Kâfirlere Karşı Şiddetli Olmak, Ama Nasıl?

Dinlerarası Diyalog ve Dostluk – 3/3

Kur’ân-ı Kerim, küfür üzere hayatını geçiren ve inkâr içinde ölenkâfirlerin acıklı bir azaba düçar olacaklarını, ebedî olarak cehennemdekalacaklarını bildirmek suretiyle Allah’ın imansız bir halde ahirete göçenlere"müsamahası"nın olmayacağına işaret etmektedir. Ancak dünyadaAllah’ın ayırım yapmaksızın herkese rızkını vermesi, dünyanın birimtihan yeri olduğu anlamına geldiği gibi, Allah’ın onlara mühlet verdiğive müsamaha ettiği mânâsına da gelebilir. Belki de bu müsamaha, münkirlerinbir kısmının küfrün zorluğunu ve akıbetini görerek hidâyete kavuşmasınasebep bile olabilmektedir.

Burada Cenab-ı Allah’ın kâfirlere müsamahasından, onların dinsizliklerini"hoş görmesi" gibi yanlış bir anlam çıkarılmamalıdır.Buradaki müsamaha, yaşamalarına, nimetlerden istifade etmelerine "müsaade","izin" mânâsında kullanılmaktadır.

Bu arada Kur’ân’ın kâfirlerden bahsederken onların girecekleri cehennemi dehşetlibir şekilde tasvir etmesi, azabın elemini hissedip korkarak inkârdan vazgeçmelerinisağlamak maksadını taşımaktadır. Tıpkı bir annenin korkuttuğu çocuğununtekrar onun şefkat sinesine atılması gibi, Cenab-ı Allah da insanlarıcehennemle tehdit edip rahmetine celp etmek istemektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede Allah’ın kâfirlere gazabındanbahsedilmektedir.1 Bu sebeple bir âyette müminlerin vasıfları sayılırken,"kâfirlere karşı şiddetlidirler"2 ifadesi kullanılmaktadır. Âyetindevamında ise, "kendi aralarında merhametlidirler" denmektedir. Şiddettenmaksat, onlardan hiçbir saldırı vaki olmadan her yerde dövülmeleri, öldürülmelerideğildir. Burada müminlere bir ölçü verilmektedir. O da, müminlerin duyguve düşüncelerini yalnız ve yalnız "akide esası" üzerine binaetmeleri prensibidir.3 "Allah için sevmek, Allah için buğz etmek"4hadis-i şerifi de buna paralellik arz etmektedir.

Âyetten anlaşılan mânâ, kâfirin küfrüne karşı bir hoşgörüsüzlükve buğz olduğu gerçeğidir. Fakat bir kâfir, Müslüman’ca sıfatlar da taşıyabilir.5Ehl-i kitapla ilgili bölümde de ele alındığı gibi onun Müslüman sıfatlarıda görmezden gelinemez. Hafız İbn Kesir’in söylediği, "kâfirlerin yüzünekarşı asık suratlı olmak"6 cümlesi, İslâm’ın tebliğ anlayışıylave kavl-i leyyin [yumuşak sözlülük] üslûbuyla bağdaşmamaktadır. Bir malıdahi abus bir çehre ile pazarlamak mümkün değilken, Allah’ın dinini turşusatan bir suratla tebliğ etmek elbette uygun değildir.

Nitekim el-Kasımî, bu âyetin mânâsının Ashab üzerinde tezahür ettiğinedikkat çekerek, onların itikadlarının sağlam olduğunu belirtmekte ve"itikadı sağlam olmayanların saldırmaları durumunda kâfirlere karşışiddetlidir"7 diyerek, şiddetin saldırı anında olacağına temasetmektedir. Bu sebeple İbn Kesir’in "kâfirlere karşı asık suratlıolmak" şeklindeki yorumunu, onların saldırıları durumundaki bir tavırolarak ele almak daha uygun görünmektedir.

