Risâle-i Nur mesleğinde şefkat -1

Y aratılmışların nefesleri sayısınca insanı Allah’a götüren ve Sırat-ı müstakim denilen ana yola ulaştıran birçok yol vardır. Ancak bu yollardan birisi de; insanı Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm ve Hakîm isimleri vasıtasıyla sonuca ulaştıran ve şefkat mesleği olarak kabul edilmiş olan Risâle-i Nurdur. Bu itibarladır ki, Risâle-i Nur; Kur’ân’ın bu asra bakan âyetlerinden süzülmüş, Cenâb-ı Hakk’ın Rahîm ve Hâkîm isimlerine azamî derecede mazhar olmuş bir tefsirdir.

Onun için de Risâle-i Nur’un takip ettiği tarz, günümüz insanının en ziyade muhtaç olduğu sevgi ve muhabbete kaynaklık teşkil eden ve Allah’ın Rahîm ve Hakîm isimlerinin cilvesi olan şefkati ve tefekkürü esas almaktadır.

İşte Rahîm ve Hakîm ismine mazhar olan Risâle-i Nur’un bu konudaki yaklaşımı, asrımız insanının farklı olan ihtiyaçlarına uygun bir yol takip etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî; “geçmiş asırlarda hükmeden ve şimdilerde de nispeten devam eden sair meşreplerdeki aşk yerine, Risâle-i Nur’un meşrebinde müştakâne şefkat ve re’fetkârâne muhabbet”1 olduğunu ifade etmiştir. Bu, Risâle-i Nur’u, diğer eserlerden, meslek ve meşreplerden ayıran en temel yönlerinden birisidir.

Allah’ı tanıma ve bilme adına yola çıkan herkes, Allah’ın isimlerinden bir veya birkaç ismi seçebilir ve o isimleri tanıyarak kendisini o isimlere bir nev'î ayinedar kılabilir.

Risâle-i Nur; Cenâb-ı Hakk’ın Hakîm ve Rahîm isimlerine acz, fakr, şefkat ve tefekkür denilen dört esas ile ayna olmuştur. Bu dört ilkenin, esas olarak belirlenmesinde yine bu iki ismin tecellisi söz konusudur.

“Nasıl ki, bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası, en doğrusu ve müstakîmidir.”2

Bediüzzaman bu hakikatten yola çıkarak Nur Mesleğinin yolunu tayin ederken şunları dile getirmiştir.

“Cenâb-ı Hakk’a vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat bu yolların bazısı bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O yollar içinde, kasır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür yoludur. Evet, bu yol daha kısa olup dört aşamadan ibarettir.”

Risâle-i Nur ekolünün temel karakteristiğini oluşturan;

Acz yolu; kusur ve noksanın nefse ait olduğunu kabul etmekle; bu bilinçle Allah’ın en sevgili kulu olma derecesi olan mahbubiyete çıkabilir.

Fakr yolu; haz ve hırsla istenilen şeylerde nefsini ve kendini unutması; ölümde ve hizmette öne atılmasıdır.

Tefekkür yolu; benliğini bırakıp, kendinin bir hiç olduğunu keşfederek, Sanî-i Zülcelâlin isimlerine ayinedarlık etmektir.

Şefkat yolu; acz ve fakrını görüp, kendinde bulunan güzelliklerin ve yetkinliklerin Cenâb-ı Hak’tan geldiğini bilmektir.

Üstad Hazretlerinin şefkate; bizim aklımıza gelen ilk mânâyı değil de, nefsin kemalât ve mehasinini Allah’a vermesi anlamını yüklemiş olması da dikkate değer bir noktadır. Zira bizim aklımıza gelen ilk mânâdaki (karşılıksız içten merhamet) şefkat duygusuna, ancak ve ancak kişinin aczini ve zaafını ve fakrını hissediyor, nefsinde yaşıyor olmasıyla ulaşılabilir. Böylece ulaşılan şefkat duygusuyla insan kendi nefsi çıkarlarından (bencillikten, enaniyetten) vazgeçerek, fedakârlığıyla ve canını hiçe sayarcasına bir sevgi fedaisi olarak, bir mânâda, bütün kâinat ve içindekileri kucaklayabilir. Kısaca insanların varlıklara karşı şefkat duygularının hemen uyanması ve her türlü fedakârlıkta bulunmaları, ancak kendi acz ve fakrlarının farkında olmalarıyla gerçekleşmektedir. Zira kendi aczinin farkında olmayan bir zât karşıdakinin aczini anlasa bile onu tekebbür ve vasıta-i tahakküm olarak kullanabilir. Bundan dolayı Münâzarât adlı eserde;

“Maatteessüf büyüklerdeki meziyet, sebeb-i tevazu’ iken tahakküm vasıtası oluyor. Avamdaki zayıf bir damar calib-i şefkat iken, vesile-i esaret oluyor” 3 denilmiştir. Kısaca şefkati inkişaf etmeyen bir insandan firavunlar, nemrutlar oluşabiliyor. (Zalim, müstebit ve ilâhlık taslama mânâsında).

