Risale-i Nur'un Poetik* Özelliği

20. yüzyılın iman, tefekkür ve aksiyon alanında önde gelen şahsiyeti Bediüzzaman Said Nursî’de san’at ve edebiyat yolunda gerçekçi özellikler vardır.

Bu makalede Risale-i Nur’un poetik yapısı ve Said Nursî’nin şiirle ilgili olan tespitleri dikkatlere sunulmaya çalışılacaktır.

I. Şiirsel Üslup

Risaleler, savaş alanında, dağlarda, hapishânelerde hat kabiliyeti olmayan ve yanında Kur’an’dan başka kitap bulundurmayan bir müellif tarafından talebelerine dikte ettirilmiştir. Onun sözlerindeki sihriyyet, Risale-i Nur’ların istinsahından okunmasına kadar toplumun geniş kesimleri üzerinde derin izler bırakmıştır. Şerif Mardin, Bediüzzaman’ın edebi lehçesinin imalı ve mecazcı bir üslubu ihtiva ettiğini, bu örtük ve sarsıcı üslubun büyüleyici bir güç kazandığını belirtir.1 Cemil Meriç, Nur Risalelerini bir fırtına rüzgârına benzetir.2 Sezai Karakoç da bu eserlerin sesinin ve üslubunun etkileyiciliğini vurgularken “Risale-i Nur, tek başına bir İslâm kültürü külliyatıdır” der.3 Nur Risaleleri’nden iki cümle:

“Arz gibi bir tek nefer, bir tek Zatın bir tek emrini almakla, o vazifenin neş’esinden gelen bir cezbe ile meczub mevlevî gibi semâa kalkar.”4 “Hem îman, nazar-ı gafletle ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvenin cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzet olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlara gezmek için çıktığını biilmelyakin gösterdi.”5

Mardin, Said Nursî’nin lehçesini gelenekle yeniliğin sentezi olarak görür: “Said Nursî’nin lehçesinin harekete geçişini anlamada büyük önem taşıyan teorik bir nokta şudur: Törenin emir boyutu mantıksal kaynaklara dayanırken, töre kozmosla bütünleşmenin bir aracı olarak aynı ölçüde işaretçi kaynaklara, yani bazı sembollerin bireylerde yarattığı rezonansa dayanır. Said Nursî’nin söylemi ise, her iki kaynağı da kullanmıştır. Kendisini daha katı konumdaki İslâm reformcularına üstün kılan da budur.”6

Said Nursî, şiirden çok nesir üzerinde dururken Kur’anî üslubu örnek alıyordu. Kâinat Kitabı’nı mütâlaa eden, zerrelerden Kehkeşanlara kadar bütün varlıklarla bütünleşen bir müellifin üslubu, elbette ses tekrarlarına dayanan ritmik özellikleri yansıtacaktı. Onun yazdıkları klasik anlamda şiir olmasa da edebî san’atlarla yüklü, iç âhenge sahip cümleleri, dinleyenleri estetik bir transa götürür: “Gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gâyet keremkâr ve Rubûbiyetperver bir Hakim-i Müdebbir’in tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, göz yaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkayıp temizler.”7

Mütefekkir Cemil Meriç’in ifâdesiyle “Nassların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu: Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar ve konuştukça gerçekleşti.”8

Bediüzzaman’ın şiirsel ifadesinin yoğunluğu, ele aldığı konularla paralellik arzeden çeşitli üsluplar içinde (Mücerred, Ali ve Müzeyyen Üslup) değişkenlik gösterir.

II. Şiirleri

Said Nursî, pek çok yerde şair olmadığını, şiir kapısının kendisine kapalı bulunduğunu belirtmesine9 rağmen bâzan kalbine gelen ilhamları Türkçe ve Farsça şiir tarzında söylemiştir. Yıldızlar hakkındaki bir şiirinin başında okuyucudan özür diler: “Nasıl hutur etti ise öyle yazdım. Benim vârisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et.”10 17. Söz’ün 2. Makamı’nda “Bu ikinci makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler. Belki, hakikatların kemal-i intizamı cihetinde bir derece manzum suretini almışlar.”11 sözleriyle şiir yazmak iddiası bulunmadığını ifade eder.

