Medeniyetlerin Kırılma Noktasında “Üstün İnsan” “Kamil İnsan”a Karşı – I

Doğu ve Batı’nın Söylediği

Medeniyet demek çoğu kere insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi yaradılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında belki her bir insan tekinin kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir.

Bütün insanlık tarihinin de bize gösterdiği gibi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi vardır.

Ünlü tarih felsefecisi Arnold Toynbee’nin isabetle tespit ettiği üzere; yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu da ‘ölü’ hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette Yunan ve Roma’nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile genelde İslam ve özelde Osmanlı medeniyetlerini en başta saymak gerekir.

Söz konusu medeniyetler varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir “insan modeli” inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kainatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsi ve kurumsal gelişimini gerçekleştirmeye yarayacak bir alem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunmasına matuftur.

Konuyu daha da somutlaştıracak olursak, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları alem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden sonra sözü bugüne, özellikle Antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulan 20. yüzyılın dahi ve deli filozofu Nietzsche’nin ‘üst/üstün insan’ (über mensch) modeliyle,1 İslam ve Osmanlı Tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cili ve Azizüddin Nesefi gibi pek çok alimde karşılığını bulan “insan-ı kamil” anlayışına ilişkin kısa bir karşılaştırma sunmak istiyoruz.

Elbette, her medeniyetin içinde mozaiği andıran çoklu bir yapının bulunduğunu söylemek gerek. Mozaiğin unsurlarından hangisinin hakim dalga olduğu ve o medeniyetin çehresine şekil verdiğine bakmak lazımdır. Sokrates’in ‘iyi insan’ olarak tanımladığı ‘bilen, erdemli insan’ ile Epikür’ün öğrencisi Aristippos’un ‘hazcı’ ‘iyi insan’ı birbirinden ayırt edilmelidir. Ama örneğin, Roma tecrübesine hakim dalga şeklinde rengini veren Aristippos’un iyi insanı idi, Sokrates’inki değil. Aradaki fark ve ayrım bu kadar derin olmamasına rağmen, Gazali’nin ‘insan-ı kamil’e yüklediği mahiyet ile Hallac-ı Mansur’un yüklediği muhteva bazı ince ve hassas çizgilerle ayrılır.

Kuşbakışı bakıldığında en genel hatlarıyla, Antik Yunan ve onun devamı olan Roma’da dünya görüşünün omurgasını daima Mitoloji oluşturmuştur. Mitolojinin temelini ise Tanrılar, Yarı Tanrılar ve tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde kategorize edilebilecek bir katmanlı model belirlemekteydi. Yani mitolojinin şekillendirdiği dünya görüşü içinde insan yapıp etmeleriyle bir şekilde Tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşın ta en başından beri İslam’ın temel doktriner yapısı gereği, Osmanlı da dahil bütün İslam medeniyetlerinin alem tasavvurunun mayası “Esmaü’l-Hüsna’ya” (tek olan Allah’ın sonsuz güzel isimleri) dayanmaktadır. Bütün varlık alemi sürekli yaratılış içinde (halku’n-cedid, continius re creation) Esmaü’l-Hüsna’nın bir yansımasıdır. İnsan bu İlahi isimlerin kendisinde en yoğun yansıdığı en kapsamlı varlıktır ve insan ‘Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak’ (yaratık ve yaradan arasındaki fark sonsuz olacak şekilde) suretiyle beşerilikten kurtulup kemale doğru yürümelidir. Bu anlayış, Osmanlı’da Tanzimat’la birlikte yükselişe geçen Batı’dan ithal Hümanizm akımının etkisini hissettirmesine kadar baskın karakterini sürdürmüştür. Roma ise Hıristiyanlık’la evliliğe razı olduktan sonra (M.S. 312) mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişen Teslis’e bırakmıştır. Teslis akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (Tanrılar, Yarı Tanrılar, Tanrılaşmak isteyen insanlar) Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kuds gibi bir vasıtalı model sunuyordu. Hz. İsa’nın tanrılaştırılması ise diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.