Çağdaş müfessirlerden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, "Onlar kâfirlerekarşı zayıflık ve yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar"8derken, Mahmud Hicazî de el-Kasımî’yi destekleyerek şunları söylemektedir:"Gerçekmümin, kendisine karşı savaşan ve dinine cephe alan kâfirlere karşı aslayumuşaklık göstermez."9

Burada, Bediüzzaman’ın küfür ve kafir ile görüşlerini zikretmekte defayda bulunmaktadır. Ona göre, küfrü ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi,dinsiz ve Allah’ı inkar eden anlamına gelirken, ikinci mana, Resul-i Ekrem’i(a.s.m.) ve İslamiyet’i kabul etmeyen demektir.10 Küfrü başka bir açıdanda iki kısma ayırmak mümkündür. "Adem-i kabul" denilen, ispatıtasdik etmemek ile; "kabul-ü adem" denilen, kalben yokluğu kabuletmektir. Birincisi, cehaletten ve hükümsüzlükten kaynaklandığı halde,ikincisi bir inancı ve hükmü içermektedir.11 Şirk ise, Allah’a ortak koşmakanlamına gelmekle, batıl bir inancı nitelemektedir. "Ukul-u aşere veerbabü’l-enva" düşüncesine sahip felsefeciler, meleklere ilahlık verenSabiiyyun, Cenâb-ı Hakkın oğlu olduğunu iddia eden ve teslis inancınasahip Hıristiyanlar şirk ehlinin değişik taifeleridir.12

Resul-ü Ekrem (a.s.m) müşriklere nasıl davranırdı?

Müminlerin kâfirlere karşı olabildiğince sert davranmasının savaşesnasında gösterilecek bir tavır olduğunu, Peygamberimizin (a.s.m.)tatbikatlarından da anlıyoruz. O Uhud, Bedir ve Hendek savaşlarında kâfirlereaman vermezken, barış zamanında oldukça nazik ve yumuşak bir tavırsergilemiştir. Resul-i Ekrem’in kendisine her türlü eza ve cefayı reva görenlerebeddua etmeyip dua etmesi, İslâm’ın esas amacının müşrikleri öldürmekdeğil, onların hidâyetine vesile olmak olduğunu, hoşgörünün de bumaksada hizmet ettiğini anlatır. Meselâ onun kendisine her türlü eziyetiyapan, ona her türlü hakarette bulunan, onun yoluna dikenler seren, üzerinepislikler atan Kureyşlilere kızmadığı rivâyet edilmektedir.13 İslâm’ınazılı düşmanlarından Ebu Cehil’in, Resul-i Ekrem’in insanları İslâm’adavetine engel olmak için, "Ey ahali, bu adamı dinlemeyiniz. Sizidininizden vazgeçirmek istiyor. Sizi Lat ve Uzza’dan vazgeçmeğe davetediyor" demesine karşılık, O, dönüp O’nun yüzüne bile bakmıyordu.14Tebliğine ise devam ediyordu.

Peygamberimiz’in (a.s.m.) bu ve benzeri olaylara karşı tavırları Müslümanlariçin bir mihenk taşı hükmündedir. Bir toplumda Müslümanlar her türlüinsanla, değişik kültür ve inançlarla birlikte yaşamak zorundakalabilirler. Bunların içinde ehl-i kitap olan Hıristiyanlar ile Yahudilerolabileceği gibi müşrikler ve putperestler de bulunabilecektir. Bu durumda Müslümanlaradüşen görev, tıpkı Peygamberimiz’in (a.s.m.) yaptığı gibi, onlara İslâm’ıtebliğ etmek, hidâyetleri için de dua etmektir. Bunun dışında yapılacakher türlü tavır ve davranış "menfîlik" olarak değerlendirilebilirve İslâm’ın zararına olur. Resul-i Ekrem (a.s.m.) Müslümanlar zayıf ikende güçlü iken de, amacının İslâm’ı bütün insanlara tebliğ olduğunuunutmamış ve aynı tavrı hayatı boyunca sergilemiştir. İşte Mekke’ninfethinde onun eline bütün azılı müşriklerden, din düşmanlarındanintikam alma fırsatı geçtiği halde, o "evinden dışarı çıkmayanınemin olduğunu" ifade ederek, hiç kimsenin kılına bile dokunmamıştır.Bu davranış en muannid kâfirlerin dahi İslâm’a girmesine vesile olmuş, müşriklergrup grup gelerek Peygamberimize biat ve İslâm’la şereflendiklerini beyanetmişlerdir.