Risâle-i Nur, meşrep ve meslek olarak tefekkür ve şefkat üzerine bina edilmesi bakımından, Hz. İbrahim’in (a.s.) kendine has meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında bir paralellik arz etmektedir.

O, şefkate ulaşmanın anahtarı olarak bir başka konuyu açıklarken şu şekilde dile getirmektedir: “Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmek, farzları işlemek, büyük günahları terk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve bilhassa namazın sonundaki tesbihatı yapmak.”

Ahir zamanın özelliklerine baktığımızda, zamanın hızlı akması ve bereketsiz olması, günahlara çağıran pek çok unsurun bulunması ve ani ölümlerin artması gibi pek çok sebepten dolayı Said Nursî bize kısa ve kolay olan bu yolu takip etmemizi önermektedir.

ŞEFKAT VE HİZMET ETME ŞUURU

Risâle-i Nurdaki hizmet metotları incelenirken, öncelikle Said Nursî’nin, hakikî bir Kur’ân talebesi olan kişiliğinden başlamak önem arz etmektedir.

O hizmet şevki ve şuurudur ki, onu çocuk yaşında yollara düşürmüş, anne şefkatine en çok ihtiyaç duyduğu yaşlarda annesinden-ailesinden-ayrılmıştır. O ülkesini saran karanlık günlerde milletine şefkatini esirgememiş, savaşa katılmış, hatta cephede at sırtında geleceğe ışık tutacak bir eser yazarak bununla gelecek nesilleri düşündüğünü göstermiştir. Doğu ve Güneydoğunun kalkınması için eğitimin temel şart olacağı ve bunun için de bir üniversite açılmasının gerekli olduğu fikrini her yönetim sürecinde dile getirmiştir. Bölge insanını kalkındırma, ufuk açma ve cesaretlendirme amacına yönelik geziler yaparak halkı aydınlatmış ve onlara şahsiyet kazandırmaya çalışmıştır. İnsanlığa olan şefkat ve merhameti onu, sadece kendi nefsini düşünmekten alıkoymuştur. Bunu; “Ne zaman ki sadece kendimi düşündüm tokat yedim” ifadelerinden anlıyoruz.

1952 yılında Eşref Edib’in kendisi ile yaptığı bir görüşmede sorduğu bir soruya verdiği cevap, onun şefkatinin derecesini göstermektedir.

“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen bencil bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim.”4

Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu şefkat anlayışında ve annelerin karşılık beklemeden gösterdikleri şefkatte Allah’ın mukaddes ve mübarek rahmetinin bir tecellisi vardır. Zira imân kurtarma misyonuna odaklanıp, hizmet metoduyla şefkati doğru bir şekilde kullanarak herkese ulaştırmak için çalışılmalı, onların imân nurundan mahrum bırakılmaması için şefkatli, müjdeleyici, bencillikten uzak, affedici ve sabırlı olunmalıdır. Yeryüzünün en bencil insanı, hiç kuşkusuz ki, insanlığı ve sevdiklerini gerçek ve ebedî saadete götürecek olan hakikatleri yalnız kendisi için saklayan insandır.

Risâle-i Nur mesleği şefkat odaklı bir hizmet modelidir. “Müsbet hareket” denilen olumlu ve yapıcı bir yaklaşım tarzıdır. İslâmî değerlerden taviz verilmeden, çatışmaya girmeden, karşısına çıkan ve aşılması güç engelleri, büyük bir gayretle aşmaya çalışan, “bir sivil toplum hareketi” örneğidir. Ancak, “müsbet hareket” ve “sivil toplum hareketi”, asla zulme rıza, zalime muhabbet, devlete kudsiyet ve dokunulmazlık verme olarak algılanılmamalıdır. Bediüzzaman’ın müsbet hareket, sevgi ve şefkat odaklı yaklaşım modeli; İslâmiyet’in gerçek ve doğru olarak algılanması ve tanınmasındaki engelleri de ortadan kaldırmaktadır.

Onca baskıya, zulme, takibe, hapislere, zehirlenmelere ve kanunsuz keyfi muamelelere rağmen, ilkelerinden asla vazgeçmemiş, Nur Mesleğinin esası olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemesi için, kendine ilişen resmî ve gayr-i resmî zalimlere değil ilişmek, beddua dahi etmemiştir. Bunu; “En şiddetli garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî mukabele etmek, belki bedduâ ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemesi için o dört–beş masumun hatırına binaen o zalim gaddarlara ilişmiyorum; bazen de hakkımı helâl ediyorum”5 ifadeleriyle belirtmektedir.