“Hakikat Çekirdekleri” isimli vecizeleri izah etmek için bir Ramazan ayında nesir üslubuyla yazılan, fakat nazma benzeyen “Lemeât” isimli eserinin başında “Risale-i Nur şâkirdlerine küçük bir mesnevî ve îmânî bir dîvandır.” kaydı düşülmüştür.12 Lemeât, müellifinin “isteyen adam, nazmı hatıra getirmeden, zahmetsiz nesren okuyabilir.”13 sözüyle belirttiği gibi didaktik bir maksada yöneliktir ve hikemi tarzda yazılmıştır. Mısralar, sonunda kâfiye bulunan nesir cümleleri gibidir:

“Hem tiyatro gibi tenâsühvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

“Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir âlufte fistanını giydirmiş, hüsn-i mücerred tanımaz.”14

Lemeât’ın dışında Bediüzzaman’ın müteferrik şiirleri 17, 18 ve 32. Söz’de; 4 ve 6. Mektup’ta; 13. Şua’da bulmak mümkündür. Bu şiirlerin ortak özelliği, serbest vezinle yazılmasıdır. Yine de bazı şiirlerde Aruz’un etkisi görülür. Meselâ, 17. Söz’ün 2. Makamı’ndaki “Bırak bîçâre feryâdı belâdan, gel tevekkül kıl” mısrasıyla başlayan şiir ile “Siyah Dutun Bir Meyvesi” isimli şiirin ilk beyitlerinde … / … / … / … (mefâîlün / mefâîlün / mefâîlün / mefâîlün) vezni kullanılmıştır.

Yine 17. Söz’deki “Birinci Levha” ve “İkinci Levha” başlıklı manzumeler bâzı istisnalar dışında, … / … / … / … (mefâîlün / mefâîlün / mefâîlün / mefâîlün) vezniyle kaleme alınmıştır. 18. Söz’ün sonundaki şiirin ilk iki beytinde de, … / … / … (mefâîlün / mefâîlün / feûlün) veznini görmekteyiz. 32. Söz’ün 1. Mevkıf’ının Zeyl’indeki “Bak kitab-ı kâinâtın safha-i renginine” mısraıyla başlayan şiirin ilk beş beyti, … / … / … / …, (fâîlâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün) vezniyle yazılmıştır. Lemeât’taki “Eddâi” şiirinde, … (mefâîlün) cüzleri görülür.

Aşağıdaki mısralar, Kur’anî bir kaynaktan süzülüp Türkçe’nin imkânlarında billurlaşan “saf şiir”e bir örnek teşkil eder:

(Firkatli ve gurbetli bir esarette fecir vaktinde ağlatan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır.)

Seherlerde eser bâd-ı tecelli
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde
İnâyethâh zedergâh-ı İlâhî
Seherdir ehl-i zenbih tevbegâhı
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde
Bugün tevbe, becü gufrân, zidergâhı İlâhî.15

III. İktibas Ettiği Şiirler

Said Nursî’nin pratik olarak şiirle iştigalini iktibas ettiği şiirlerde görmek mümkündür. Nur Risaleleri’nde Türk, Fars ve Arap Edebiyatı’nın önemli simalarından şiirler alınmıştır. Bu, Said Nursî’nin bir yenileyici olarak gelenekten kopmadığını gösterir:

Süleyman Çelebi, Yavuz Sultan Selim, Fuzûlî, Niyâzi-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Nâmık Kemâl, Hoca Tahsin, Tevfik Fikret (Türkçe), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mevlânâ Câmî, Sa’di-i Şirâzî, Hâfız-ı Şirâzî (Farsça), Hazret-i Ali, Abdülkâdir-i Geylânî, İmam Busîri, Nâbiğa, Antere, Kuss bin Sâide, Tübba v.d. (Arapça)

