Materyalist felsefe ile mücadelede Kelâmî Metod ve Risâle-i Nur

Beşeriyet tarihinde, pek çok insanı dalalete götüren meslekler arasında materyalizm cereyanı en baştagelir. Kökü, Eski Yunana kadar giden maddiyun (materyalizm) mesleği, yalnız duyular alemini kabul eder; Allah’ı, ruhu, görünmezbir alemin (ahiretin) varlığını inkar eder. Bunlara, Allah’ı ortadan kaldırmak istedikleri için muattıla (ortadankaldıran) da denilmiştir. 17. ve 18. yüzyılda insanlığın büyük bir bölümünü etkisi altına alan materyalizm,Allah düşüncesinin insan zihninin bir ürünü olduğu, aslında zihin ve şuurun da asli gerçekliğinin bulunmadığını,eğer böyle bir şey var ise bunun maddi cismin faaliyetine tabi gölge bir varlıktan daha öte bir şey olmadığınıileri sürmüşlerdir.

İslam düşüncesinde materyalist düşüncenin tutarsızlığını ispat eden pek çok nakli ve akli delilortaya konmuştur. Bir disiplin olarak kelam ilmi, Allah’ın varlığını, sıfatlarını akli ve mantıki deliller ileispat yöntemi olarak doğmuştur. Kelam ilmi, akaid meselelerini izah ederken nassı kabul etmekle beraber akla daha çok önemveren Mutezilenin elinde Hicretin ikinci asrının başlarında doğmuştur.

Bu safhada, İslam alimlerinin çoğunluğunu teşkil eden Selefiyye/Ehl-i Sünnet (dört mezhep imamları veönemli pek çok alim) kelama cephe almıştır. Mutezile ilm-i kelamının zuhurundan bir buçuk asır sonra Ehl-i Sünnetalimlerinden bazıları "iman meselelerini akıl kaideleriyle teyid etme" ihtiyacını hissederler. Hicri dördüncüasrın başlarında Ebu’l Hasen el-Eşari (d. 260/874) Basra ve Bağdat’ta, Ebu Mansur el-Maturidi (ö. 333/944) Maveraünnehir’deEhl-i Sünnet kelamını olgunlaştırmıştır. Böylece Selefiyye ve Mutezile arasında İslam tefekkür tarihinde çok önemlibir yeri olan Ehl-i Sünnet Kelamı tesis edilmiştir. Eş’ari ve Maturidi’nin tesis ettiği ilm-i kelama mütekaddimin ilm-ikelamı denilir. Büyük alim, mütekellim, Ebu Hamid Gazali ile birlikte Müteahhirin ilm-i kelamı başlar. (Bekir Topaloğlu,Kelam İlmi, İlaveli Beşinci Baskı, İstanbul: Damla Yayınevi, 1996, s. 22-28) Mantık kurallarını kullanmanınherhangi bir sakıncası olmadığını belirten Gazali mantığı, fıkıh, usul-i fıkıh ve kelam gibi İslami ilimlereidhal etti. Gazali’den önce, gerek ehl-i sünnet gerek ehl-i bid’at kelam alimleri akli izah ve ispatlarının mantıkkaidelerine uyup uymadığına ehemmiyet vermiyorlardı. (Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, 4.b. Konya: TekinKitabevi, 1998, s. 63)

Böylece, "Hudus delili" (kainat sonradan yaratılmıştır; sonradan yaratılma, ezeli bir yaratıcınınvarlığını gerektirir), "imkan delili" (varlığa çıkarma-yoklukta bırakma bir tercihtir. Yoklukta kalması mümkünşeylerin varlığa çıkmasını tercih eden bir yaratıcının varlığı aklen zaruridir), "ihtira ve ibdadelili" (kainat birbirine benzeyen zerrelerden müteşekkildir; bu şuursuz, iradesiz zerreler kendi kendilerine sonsuzşekiller ve suretlere giremezler. Bunları yapmak için tahsis edici, hususiyet verici, irade, ilim ve kudret sahibi biryaratıcı gerekir) son derece sıkı işlenmiş (mantıki) kelami deliller olarak asırlar boyu kullanılmışlardır. İslamtarihinde kelamcılar, felsefenin de kullandığı bir silahı ustalıkla kullanarak, felsefeden gelen "inkar-ıuluhiyet" fikrine karşı çok önemli bir cephe oluşturmuşlardır.

