden terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer hazırlanmaktadır. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevi çiçeklerin inkişafı vardır.

Tohumlar gibi neşv-ü nemasız kalan bir çok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sümbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılaplar ve külli değişimler, birer manevi yağmurdur. Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgam olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgamlık cihetiyle yalnızca kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder.

Said Nursi’ye göre, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Saniinin esmasına ait binlerdir. Örneğin, Allah’ın büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki ederler. Halbuki onlar otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdır. Bir başka örnek de kışın yağan kar ile ilgilidir. Kar, çok soğuk ve tatsız telakki edilir. Halbuki soğuk ve tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

İşte bu açıdan bakıldığında, bize zahiren kötü ve çirkin gibi görünen şeytan ve ölümün de, dolayısıyla güzel olan unsurlar arasında yer aldığı söylenebilir. Bediüzzaman, On Üçüncü Lem’a’da şeytanının yaratılmasının hikmetini tartışırken, konuya aynı mantıkla yaklaşarak, zahiren çirkin görünen şeytanın yaratılmasının hiç de öyle olmadığını ortaya koymaktadır. Ona göre, şeytanın vücudunda cüz’i şerlerle beraber, bir çok hayırlı külli maksatlar ve insani kemalatlar vardır. Bir çekirdekten koca bir ağaca kadar, ne kadar mertebeler var ise, insanın mahiyetindeki kabiliyette dahi ondan daha fazla mertebeler vardır. İşte bu kabiliyetlerin inkişafı için gerekli olan hareket ve muamele mücahede ile olur. O mücahede ise şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa melaikeler gibi, insanların da makamları sabit kalırdı. Bu sebeple bir cüz’i şer gelmemesi için, bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete aykırıdır.

Gerçi Nursi’ye göre, şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz.12

Bunun için Said Nursi, buradan “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir”13 formülüne ulaşır. Bu formülün açılımında da tatmin edici izahlar bulunmaktadır. Ona göre, halk ve icad genel neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeleri itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Bu açıdan bakıldığında, ateşin yaratılması ile şeytanın yaratılması arasında bir benzerlik vardır. Ateşin yüz hayırlı neticeleri vardır. fakat bazı insanlar, iradelerini kötüye kullanarak, ateşi kendilerine şer yapmakla, “ateşin icadı şerdir” diyemezler. Şeytanların icadı da, insanın terakkisi gibi çok hikmetli neticeleri olmakla birlikte, iradeyi kötüye kullanmakla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlup olmakla, “şeytanın yaratılması şerdir diyemez. Çünkü o insan, kendi kesbiyle onu kendine şer yapmıştır.14

O halde, şeytanların yaratılmasında bir çirkinlik, kötülük bulunmadığından, Allah’ın yarattığı her şeyi estetik bir şekilde, güzel, iyi ve mükemmel bir tarzda yaratmasını ifade eden ayetle bir çelişki söz konusu değildir. Aynı şekilde ölümün yaratılmasında da bir çirkinlik söz konusu değildir. Çünkü ölümler olmasa, güzelliklerin sürekli tazelenmesi ve güzelliği ebedi olan Allah’ın güzelliğinin tecellisi çok zahir olamayacaktır. Öyleyse ölüm de bir çok güzelliklerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

O halde Allah güzeldir, yarattığı her şey de güzeldir. Önemli olan yaratılan varlıklara “mana-yı harfiyle” bakarak o güzellikleri keşfedebilmektedir.

Sokrates’in en son ifadelerine tekrar dönecek olursak, onun gerçek güzellik, sevgi ve erdemi birleştirdiğini görürüz. Ona göre gerçek güzellik, hiçbir zaman eskimeyen, bütün güzelliklere güzellik veren Allah’ın güzelliğidir. Varlıklarda Allah’ın güzelliğini fark eden kimse, gerçek fazileti meydana getirebilir. Böyle bir kimse de, o gerçek fazileti yaratan ve besleyen Allah’ın sevdiği insan olabilir.

Aslında Allah’ın sevdiği insan, Allah’ı seven insandır. Allah’ı seven insan da, mutlak güzelliğin, yani estetiğin ve bu estetiğin kardeşleri olan mutlak hayır, kemalat ve iyiliğin Onda bulunmasından ve Ondan gelmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, güzellik, hayır, kemalat ve iyilik gibi hususlar, bir şeyi sevmenin sebepleri olarak kabul edilmektedir. Bu özellikler insanlarda ve diğer mahluklarda da birer yansıma olarak bulunduğundan bu insanlar ve varlıklar da sevilmektedirler. Kimileri, geçici varlıklar üzerindeki estetiğin de “fani” damgası taşıdığını fark ederek, mecazdan hakikate ulaşabilmekte, kimileri de mecaza takılıp kalmaktadır.