Hz. Ali (r.a.) ile Abdülkâdir-i Geylânî’nin (r.a.) şiirleri lafzî ve cifrî olarak Risâle-i Nûr’a bakan yüzleriyle ele alınmıştır. Fars Edebiyatı’nın dört büyük zirvesinden iktibaslar yapan Said Nursî’nin kendine daha çok sûfî şâirleri yakın görmesi dikkat çekicidir. Bunlar arasında Niyâzi-i Mısrî’nin müstesna bir yeri vardır. Bediüzzaman, tasavvufi derinliği olan “bîhaber” redifli şiirin 4 beytini 26. Lem’a’da okuyucuların gönül tellerini sarsacak bir atmosfer içinde sunar:

Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düşdü yere
Cân yatar gâfil, binâsı oldu vîrân bîhaber
Dil bekâsı, Hak fenâsı istedi mülk-i tenim
Bir devâsız derde düştüm, âh ki Lokmân bîhaber
Bir ticâret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervân bîhaber
Ağlayıp nâlân edip düşdüm yola tenhâ garib
Dîde giryân, sîne püryân, akıl hayrân bîhaber.16

Bediüzzaman, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır.” diyerek cüzî irâde’nin sınırlarını aşmak isteyen Mutezile’nin bu fikrine karşı İbrahim Hakkı Hazretleri’nin veciz mısralarını hatırlatır:

Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.17

O, bir taraftan insanın kendi içine yönelik fetihler yapmasını ön planda tutarken diğer taraftan toplumdaki sosyal adâletin tesisine çalışır. Bunun için Nâmık Kemâl’in iki beytine ve Tevfik Fikret’in bir beytine Risâle-i Nur’da yer verir:

Muîni zâlimin dünyâda erbab-ı denâettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsâfa hizmetten.18
Ne mümkün zulmile, bîdâd ile imhâ-yı hürriye
Çalış, idrâki kaldır mumtedirsen âdemiyyetten.19
Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.20

İktibasların yanında Abdülkâdir-i Geylânî’ye,21 Nâmık Kemâl’e22 ve Tevfik Fikret’e23 nazireler de yapmıştır.

IV. Şiir Anlayışı

Risale-i Nur’da şiirden çok belâgat esasları üzerinde durulmuştur. Üç makâleden müteşekkil Muhâkemat’ın ikinci makâlesi “Unsuru’l-Belâgat” adını taşır. Bu kısımda belâgatla ilgili konular 12 mesele hâlinde takdim edilmiştir.

Said Nursî’nin bu yaklaşımı İslâm’ın şiir hakkındaki çerçeve prensipleriyle paralellik gösterir. Kur’ân-ı Hakîm’de “Biz ona şiir öğretmedik, ona yaraşmaz da… O kitab, sade bir öğüttür ve açıklayan bir Kur’an’dır.”24 buyrulurken bir Hadîs-i Şerif’te de “Şiirde hikmet vardır.”25 ölçüsü konmuştur. Bediüzzaman, nebevî bir metod olarak şiirden istifâde etmiş, fakat onu ön planda tutmamıştır. İslâmî tebliğ anlayışında şekilden önce muhtevâyı esas alan Said Nursî’nin, şiirin şeklî kalıplarına girmeyi kabullenmeyip, mânâların nazmını tercih etmesi dikkat çekicidir. Bunu, “Efkâr ve hissiyatın mecrâyı tabiîsi nazm-ı maânîdir.”26 cümlesiyle vurgular.

Ayrıca, şiirde hayalle hakikatin karışması sebebiyle İlâhî Takdir ona şiir kapısını açmamış ve onu nesir vâdisinde kararlı kılmıştır: “Şiir ise, candan kıymettar, şiir ve vasıtayı ifâdedir. Fakat şiirde hayâl hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis, hak ve mahz-ı hakikat olan Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, Kader-i İlâhi bir inâyet olarak bize şiir kapısını açmadı. (Vemâ allemnâhu’ş-şi’re) sırrı buna bakar.”27

A. Şiir

1. Şiir, Kur’an’ın yerini almamalıdır.

