Kurânın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman Kurân için yaşamıştır, denebilir. O; Kurâna ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür düşüncesinden hareketle Kurânı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak için uzun bir ömür harcamıştır.
Dünyada gerçek vahiy olan bir tek kitap vardır, o da Kurânı Kerimdir. Nazil olduğu günden beri, onda ne bir eksiklik hissedilmiş, ne de bir ilâvede bulunulmuştur. Çünkü Kurânı Kerimi indiren Allah olduğu gibi, onu koruyan da yine Allahtır.
Kurâna bağlanan, Kurânı çok süslü kutularda muhafaza eden Müslümanlar cahil ve vahşet sahralarında; Kurânın öngördüğü medeniyet ise, kendisine sahip çıkacak birilerini bekliyor. Kurânın bir müfessiri olarak 20. asırda bulunmuş olan Bediüzzaman Said Nursî, Kurândan uzaklaşan Müslümanların tekrar Kurâna dönebilmeleri için yapılması gerekenler hususunda açıklamalarda bulunmuştur.
Kuşkusuz günümüz Müslümanlarının en büyük problemi, Kurânı olması gerektiğince tefekkür edememeleridir. Allah şöyle buyuruyor: Kurânı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var ki hiçbir hakikat gönüllerine girmiyor? Peki, Müslümanlar, kalpleri üzerindeki bu tefekküre engel kilitleri nasıl kıracaklar? Öyle anlaşılıyor ki, günümüz Müslümanlarının tefekkür kilidini kıramamalarının en büyük belirtisi, Kurânın emirlerini göz ardı edip dinlememeleridir. Deyim yerindeyse, Kurân bir vadide, Müslümanlar başka bir vadidedir.
Bediüzzaman bunun sebeplerini hak ve kuvvetin değişken egemenliklerine bağlamaktadır. Ona göre Hicrî 5. asırdan itibaren İslâm dünyasında hak değil kuvvet hâkim durumdaydı. Bu yüzden o dönemlerde, kişinin kendi mesleğine muhabbet etmesinden çok, başkasının mesleğine husûmet etmesi esastı. Hatta o dönemlerden ta 12. Hicri yüzyılın sonlarına kadar mezhep ve meşrepleri yaşatan ekseriyetle ya taassup ya da tekfir ve safsataydı. Bu durum o derece ileriydi ki eğer birisi taassubu terk ederek ümmetin icma ve tesanütünü kabul edecek olursa mezhebini veya mesleğini değiştirmek zorunda kalırdı. Oysa şeriatın kabul ettiği şey, taassup yerine hak, safsata yerine bürhan ve başkasını tekfir yerine istişare etmektir.
O halde denebilir ki, asırlardır İslâm dünyasının çekmekte olduğu sıkıntının asıl sebebi Kurânı ve Sünneti hakkıyla anlamamak, diğer taraftan bu sahada yazılan kitapların Kurânın içindeki hakikatlere perde olmalarıdır. Bediüzzamanın ifadesiyle sıkıntının en büyük sebebi mehazdeki kudsiyetin göz ardı edilmesidir. Bediüzzaman, konuyu özetle şöyle dile getirir:
İslâmın yüzde doksanını oluşturan zarurî hükümler, Bizzat Kurânın ve onun tefsiri olan Sünnetin malıdır. İçtihaddan kaynaklanan hilâfi meseler ise, yüzde on nisbetinde olup ikisi arasında kıymet bakımından çok fark vardır. İçtihaddan kaynaklanan hilâfi meseleler altın ise, zarurî hükümler birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek caiz midir? Bilinmelidir ki, halkı, Kurânın emirlerini dinlemeye ve onlara uymaya sevk eden şey, kaynaktaki kudsiyettir. Bu yüzden müçtehidlerin kitapları cam gibi Kurânı göstermeli, gölge olmamalıdır.
Eğer zaruriyat-i diniye anlatılırken doğrudan doğruya Kurân gösterilseydi zihinler tabiî olarak kudsiyete intikal ederdi. Müçtehidlerin kitapları birer şeffaf cam tarzında olmak lazım gelirken zamanla ve mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp Kurâna perde olmuşlardır. (Sünûhat, s: 45)
Bediüzzaman konuyu daha özlü bir şekilde ise şöyle ifade eder: Kurân ayine ister, vekil istemez. Peki, halkın nazarını kitaplardan alıp doğrudan doğruya Kurâna çevirmenin yolu var mıdır?
Bediüzzaman hiçbir konuda ümitsiz olmadığı gibi Kurânın öne çıkarılarak, hakikatlerini örten perdelerin kaldırılabilmesi konusunda da ümitsiz değildir. Ona göre halkın nazarını doğrudan doğruya Kurâna çevirmenin üç yolu vardır:
Birinci yol; müelliflerin hak ettikleri derin saygıyı tenkit ile kırmak Kurânı görmemize engel olan o perdeyi kaldırmaktır. Bu zulümdür ve insafsızlıktır.