Aslolan insan ve mahlukat ayinesine yansıyan güzellikleri görüp sevmek, ama onların birer “yansıma” olduğunun idrakine varmaktır. Yoksa hiçbir varlığın güzel olmadığını, yalnızca Allah’ın güzel olduğunu düşündüğümüzde, o zaman Allah’ın güzelliğini gösteren bütün ayetleri yok saymış, ayineleri kırmış oluruz. Biz bu konuda vahdet-i vücud anlayışını kabul etmiyoruz. Bize göre her şey “O” değil, her şey “Ondan”dır. Her güzellik “O” değil, her güzellik, “Ondan”dır.

Her güzellik “Ondan” olduğunu göre, ahlaki estetik de, O’nun ahlâki güzelliğinin yansımalarından başka bir şey değildir. Hazret-i Peygamber, “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini” beyan ederken, estetiğin ahlaki boyutuna dikkat çekmektedir. Zaten, Hazret-i Ayşe validemiz, Hazret-i Peygamberin ahlakı kendisine sorulduğunda, “Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi” buyurmaktadır. Kur’an da, onun ahlakını nitelerken, “yüksek, ulvi, büyük, güzel bir ahlak üzere olduğunu” beyan etmektedir. Bu yüksek, güzel ahlak veya ahlak estetiği, Allah’ın ahlak estetiğidir. İşte insan davranış, ahlak boyutundaki estetiği, Hazret-i Peygamberin ve yüce Allah’ın ahlak estetiğine ulaşarak yakalayabilir. Kur’an’ın büyük bir kısmının bu ahlak estetiği üzerinde durduğunu hatırlamamız gerekmektedir.

İnsanın bu ahlak estetiğine sahip olması, hem bütün estetiklerin menşei olan Allah’ı sevmesinden, hem de O’nun tarafından sevilmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur’an’da Allah, kendisinin benimsediği bu ahlak estetiğine sahip olanları “seveceğini” belirtmektedir. Burada Allah’ın, insanları estetik, yani güzel ahlaka ulaştırmak için, kendi yüce sevgisini ortaya koyduğu görülmektedir. İnsanın kendisini yaratan Allah tarafından sevilmesi önemlidir. Ancak bunun en pratik yararı da, toplum halinde yaşama zorunluluğunda olan insanın güzel ahlaka, ahlak estetiğine sahip olmasını netice vermesidir. Bir toplumun yaşanabilir bir toplum olması, onun fertlerinin böyle bir ahlak estetiğine sahip olmasıyla mümkündür.

Bütün bu değerlendirmelerden şöyle bir sonuca varmak mümkündür: İslam medeniyetinde geçici güzelliklere takılıp kalmayı netice veren resim ve heykel sanatı yerine, ulvi güzellikleri terünnüm eden hat, tehzib, mimari, ebru, minyatür gibi sanat dallarının zirveye ulaşması, insanları somut estetik görünüşlerden, soyut estetik anlayışa, ulvi estetik anlayışına geçmeyi kolaylaştırmak amacına matuftur denilebilir. İslam medeniyetinde insanın süfli hislerini değil, ulvi hislerini harekete geçirici sanat dallarına yönelme hedefi güdülmüştür.

Sonuç

Bu evrenin her bir cüz’ünde mükemmel, ince bir estetik görülmektedir. Fakat bunu fark etmek, idrak etmek, mana-yı ismi gözlüğünü kırıp, mana-yı harfi gözlüğünü takmaya bağlıdır. Bu şekilde bakıldığında kainatta yaratılan hiçbir şeyin çirkin olmadığını, her şeyin güzel isimler sahibi olan Allah’ın güzel sanatları olduğunu görmek mümkün hale gelir. İşte böyle bir bakış, Said Nursi’nin belirttiği “güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” cümlesinde ifade edilen mana güzelliğine ulaşmaya bir vesile olur. O takdirde etrafımızda doğup ölen, gelip giden estetik varlıklar da, İlahi güzelliği gösteren birer ayine olmalarından dolayı sevilebilirler. Ancak onlara verilen sevgi, “yaratılanı severim, yaratandan ötürü” mısraının anlamıyla uyumlu bir sevgi olmak durumundadır.

Evrendeki bu estetik yaratılışın bir parçası olan insan da, Kur’an’da ve Sünnet’te belirtilen estetik ahlaka (güzel ahlaka) sahip olarak bu estetiği tamamlamalıdır. Bu estetik ahlak, ulvi bir güzellikten başka bir şey değildir. Ama ne yazık ki, iyilik ve güzellik kavramlarını da içinde barındıran “estetik” kavramı, yalnızca maddi varlıklara, fiziksel görünümlere hasredilerek esas anlamdan alabildiğince uzaklaşılmıştır.” Maddiyatla fazla tevaggul eden, maneviyatta gabileşir” hükmü burada da geçerliliğini korumaktadır. Her şeyin materyalist felsefe gözlüğüyle görüldüğü günümüz toplumlarında estetiğin (güzelliğin) de maddileşerek yozlaştığı müşahede edilmektedir.

Son