Bediüzzaman Said Nursî, İlâhî Söz’ün şiirle mukayese edilemeyeceğini ve Kur’anî dilin bütün izâfetlerin üstünde bulunduğunu belirtir. Kur’an hakikatleri şiirin hayal dünyasından münezzehtir. Çünkü, âyetler, Allah’ın şuunat ve ef’âlinden bahsederken, şiir daha çok başka şeyleri konu edinir.28 Said Nursî, Yâsin Sûresi’ndeki “Ve mâ allemnâhu’ş-şi’re vemâ yenbeğilen. İn huve illâ Zikrun ve Kur’ânun mubîn.”29 âyetini hatırlatır ve söyle der: “Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakîkatleri büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki, Kur’ân’ın hakîkatleri, o kadar büyük, âlî, parlak ve revnakdardır ki, en büyük ve parlak hayal o hakîkatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır.”30

Kur’ân-ı Kerîm’in manzum olmadığının bir hikmeti de âyetlerin, dar vezin kalıplarına sığamayacağı gerçeğidir:

“Manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerin her bir necmi vezin kaydı altına girmeyip, tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münâsebet-i mâneviyeye râbıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münâsebet teşkil etmesidir. Güya, serbest her bir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var.”31

Kur’an’ın belâgatı, bütün beşeri kayıtların üstündedir ve 7. yüzyılda Arap Edebiyatı’nın usta şâirlerini karşısında diz çöktürmüştür.32

2. Şiirin mâhiyeti, hârici âleme ayna olmak, tabiata benzemek ve onu taklid etmektir.

Said Nursî’ye göre şiirin fonksiyonu, “Hâriciyatın nevâsimi ve tekâyisini temessül etmek”tir.33 Dış âlemin kanunlarına ve mikyaslarına ayna olmayı aynı zamanda belâgatın ukde-i hayâtiyesi ve beyânın felsefesi olarak niteler. Said Nursî, şairin bir öğrenci tarzıyla kâinat kitabını okumasını ve hilkatin kanunlarını yansıtmasını gerekli görür:34

“Hakaik-i hâriciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek ayine gibi hâriçten inikas eden hakikatin şualarını temessül eder. Güya kendi san’atı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhâkât eder.”35

3. Şiir, “Mücerred Güzellik”i yansıtmalıdır.

Hüsn-i Mücerred, şartları ortadan kalksa da varlığı kaybolmayan, başka şeylere bağımlı olmadan bizzat güzel olan vücud, hayat, iman gibi güzelliklerdir. Bâzı materyallerin ölçülü terkip ve tertibiyle ortaya çıkan güzellik, Hüsn-i Mücerred değildir. Hüsn-i Mücerred’in maddî bir vücudu yoktur. Bediüzzaman der: “Nizâm-ı ekmelde her bir hüsnün menbaı olan hüsn-i mücerred mendemiçtir. Hüsn-i mücerred ise mezâya ve istâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır.”36

Hüsn-i Mücerred, şiirin hakikat anlamı üzerindeki işâretlere şekil ve suret verir ve şeriatın kasdettiği mânâların muvâzenesinden ortaya çıkar; “Mânâ-yı hakikinin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, makasıd-ı şeriatın muvâzenesinden hâsıl olan hüsn-i mücerreddir.”37

Said Nursî’nin Hüsn-i Mücerred anlayışı, saf şiirin ufuklarını açan bir mâhiyete sahiptir.

4. Şiirde hayal, daima hakikate bağlı olmalıdır.