Bugünden geriye bakarak, söz konusu medeniyetlerin (çok genel bir biçimde Doğu ve Batı) alem tasavvuru-dünya görüşü ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılmalar bakımından bir netleşmeye varmamız gerekirse eğer;

Mitolojinin karşısında Esmaü’l-Hüsna’nın,

Teslis’in karşısında Tevhid’in,

Tanrı’ya benzeme çabasının (Teşebbüh-ü bi’l vacip) karşısında ise Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak (Tahallik-i bi ahlakillah) anlayışının,

Dünya eksenli yaşayıştan çok ahiret odaklı yaşamanın,

‘Yaratıcı düşünmek’ten ziyade ‘keşfe dönük düşünme’nin,

Vahşi rekabet yerine hayırda yarışmanın,

Her şeyi pratiğe indirgeyip (techne) kainata egemen olma çabasının yerine, kainatın ahengine katılmaya dayalı bir temaşa (nazar, theorya) anlayışının yer aldığını genel olarak söylememiz mümkündür.

Üstün İnsan

Şimdi, geldiğimiz noktadan 20. yüzyıla sıçrayarak, felsefesini Antik Yunan, Pagan Roma ve Doğu mistisizmi (Zerdüşt’ün şahsında sembolize edilen) üzerine kuran Nietzsche’nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu Üstün İnsan’ıyla, İslam medeniyetinin sebebi ve sonucu olan İnsan-ı Kamil’in temel karakteristiklerini belirgin kılmamız gerekmektedir.

Nietzsche’ye göre, “güçlü insan”, güçlü iradesi olan insandır. Nietzsche’ye göre, yalnız irade gücü, güçlü olmanın göstergesidir. O, irade gücünü her şeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerleri dışlayarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunuyordu. Sadece irade gücüne sahip olan insanı adeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil, metafizik ve ahlak (dindışı ahlak) anlamında güçlü olan insandır. Fakat bu noktada irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini unutmuş gibidir. Üstün insan, hiç bir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Dikkat edecek olursak, burada, insanın en temel iki varoluşsal yarası/yasası olan acziyet ve fakrıyetin de inkarı söz konusudur. Yönünü bulamamış acz ve fakrı, reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Yani ona göre ahlakın işareti, iradenin gücüdür. Ahlaklı olmak, kendinin efendisi olmaktır. Kendinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrı’yı öldürmekten geçmektedir. Yani insanın kendi kendisinin efendisi olması gerekmektedir; bunun için iradesini eksen alarak Tanrı’yı öldürmelidir. Bir diğer adımda ise, sürü ahlakının temeli olarak varsaydığı geleneksel ahlak yıkılmalıdır.

Nietzsche, bu görüşünü “Böyle Buyurdu Zerdüşt”teki “Üç Dönüşüm (Metamorfoz)” başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor.

Ona göre, hayvanla Üstün İnsan arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:

1- İnsan, önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. "Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın". Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. "Evet" der. Bu "Evet"in anlamı, düşünmeden yapılan göreve itaat etmedir. Bu insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına gereksinimi olanların görünümüdür.

2- İkinci basamakta deve, aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan "Hayır" der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların düşmanı olur.

3- Üçünü basamağa geçince aslan, çocuk olur. Çocuk da "Evet" der. Fakat bu "Evet" itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi (özgür) olma arzusunun "Evet"idir. Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla evet der.

Nietzsche, “üstün insan”ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünüyordu. “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te bir ip cambazı hikayesi vardır: Cambaz ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan riskleri seven, göze alan insandır. Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendinin efendisi olma isteğidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. O yürürken zayıflar sadece onu seyredebilirler. Meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre cambaz doğru yoldaydı, ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. (İlerleme için ip metaforunun seçilmesi bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip benzetmesi, Batı’nın temel ilerleme anlayışını temsil eden çizgisel ilerleme (lineer development) anlayışının Nietzsche’de insana uyarlanmış karşılığını işaretlemektedir. Zaten "Her zaman ölünmez" ve "Bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar". (Prof. Dr. Asım Akın, Nietzshe, http://historicalsense.com)

O, üstün insana giden yolda en büyük engelin sürü ahlakı olduğunu söylüyor ve ahlakı ikiye ayırıyordu: 1- Efendi Ahlakı: Aristokratik ırkların (örneğin Romalılar) ahlakı, 2- Köle Ahlakı: Aristokratik sınıfa köle ya da boyun eğme biçiminde yaşamış sınıfların ahlakı (örneğin Yahudiler). Üstün insan; iyinin ve kötünün ötesindedir, mevcut ahlaksal düzeni yadsıyarak kendi değerlerini sil baştan oluşturur.