Bediüzzaman’ın, meslek ve meşrep itibarıyla, İslam düşüncesinde genel olarak selefiyye-müteahhirunçizgisinde bir yerde durduğu söylenebilirse de (Said Nursi Emirdağ Lahikası I, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, s. 80)onun kendisine mahsus kelami üslubu, insanın kalb ve aklını içten saran bir üslup içinde tasavvufun vecd boyutunu da içerir.Şöyle demek daha açıklayıcı olur: Risâle-i Nur, isbat-ı vacip ve marifetullahı elde etmek için kelam ilminin bütünkonularını ihtiva etmesi, (Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 86, 101) yanında, imani konuları "Kur’an’ınyolunu/metodunu" takip ederek açıklamaktadır. Bediüzzaman, kelam ilminin insana tam huzur vermediğini, keza vecdboyutu yoğun tasavvufun da Kur’an’dan doğrudan doğruya elde edilene nispetle eksik kaldığına işaret ederek, Kur’animarifete hakiki anlamda Risâle-i Nur’un metoduyla ulaşılacağını belirtmektedir. (Said Nursi, Mektubat, 26. Mektup, s.317.)

Risâle-i Nur’un sayılamayacak kadar çok muhtelif yerlerinde, yaratıcının varlığı ve birliği aklidelillerle (burhan) ortaya konulurken, Allah’ın cemali ve celali isimlerinin tecellileri devamlı bir şekilde nazaraverilir.

"İspat", "tefekkür", "ubudiyet" bahisleri iç içe geçmiş olan Risâle Nurpenceresinden, bir yaratıcının varlığı konusunda ferdin etrafını çepeçevre kuşatan delillerle dolu şu kainat, yüzbin dil ile Sani’ini tesbih eden canlı bir varlık haline gelir. Risâle-i Nur’da bunun pek çok örneği vardır. Mesela,kainat, -22. Söz’de anlatıldığı gibi- bir yandan tabiat-perestlik mezhebini seçenlerin sığındıkları surları yıkacakburhanlarla doludur, aynı kainat -24. Söz’de açıklandığı gibi- bir zikirhane-i suphanidir.

Risâleler, Kur’ani üslubu benimsediği için, muhataplarına eski kelam alimleri gibi, yalnızca mantıkdiliyle seslenmez; kah, inadi küfrü çürütmek üzere akli burhanlara başvurur, kah, her şeyde rahmetin izini, özünü,yüzünü gösterecek bir irşad iklimini teneffüs ettirecek bir bakış açısı sunar. Öyle ki, zahiren insana dehşetveren, ürpertici kevni hadiseler, en büyük hakikati insana terennüm eden sevimli şirin vaziyetlere dönüşür: "Eğero yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, ‘Nediyorsunuz?’ de! Elbette, ‘Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr’ dediklerini işiteceksin. Sonra, deniz içinde vezemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor, ‘Ne diyorsunuz?’ de! Elbette ‘YâCemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm’ diyecekler.

"Semayı dinle; nasıl ‘Yâ Celîl-i Zülcemâl’ diyor. Ve arza kulak ver; nasıl ‘Yâ Cemîl-i Zülcelâl’diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl ‘Yâ Rahmân, yâ Rezzâk’ diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, ‘Yâ Hannân, yâ Rahmân,yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin’ gibi çok esmâyı işiteceksin.Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen,okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetlibir letâfet veriyor." (Said Nursi, Sözler, 24. Söz, s. 301-302.)

Bilindiği gibi kelam, Allah’ın varlığı ve sıfatlarını, dinin hükümlerini aklın ilkeleriyle bulmayısavunan bir disiplin dalıdır. Kelamın farklı ekolleri içinde en çok dikkati çeken, dogmatik rasyonalist metottur. Bediüzzamanile birlikte kelama vecd ve keşifle birlikte müsbet ilim unsurları da ilave edilmiştir.