Müşriklerin taptıklarına sövmek caiz midir?

İslâm’da eziyet etmek yasaklandığı için, kâfire de "kâfir"diye hitap etmemek gerekmektedir.15 Hatta müşriklerin veya çeşitli inançlarakalpten bağlı olanların taptıkları, "Allah’tan başka varlıklara"küfretmek, dil uzatmak bile yasaklanmıştır. Nitekim, "OnlarınAllah’tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz ki, onlar da sınırı aşıpbilmeyerek Allah’a sövmesinler. Biz her ümmete yaptıkları işi süslü gösterdik.Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haberverir"16 âyeti böyle bir yasaklamanın en büyük naklî delilini teşkiletmektedir.

Sövmek genelde ahlâka uygun bir şey değildir. Aslı itibariyle bâtılı, küfrü[inkârı] değersiz göstermek meşru ve güzel sayılmışsa da, inatlaşmayave küfrün artmasına sebep olacak olan sövme kabilinden tavırlar hoş görülmemiştir.Muhatabı küfründe inada sevk edeceğinden fıkıh kitaplarında, her kimolursa olsun dinine sövmek, elfaz-ı küfürden sayılmıştır.17

Bu âyetten, zararı faydasından çok olan şeyin terk edilmesinin"vacip" olduğu mânâsını çıkaran bazı âlimlere göre,"Zararı faydasından çok olan, şerre götüren şey de şerdir"18anlamını istihraç etmek mümkündür.

Bunlardan anlaşılıyor ki, İslâm, Müslümanları kâfirlerin Allah’tan başkayalvardıklarına dil uzatmama konusunda "itidale" çağırıyor,ifrat ve tefritin zararına dikkat çekiyor. Bu tavır, onların taptıklarınahoşgörü ile bakmak demek değil, Allah hakkında söylenecek kötü sözlerihoş görmemektir. Kaldı ki putlara sövmenin, menfî şeylerle zihni meşguletmenin İslâm’a ve Müslümanlara bir faydası da yoktur. Dilimizi vezihnimizi böyle şeylerle meşgul etmek yerine, zikir ve fikir gibi şeylerlemeşgul etmek İslâm’ın özüne ve yaratılış gayesine daha uygundur. Zatenbir batıl ideolojiyi söverek yıkmak mümkün değildir. Batıla karşı akıl,mantık ve ilimle mücadele edildiği takdirde de, sa’y ve gayretin heba olmasıdüşünülemez. Bu yüzden biz buradan "müspet hareket etme"prensibinin anlaşılabileceği görüşünü taşıyoruz.

İnançsızlık ve adaletsizlik karşısında Hıristiyanlarla birlikte olmak

Kur’ân-ı Kerim’de, inkarcılardan ayrı tutularak ehl-i kitaba özel hitapedilmiştir. Hakkı bilip de gizledikleri halde bir gün bu hakkı kabul etmeihtimallerinin bulunması, onlarla ilgili âyetlerde "ikaz" noktasınınağırlık kazandığını göstermektedir. Kur’ân’da ehl-i kitabın kalbini İslâm’akarşı yumuşatıcı bir üslup kullanılmasının hikmeti de bu olsa gerektir.Bu açıdan, müminleri ehl-i kitapla dost olmaktan sakındıran bir ayetin,Kur’an’ın diğer ayetlerine tezat teşkil etmesi mümkün olmadığındanyoruma tabi tutulması gerekmektedir. Bu yorum ise, bize ehl-i kitap ilediyalogun ve müsamahanın ölçüsünü verecektir. Yani, onlara yaranmaya çalışmakderecesinde bir gevşeme ve iltifattan uzak durma ile birlikte her an içinonlara iyilik edebilme yakınlığında dengeli bir yaşantı hali sergilemeyi,Kur’ân-ı Kerim’in ders verdiği anlaşılacaktır.