Said Nursî’nin bu konudaki görüşleri Şuarâ Sûresi’nin son dört âyetinin perspektifi içindedir: “Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin? Ancak iman edip salih amel işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır…”38

Genellikle disiplin altına alınamayan kuvve-i hayaliye eşya ve olaylarda yanıltmalara, doğru olandan sapmalara yol açar: “Şiir ise, candan kıymettar, şiir bir vasıta-yı ifâdedir. Fakat şiirde hayâl hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis, hak ve mahz-ı hakîkat olan Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, Kader-i İlâhi bir inâyet olarak bize şiir kapısını açmadı. (Vemâ allemnâhu’ş-şi’re) sırrı buna bakar.”39

Tehlikeli bir mâhiyete dönüşebilecek şiirin bu karakteri, ancak hayalin hakikatle ilişkisini koparmaması şartıyla dengede tutulabilir. Bediüzzaman, bunu çekirdek ve ağaç teşbihiyle ifâde eder: “Her bir hayalde bir dâne-i hakikat bulunmak şarttır.”40

5. Şiirde esas olan vezin ve kâfiye değil, iç âhenktir.

Eşya ve olayların zâhirinden çok iç yüzüne bakan ve dikkatleri muhitten merkeze doğru yönlendiren Said Nursî, şiirin dış yapısıyla ilgili olarak Lemeât isimli eserinin başında ilginç açıklamalar yapar. Ona göre muhtevayı unutup vezin ve kâfiye peşinde koşanlar “sâfiyeyi kâfiyeye fedâ edenler” ve “cesedi libasa göre yontup rendeleyenler”dir.

“El-mer’ü adüvvün limâ cehil (Kişi bilmediğinin düşmanıdır.) kâidesiyle, ben dahi nazım ve kâfiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Sâfiyeyi kâfiyeye fedâ etmek tarzında, hakikatin sûretini nazmın keyfine göre tağyir etmek için istemezdim. Şu kâfiyesiz, nazımsız kitapta en âlî hakikatlara en müşevveş bir libas giydirdim.

“Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız mânâyı düşünüyordum. Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuarâya tenkidimi göstermek istedim.

“Külah püskülsüz olur, vzein de kâfiyesiz olur, nazım da kâidesiz olur. Zannımca lafız ve nazım, san’atça câzibedâr olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânâdan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.”41

Serbest nazmı hedef gösteren bu cümlelerde şeklin muhtevâdan daha câzip olmaması tavsiye edilmektedir. Dikkatlerin daha çok iç âhenk üzerinde toplanması gerekir: “Bülbüllerin nağamâtına âheng-i rûhânî veren ise nazm-ı maânîdir.42

B. ŞAİR

Şair, yaratılışın cennetlerindeki çiçeklere tutulan bir bülbüldür. Bu bülbülün nağmeleri, belagat çiçeklerinin bahçesi, yâni “mücerred güzellik”tir.

“Hüsn-i mücerred ise mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinân-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamâtıdır.”43

V. Sonuç

San’at, Estetik, Türk Dili ve Edebiyatı sahalarında yapılacak eğitimde Risale-i Nur’un şiirsel üslubundan istifade edilmelidir.

Bediüzzaman, elektrikli bir üsluba sahip bir nesir ustasıdır. Kur’ânî metodu tâkip ederek eserlerini nesir diliyle kaleme almıştır. Yâni, şiire göre nesri tercih etmiştir. Bir başka ifâdeyle, şiirle nesri birleştirmiştir. Şiir anlayışı da bu doğrultudadır. Türk Şiiri’nde vezin geleneğinden ayrı olarak, müstezadla başlayıp serbest nazma uzanan bir tekâmül çizgisinin her geçen gün varlığını hissettirmesi, Kur’anî tarza ve Risâle-i Nur’un işâret ettiği noktalara paraleldir.

Şiiri bir fantazi veya mânâ-yı ismiyle bedîî bir tatmin aracı olarak algılayan anlayışlara karşı Said Nursî’nin ifrat ve tefritten uzak kalmayı öneren ve mânâların nazmını ön planda tutan yaklaşımı nazara alınmalıdır.

Bediüzzaman, bir şâir olmasa da şiire hayatta yer veren, parçayı bütün içinde değerlendiren bir düşünceye sahiptir. Onun insan merkezli dünya ve ahiret telakkisinde toplumun ruh dinamiğini iman ve ihlas ekseni teşkil eder. Şiirin kâinâtına hep bu zâviyeden bakar.