İkinci yol; selef âlimlerinin kitaplarında olduğu gibi, şeriat ve fıkıh kitaplarını birer tefsir şekline çevirip içinde Kurânı göstermektir. Meselâ, bir adam İbni Hacerin bir kitabına baktığı zaman, Kurânın ne dediğini anlamak maksadıyla bakmalı, yoksa İbni Hacer ne diyor. diye bakılmamalıdır.
Üçüncü yol ise, ehl-i tarîkin yaptığı gibi, halkın nazarını o perdenin üstüne çıkarıp Kurânı göstermektir.
Bediüzzaman bu meseleyi yazdıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamberi (a.s.m.) görür. Rasulûllah (a.s.m.), kendisine Kurân getirildiği sırada kıyam ederler. Bediüzzaman der ki: O dakikada şu kıyamın ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi Bilahare bu rüyayı süleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim, şu suretle tabir etti: Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kurân-ı Azimüş-Şan layık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir. (Sünûhat, s: 48)
Bediüzzaman Risâle-i Nurun birçok yerinde tekrar ile; Risâle-i Nur Kurânın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir der. Risâle-i Nurun bilinen tefsirlerin tarzında bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif insanlar ise Risâle-i Nur bir tefsir değildir demişlerdir. Bediüzzaman bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir bulunduğunu ifade eder:
Birisi malûm tefsirlerdir ki, Kurânın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kurânın imani olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve ispat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti vardır. Zahir malûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannit feylesofları susturan bir manevi tefsirdir. (Tarihçe-i Hayat, s: 517)
Gerçekten de, Kurânın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lügat ve ıstılahî manalarını araştıran ve bu şekilde Kurân cümlelerine mana vermeye çalışan klasik tefsirler pek çoktur. Denebilir ki, çağımızda bu anlamdaki tefsirlere ümmetin ihtiyacı yoktur. Ancak çağın asıl problemi olan iman zaafına Kurândan reçeteler sunan tefsirlere şiddetli ihtiyaç vardır. İşte Risâle-i Nur, Kurânı Kerimin asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren âyetlerini tefsir etmiş ve bu konuda makul çözümler üretmiştir.
Bediüzzaman; Kurânın bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder düşüncesinden hareketle müfessirleri bu konuda uyarmaktadır. Ona göre Kurâna tefsir yazmak kolay değildir. Zira Kurânı tefsir etmek isteyen bir kimse öncelikle Kurânın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir ettiğini nazara almalı, Kurân âyetlerini doğru bir şekilde muvazene ve muhakeme etmelidir. Böyle yapmadığı takdirde Bektaşinin durumuna düşmekten kurtulamaz, diyerek Kurânın kendi kendisini tefsir özelliğini göz ardı eden müfessirleri tatlı bir espriyle tenkit etmiştir. Rivâyete göre Bektaşi, namazı terk etmesine mazeret olarak Kurânda la-takrabus-salât diyor, ilerisi için de hafız değilim. demiş ve hakikate karşı maskara olmuştur.
Bediüzzamana göre müfessirler Kurânın hakkını vermelidirler ki, onların tefsirleri Kurânın kıymetini azaltmasın. Diğer taraftan, Kurânı bir biyoloji, ya da bir coğrafya kitabına benzeten ve Kurâna yakışmayan bir üslûpla Kurâna tefsir yazmaya çalışanları da tenkit ederek özetle şöyle demiştir: Belagate uygun olmayan bir tarz ile Kurânı tevil etmek doğru değildir. Zira Kurânın manaları hak olduğu gibi, ifade tarzı dahi beliğâne ve ulvîdir, güya serbest her bir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kurân içinde binler Kurân bulunur ki, her bir meşrep sahibine birisini verir. (Sözler, s: 127)
Bediüzzaman, meslek ve meşrebini azami ihlâs üzerine bina etmiştir. Bu duruma göre kendi ifadesiyle; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse baki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azami ihlâsın iktizasıdır. Mesela harp içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kurân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek o gülleler içinde Habip kâtibine defteri çıkar diyerek, at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kurânın bir harfinin, bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş. (Emirdağ Lâhikası, s: 459)
İşte Bediüzzaman, Kurânın bir tek harfinin bir tek nüktesi için ölümü göze alan bir müfessir kaynağın kutsiyetini muhafaza etmek için, yazdığı altı bin sayfalık Nur Külliyatının Kurâna ayna olmasını sağlamaya çalışmıştır. O bütün kitaplarında mehazdeki kudsiyetin muhafazası prensibine bağlı kalmıştır. Kendi ifadesiyle şunları kaydeder: Ben görüyorum ki, Kurânın hakikatlerine ait bazı kemâlât, o hakikatlere dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Bu ise yanlıştır. Çünkü mehazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde tesirât gösteriyor. Onunla ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse o mehazdeki kutsiyetin tesiri kayboluyor. (Mektubat, s: 307)