Resul-ü Ekrem’in (a.s.m.) de Yahudi ve Hıristiyanlara karşı davranışlarındahiçbir vakit iyilik yapmaktan geri durmadığı gözlenmiştir. O’nun (a.s.m)her hali, tavrı ve sözü en güzel bir örnek olması sebebiyle, ehl-i kitababarış zamanlarında iyilikte bulunmanın müminlerin görevleri arasında olduğunusöylemek yanlış olmayacaktır. Hatta, Resul-ü Ekrem (a.s.m) barış zamanlarındamüşriklere karşı da oldukça nazik ve yumuşak bir tavır sergilemiştir.Onun bu davranışı ise, en inatçı münkirlerin dahi gruplar halinde İslâm’agirmelerine vesile olmuştur.

Çeşitli kültür ve inanç sistemlerini içinde barındıran bir toplumsal yapıdainkarın çirkinliğini, faydasızlığını göstermek meşru ve güzel birhareket olmakla birlikte; inatlaşmaya ve inkarın daha artmasına sebep olacaksövme kabilinden düşmancasına davranışlar ise İslamiyet’in özüne aykırıolacaktır. Zaten şimdiye kadar bir batıl inancı, ideolojiyi baskıyla ve söverekyıkmak mümkün olmamıştır. Batıla karşı akıl, mantık ve ilimle mücadeleedildiği takdirde ise, sa’y ve gayretin sonuçsuz kaldığı görülmemiştir.Bu açıdan "müspet hareket etme" prensibinden ayrılmayarak bütüninsanlara İslam’ı en güzel bir şekilde yaşamak ve çağın anlayışınauygun en güzel bir dil, bir üslup ile tebliğ ettikten sonra da hidayetlerinedua etmek, belki en etkili metot olacaktır. Ayrıca, kâfirlerin yüzüne karşıasık suratlı olmak, İslâm’ın tebliğ anlayışıyla ve kavl-i leyyin (yumuşaksözlülük) üslûbuyla da bağdaşmamaktadır. En sıradan bir malı dahi abusbir çehre ile pazarlamak mümkün olmazken, Allah’ın mukaddes dini olan İslamiyet’iöfkeli bir yüz, sert bir üslup ve aşağılayıcı bir tavırla tebliğetmek, elbette ne Kur’an’ın edebinde ne de Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) yaşantısındabenzerini göremeyeceğimiz bir davranış tarzı olacaktır.

Hem de Hıristiyan, Yahudi, hatta inanmayan bir insanın bile Müslümanca sıfatlartaşıyabileceğini akıldan çıkarmamak gerekmektedir. Gerçi, ehl-i kitapdahi olsa onların batıl inançlarına karşı buğz etmek, hoşgörmemekgereklidir. Fakat, onların Müslüman’a yakışır sıfatlarını hiçe sayıp,görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Bediüzzaman, Kur’an’ın yasaklamışolduğu ehl-i kitapla diyalog ve yakınlığın konusunun "din dostluğu"olduğunu söylemektedir. Ona göre, değil ehl-i kitap Müslüman olmayanlarla,kafirlerle bile "sıfat ve sanat" dostluğu kurmanın dinen hiçbirsakıncası bulunmamaktadır. Diğer insanlarda görülen "doğruluk","maharet" gibi sıfatlara, ileri teknolojilerine muhabbet etmek, işbirliğiiçin onlara yakınlaşmak, Kur’ân’ın edebine kesinlikle aykırı değildir. Günümüzde,özellikle Hıristiyanların ülkelerinde çalışmak zorunda kalan Müslümanlarınbüyük bir ekseriyeti teşkil ettiği ve ekonomik, askerî bakımlardan yardımlaşmanınzarurî olduğu bir devrede, bu dostlukların kurulması zaruriyet derecesinegelmiştir.