Kuru, anlaşılmaz ıstılahlar sergileme yoluna gitmeksizin aklı muhatap alan Bediüzzaman, bütün bunlarıenfüsi ve afaki müşahedeler ve onlardaki sırları kavrama çerçevesinde ele alır. Böylelikle Bediüzzaman’ın tefekküryapısı, İslam medeniyeti ile materyalist medeniyet arasındaki mücadelede, materyalist medeniyetin bu asırda sinsiyollarla sefahati tervic tasallutlarına boyun eğmez.

Bilindiği üzere, yeni zamanlarda, materyalist felsefe sadece inkar-ı uluhiyet fikriyle İslam’a hücumetmiyor ve şüpheler, cevher, araz, hudus, vücup, imkan, sıfatullah, Kur’an’ın mahluk olup olmadığı meselesi gibisadece akıl ve mantık konularından kaynaklanmıyordu ki, eski ilm-i kelam ve bunlara dair kitaplara dayanılarak İslam’ınmaruz kaldığı tehlikeler önlenebilsin. Ve, bu zamanda, sadece imanın erkanına ilişmeyen kalbi hastalıklar yoktu ki,tasavvufla ıslahına çalışmak yeterli olabilsin.

Bediüzzaman’ın İslam akaidi ve imana dair takip ettiği metodun, bu alanın geleneksel metodlarındanfarklı bir yere sahip olduğu söylenebilir. Zira, hususan Risâlelerde, okuyanları meselenin en ince detaylarına götüren,onlara bütün kainatı görebilecekleri gayet ince kevni haritalar sunan bir üslup tercih edilmiştir. (Muhsin Abdulhamit,Modern Asrın Kelam Alimi Bediüzzaman, terc. Veli Sırım, İstanbul: Nesil Basım-yayın, 1998, s. 48-49.) Sadecefilozoflara ve soyut akli ilimleri tahsil eden insanlara hitap eden, icazdan, çerçevesi belirlenmiş akli prensiplerden öteyegidemeyen eski ilm-i kelam kitaplarında bulunmayan bir özelliktir bu.

Materyalist medeniyetin hileli tuzaklarına düşmüş, böylelikle aklı ve kalbi dağılmış, çeşit çeşitmenfi yollarla hayatlarının tümüne medeniyetin seyyiatı sirayet etmiş tüm İslam dünyası, Bediüzzaman’ın muhatabıdır.Risâle-i Nur’un müellifi, sair düşünce ekolleri gibi yalnız bir zümreye değil, Kur’an’ın irşadı doğrultusunda;havas-avam, büyük-küçük, kadın-erkek ayırd etmeden herkese hitap eder.

Bir cümle ile, Bediüzzaman, materyalist felsefenin açtığı yaraları tedavi ederken, tam manasıyla doğrudanKur’an’a dayanmakta, geçmiş asırlardaki mücadelelerde kullanılan terimleriyle, havastan başka kimsenin anlayamadığıkelam ilmini, bu asırda yaşayan her bir ferdin aklına ve yapısına uygun bir ilim seviyesine indirmektedir.

Burada da Kur’ani metodun bir yönü görülmektedir. Kur’an’ın beşeri taliminde, temsil metodu gerçektenhemen göze çarpar. Kur’ani metodu takip eden Risâlelerde de ilk başta göze çarpan üslup özelliği, yüksekhakikatlerin temsillerle anlatılmasıdır. Tevhid meseleleri ve diğer imani hususlar temsillerle herkesin anlayabileceğibir şekilde takdim edilir. (Bünyamin Duran, İslam Düşünce Geleneği Açısından Bediüzzaman, İstanbul: Risâle-i NurEnstitüsü Yayınları, 2001, s. 45; Abdulkadir Harmancı, İlmi Kelam ve Risâle-i Nur, İstanbul: Risâle-i Nur EnstitüsüYayınları, 2001, s. 36-37.) Birinci Söz’de, "bedevi Arap çöllerinde seyahat eden adam" temsili; İkinci Söz’de,"hodbin, hudabin iki adam" temsili; Üçüncü Söz’de, "iki asker" temsili; Dördüncü Söz’de,"kendilerine yirmi dört altın verilen iki hizmetkar" temsili; Beşinci Söz’de, "biri muallem-vazifeperver,diğeri acemi-nefisperver iki asker" temsili ile -ki, bu temsilleri anlamayacak yoktur- imani meseleler anlatılmaktadır.Külliyat’ta, hakikati zihne yaklaştıracak birer dürbün gibi kullanılan daha buna benzer pek çok hikaye ve temsil vardır.Risâle-i Nur’un bu temsil üslubunu ihtiyar etmesinin, her tabakadan, her seviyeden insanı kendisine çekmede çok önemlibir yeri vardır.

Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’de, soyut mantık delillerinden daha çok, delilin sıradan zekalılar içinbile anlaşılır olduğuna dikkati çeker. Yirmi Beşinci Söz’de "Vel, cibale evtada" (Nebe Suresi, 7. ayet: Dağlarızemininize kazık ve direk yaptım.) ayeti açıklanırken, bu ayetin icazı her tabakanın ayrı ayrı alacağı hisse(toplamı) ile açıklanmıştır. Sıradan bir insanın, bir şairin, göçebe bir edibin, bir coğrafyacının, bir heyet-iiçtimaiyenin mütehassıs bir hakiminin (sosyolog) bu ayetten alacakları hisselerin toplamı düşünüldüğünde, basitmişgibi görünen bir temsil ile (dağların direk olarak yaratılması) nasıl bir hikmetin gözetildiği nazara verilmektedir.

Gerçi kelam gibi diğer yöntemler Kur’an’dan elde edilmiştir. Fakat, delil olarak ileri sürülenler bazıhallerde hikmetsiz olarak o kadar uzatılmış, o kadar detaylandırılmıştır ki, amaç kaybolmuştur. Vurgulanmasıgereken nokta şudur ki, Allah’ı ispat konusunda klasik kelamcıların geliştirdikleri hudus ve imkan delili yöntemleri,zaman zaman sadece Allah’ı ispatta kullanılacak bir araç olmaktan çıkmış, kendileri başlı başına bir felsefimesele haline gelmiştir. Böylece, her bir ayetinde tenasüp bulunan Kur’an’ın hikmetine zıt, ifrat ve tefritler ortaya çıkmıştır.Bediüzzaman’a göre Kur’an, bütün tevhid aksamının mertebelerini, bütün gerekleriyle muhafaza ve beyan ederek, esma-iHüsna’nın iktiza ettikleri ahkamlarını ve rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i muvazene ile bir araya getirereköyle bir tenasüp (denge) gözetmiştir ki, melekuta nazar etmeye çalışan evliyaların eserlerinde, umurun batınlarınıkeşfe yönelen işrakiyyunun kitaplarında ve alem-i gayba nüfuz eden ruhanilerin maarifinde böyle bir denge bulunmamaktadır.

Keza, Kur’an’dan ders alsa da, pek çok meslek gibi kelam da, ihata edici değildir. Zira, Allah’ın birliğive Rububiyeti konusunda çeşitli İslami ekoller, meslek ve meşrepler hakikat-ı külliyenin yalnız bir-iki tarafını görür,onunla meşgul olur, onda haps olur. (Said Nursi, Sözler, s. 409-411.)

Sonuç olarak, eski kelam alimleri Aristo mantığının da etkisinde kalarak, adeta esbaba tesir verereksilsile yoluyla ve sadece soyut mantıki delillerle (imkan, hudus vs.) İlahi hakikatleri anlamaya ve bu delillerlemateryalist felsefeyle mübareze etmeye çalışmışlardır. Böylece, Bediüzzaman’a göre, başta sebeplere farazi de olsahakiki tesir vererek soyut mantıki delilleri kullanan eski kelam, hakikatin yalnızca bir kısmını gösterebilir. HalbukiRisâle-i Nur, böyle bir yöntemi ihtiva ettikten başka, esas olarak meşhudat aleminden getirdiği misallerle hakikatepencere açmaktadır. Birinci yol uzak dağlardan, borularla su getirmek gibi, hem pek zahmetli hem de çeşitli risklere açıktır.Asay-ı Musa gibi, vurduğu yerden bir artezyen çıkaran Kur’an’ın metodu, masrafsız ve emniyetlidir. Kur’ani metodu takipeden Risâle-i Nur da, her göz sahibini doğrudan kainat kitabını okumaya sevk etmekte, böylece, her konumdan, her yaştan,her seviyeden insanın eline -tabir-i caizse- bir asa-yı Musa vermektedir.