Bu düşünceden hareketle birçok yerde kendi nefsini ziyadesiyle yererek Kurâna ve imana hizmet noktasında kendisinin de sadece bir nefer olduğunu göstermek ve Kurânı öne çıkarmak için azami gayret sarf etmiştir. Bu arada, talebeleri tarafından kendisi hakkında beslenen bütün hüsn-i zanları bu noktanın hatırı için tevil etmiştir. Meselâ, kendisinden biyografisini isteyen Yeşil Salih adlı bir kişiye gönderdiği mektupta tevazuun zirvesinde olduğunu gösterir ve şöyle der:
Tarihe geçmek ve bu asır âlimlerinin içinde kendi şahsımı nesl-i atiye göstermek ve bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrederim ki, beni kendime beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiştir. Yalnız bir cihet var ki, Risâle-i Nur bu vatana ve bu millete pek büyük menfaati, mahkemelerin ve ehl-i vukufun müttefikan kararlarıyla tahakkuk etmiş. Bu nokta-i nazardan, benim ehemmiyetsiz, biçare, perişan ve çok kusurlu şahsiyetim değil, belki yalnız Kurânın malı olan Risâle-i Nur namına sizin suallerinize cevap için bazı işaretler ederim. (Tarihçe-i Hayat, s: 26)
Bediüzzaman, yine mehazdeki kutsiyetin muhafazası için bugüne kadar hiçbir müellifte görülmeyecek derecede büyük bir tevazu göstererek, telif ettiği Risâle-i Nur eserlerinin Kurânın malı olduğunu ifade ediyor. Risâle-i Nura itiraz eden bir hocanın itirazı sebebiyle yazdığı mektupta özetle şeyle der:
Bu zamanda milyonlar fedakârları bulunan meslek, dehşetli dalâlet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmi ve daima tarassut altında bulunan bir adam, elbette dalâlete karşı galibane mukavemet eden Risâle-i Nura sahip olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki Risâle-i Nur, doğrudan doğruya Kurân-ı Hakîmin bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam (kendisini kastediyor), binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kurâniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüştür. Risâle-i Nurun onun fikrî ve ilmî zekâsının eseri olmadığına delil, Risâle-i Nurun öyle parçaları vardır ki, bazı altı saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan Risâleler var. (Tarihçe-i Hayat, s: 268)
Görülüyor ki, Bediüzzaman yazdığı eserlerin Kurâna perde olmaması için ilginç bir üslup ve yeni bir metot takip etmiştir. Onun bütün amacı kaynağın kutsiyetine perde olmamak, aksine ayine olmaktı. Nitekim Risâle-i Nurdaki kuvvetin tesirini soranlara verdiği cevapta şöyle diyor:
Şeref, icaz-ı Kurâna ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-pervâ derim: Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil imandır. Marifet değil şahadettir, şuhuddur. Taklid değil tahkikdir. İltizam değil izandır. Tasavvuf değil hakikattir. dâvâ değil dâvâ içinde bürhandır. Elhasıl yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kurâniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gâyet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kurânındır. (Mektubat, s: 365)
Kurânın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman Kurân için yaşamıştır, denebilir. O; Kurâna ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. düşüncesinden hareketle Kurânı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak için uzun bir ömür harcamıştır. O adeta Kurânı terennüm etmiştir. Çünkü ona göre Kurân kâinatın ruhu ve aklı hükmündedir. Kendi ifadesiyle şöyle der:
Nasıl ki hayat kâinattan süzülmüş bir hülasadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş hayatın bir hülasasıdır ve akıl dahi hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi hayattan süzülmüş en safi hülasasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) – âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve Risâlet-i Muhammediye (a.s.m.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur ve vahy-i Kurân dahi, -hayattar hakikatinin şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan Risâlet-i Muhammediyenin nuru çıksa gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kurân gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek; belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kiyameti koparacak. (Lemalar, s: 329)
Kurân-ı Kerimi kâinatın ruhu ve aklı kabul eden bir anlayışla tefsir yazan Bediüzzaman, yazdığı eserlerde Kurâna ayine olmakla kalmamış, aynı zamanda Kurânın mücevher değerindeki hakikatlerini Risâle-i Nur sergisinde sergileyen meşhur bir dellal olmuştur.