Müslüman kalarak, Yahudi ve Hıristiyanlarla dini farklılıklara zararvermeden politik, sosyal ve ekonomik sahalarda meydana gelen yakınlaşmalar,zararlarını göze göstermeyecek derecede faydaları barındırmaktadır.Birlikte yaşayışa zarar vermeyecek bir ölçüde dinî farklılıklarınkabul edilmesi, iyi bir İslâmî geleneği ifade etmektedir ve tarihte değişikdefalar uygulama sahası bulmuştur. Toleranslı bir beraberliğin ötesine geçmeyenböyle bir birliktelik, günümüzde en fazla gereksinim duyulan barış içindeberaber yaşamanın gerçekleşmesinde çok önemli bir ortak değerdir.

Dünyada hiç bir şey sabit değildir, değişmeye ve gelişmeye tabidir.Dinler ve dinî cemaatler de bundan nasibini almaktadırlar. Bugün dünyada 1.5milyara yakın Müslüman, 2 milyara yakın da Hıristiyan vardır. Her ikidinin mensupları hak dinin esaslarında ittifak edip ortak hareket ederlerse vedünyada adaletin gerçekleşmesi, haksızlıkların önlemesi, iyiliğin ve barışınhâkim olması için çok şeyler yapabilirler. Bunun için öncelikli olaraktarihteki eski düşmanlıkların bir kenara bırakılması gerekmektedir. Dünyanıngün geçtikçe büyüyen problemlerin karşısında, geçmişte yaşanmıştaassuptan ve cehaletten kaynaklanan yanlışlıklardan dersler almak, aynıhatalara düşmemek şartıyla mazide yaşananları tekrar canlandırmamakgerekmektedir. Aksi takdirde, çözüm bekleyen bunca güncel problemlereeskilerin de eklenmesi, meseleleri kördüğüm haline getirip dünya barışınıimkansızlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bediüzzaman için, insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun ana düşmanı,inançsızlık, dinsizliktir. İnançsızlık, insanı o kadar alçaltır ki, enbayağı menfaati için şeytan gibi şahısların ayağını öpecek derecedezillet göstermesine sebep olur. Yaşam gayesi olarak yalnız bu dünyayı gösterdiğinden,fena ve zevale maruz lezzetleri takip eden daimi elemleri insanın başınamusallat eder. Allah’a isyan edecek derecede bir tehevvür gücü verdiğihalde, ölümü hatırlatan her şeyden, mikroptan zelzelelere kadar birçokmusibetlerden el ve ayak titretecek derecede korku duymasına engel olamaz. İnançsızlıkinsanı böyle çelişkilere maruz bırakarak, ifrat ve tefritin salınımlarınaterk ederek yalnızlaştırır. Hıristiyanların ve Müslümanların, inançsızlığakarşı birlikte mücadele etmeleri, en azından geçici bir müddet, bu iki mü’minlerailesi arasındaki ihtilaflı noktaları gündeme getirmekten uzak durmalarıile mümkün olacaktır. Bu anlamda bir ittifak, Müslümanlar ile Hıristiyanlararasında hiçbir farklılığın mevcut olmadığını, yahut varolan bu farklılıklarınönemsiz olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Elbette, Hıristiyan akidesi ileİslâm akidesi arasında çok önemli farklılıklar vardır. Fakat, bu farklılıklarüzerinde sabit fikirlerle yoğunlaşarak cepheleşmek, gerek Müslümanları,gerekse Hıristiyanları paylaşabilecekleri çok daha önemli bir ortak birvazifeden alıkoyacaktır. Bu vazife ise, ahlaki değerlerin ölçüsünüAllah’ın irade ve rızasının oluşturduğu bir hayat ve toplum vizyonusunabilme ile medeniyetin merkezine tevhid gerçeğinde Allah inancının yerleştirilmesisayesinde saadet-i dareyni insanlığa kazandırma olmalıdır. Ancak buistikamette, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m) hadislerinde rivayet ettiği "İsa,Şer’im ile amel edecek" hakikati gereği Hıristiyanlığın hurafelerdentasaffi ederek İslamiyet’e yaklaşması ve maddeci, tabiatçı felsefeden güçalan küfür cereyanına karşı İslamiyet’le birlikte mücadele etmesi gerçekleşmişolacaktır.

– Son –