Bu şefkat sırrından dolayı arkadaşlarına da; “Affetmek uluvv-i cenaplıktır” diyerek “O takva sahipleri öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir”6 düsturunu hatırlatmaktadır. Hatta elden geldiğince onlara şefkat edilmesi, ıslâhlarına ve kurtulmaları için çalışılması gerektiğini ders vermektedir. Talebelerine; “meşgul oldukları vazifenin yeryüzündeki en muazzam meseleden daha büyük olduğunu” anlatan Nursî, fanî dünya hayatına bedel, ebedî hayatın ve saadetin kazanılması ve kazandırılması için o vazifelerin ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlatmaktadır. Bunun idrakine varan talebeleri de her dönemde o Kur’ân hizmeti bayrağını daha ileriye götürmenin yollarını aramaktadırlar. Eserlerin yazıldığı döneme gidildiğinde, tarihte benzerine rastlanmayacak bir gayretle çalışıldığını öğrenmekteyiz. Onları, yani “Isparta Kahramanları” unvanına sahip olanların o engin şefkat ve idrakleri, onları o noktaya veya başka bir deyişle zirveye taşımıştır. Her dönemde ve şartta felsefeleri; “Elimizde nur var, topuz yok. Biz tecavüz etmeyiz, edilirse nur gösteririz. Vazifemiz bir nev'î nuranî müdafaadır” düsturu ile tanımını bulamaktadır. Bu ise, Nur Mesleğindeki şefkatin enginliğini göstermektedir.

Şefkat odaklı düşünmenin başka bir gereği de iman hakikatlerini muhtaç olanlara ayırım yapmadan ulaştırmaktır. Günümüzün manevî sahadaki etkili ilâçlarını, Risâle-i Nurdaki iman derslerinde görmekteyiz. Bu hizmeti yaparken de son derece şefkatli, merhametli, yumuşak ve müsamahalı olmak telkin edilmektedir. Çünkü Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” buyurmaktadır. Bu üslûp Kur’ân ve Peygamber üslûbudur.

Said Nursî’nin, iman ve Kur’ân hizmetini hiçbir maddî-manevî makama basamak yapmamasının sebebi, şefkat sırrına dayanmaktadır. Bu konu, Emirdağ Lâhikası’nda şu şekilde açıklanmıştır:

“Nasıl ki ehli hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de, ehl-i imânın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için lüzum olsa-hem lüzum var-kendim, değil, yalnız lâyık olmadığım o makamlara, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye Risâle-i Nurdan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.”7

Ömrü boyunca hakikat ve hürriyet mücadelesi veren Said Nursî Hazretlerinin hakikatte bu mücadelesinin de imandan gelen şefkatten kaynaklandığı ortadadır. Zira Münâzarât isimli eserinde: “Rabıta-i iman (iman bağı ile) ile Sultan-ı kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz.”8

Bediüzzaman’ın; “Euzu billahimineşşeytani vessiyaseti” diyerek topluma zarar veren siyasetten ve politikalardan hayatı boyunca her zaman bilfiil uzak durması, ihlâs ve şefkat esaslarından kaynaklanmaktadır. Emirdağ Lâhikası adlı eserinde bunu şöyle izah etmiştir: “İçtinabımızın (uzak durmamızın) çok sebeplerinden birisi de, Risâle-i Nurun dört esasından birisi olan şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü; ‘Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstahak olmaz.’ düsturu ile irade-i İlâhiyeye karşı bu zamanda; ‘Muhakkak ki insan çok çok zalim ve çok nankördür’ sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adâvet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Hâlbuki bir masumun hakkını, yüz cani için zararlara sokar”.9

Bediüzzaman’ın şefkat esaslı düşünme ve bakış açısı, iktidar talebinde bulunanların bunu yalnızca din adına talep etmesini reddeder. Dine hizmetin, birinci planda siyasetle olamayacağını, çünkü siyaseti dinsizliğe alet ya da dini siyasete alet ederek istismar etme anlayışındaki yanlış siyasetin, kalpleri ifsat ettiğini ve menfaat üzerine döndüğünü belirtmektedir. Bediüzzaman, menfaat üzerine dönen siyasetin bir canavar olduğunu ve bu metotla dine hizmet edilemeyeceğini, bu tür siyasetten mutlak surette uzaklaşmak gerektiği ikazını yapar. O, dine hizmetin temel prensiplerinden birisini şöyle açıklar: “Evet, dine imale (meyletmek) etmek ve ilzama (taraftar olmaya) teşvik ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle (hatırlatmakla) dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevk etmektir.”10 Yine bu bağlamda o, siyaseti dine dost yapanları desteklemek gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Vazifemiz siyaseti dine düşman değil, dost yapmaktır.”11