İslâm dünyasının yarını – I

20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın çeşitli yerlerinde ve özellikle İslâm coğrafyasının birçok bölgesindeki savaş, zulüm, çeşitli haksızlık ve antidemokratik uygulamalar Müslüman dünyasını önemli bir gerçekle karşı karşıya getirmiştir. Binlerce sivilin hayatını kaybettiği, çocukların yetim kaldığı, vahşetin ve şiddetin doruğa tırmandığı bu bölgelerde, Batı dünyası veya diğer dünya devletleri, yaşanan insanlık dramına ya hiç tepki göstermemiş, ya da çok geç tepki göstermiş ve gereken tedbirlerin alınması konusunda ağır davranmıştır.

Adeta bütün bu yapılanlara İnsanlık âleminin ekseriyeti maalesef seyirci kalmıştır. Bu sebeple, bütün dünyanın üstlenmesi gereken yeni bir sorumluluk alanı ortaya çıkmış ve yeni arayışlar başlamıştır. Başta bütün dünya Müslümanlarının olmak üzere bütün insanların haklarının korunması, ihtiyaçlarının gözetilmesi, herkesten önce Müslümanların, daha sonra da elbette insanlığın sorumluluğudur. Bu konuda İslâm dünyasının, bugün yaşadığı kısır tartışma ve çoğu yapay sorunlarını bir kenara bırakarak tarihin ve İslâmiyetin kendisine yüklediği bu sorumlulukta son derece aktif rol alması gerekmektedir. İslâmiyetin temeli olan anlayış, uzlaşma, hürriyet ve demokrasiden yana çözüm yolları insanlığın ortak yararına sunulmalıdır.

Bediüzzaman; “Evet, büsbütün ümitsiz değilim. Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslâmın ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” ve “İnşallah, istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek” diyerek 21. yüzyıla ışık tutmaktadır. İnsanlığın ciddî anlamda arayışlara girdiği bu son 150 yılla ilgili mevcut durum, medeniyetlerin karşılaştırılması ve İslâmiyetin yarınıyla ilgili Bediüzzaman’ın engin görüşlerini ve müjdelerini yazmaya bu çalışmanın ne muhtevasının ve ne de süresinin yeterli gelmeyeceğini de göz önüne alarak, insanlığın tekâmüle doğru gittiği günümüz ve yarınımızda, “İslâm dünyasının ve bütün dünyanın durumu nasıl olacaktır?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız.

I. BÖLÜM

    1.1. 21. YY. DÜNYASININ DURUM ANALİZİ

        1.1.1. AYDINLANMA ÇAĞINDAN BUNALIM ÇAĞINA BATI DÜNYASI

Batılı medeniyet tarihçileri insanlık tarihini dört ana devrede incelemişlerdir:

Birinci devre: Antik Yunan uygarlığı ile başlayan, Roma İmparatorluğu ile devam eden devredir. Bu dönemde gelişen din anlayışında güçlülerin hâkimiyeti vurgulanmış, savaş “bütün iyilik ve kötülüklerin anası” olarak görülmüş, güçlünün haklı olduğu bir anlayış kabul edilmiştir. İnsanlar bu dönemde ya bir insanı tanrılaştırmışlar veya taştan, tahtadan vs. maddelerden insan şeklinde put yaparak o putlara tapmışlar; gök cisimlerini tanrı edinmişler; güneşe, aya ve yıldızlara tapmışlardır. Bundan dolayı bu dönem, pagan yani putperest bir devre olarak kabul edilmiştir.

İkinci devre: Hz. İsa ile başlayan ve 15. yüzyıla kadar süren devredir. Bu dönem Din Çağı olarak isimlendirilir. Milâdın ilk yıllarıyla birlikte Hıristiyanlığın bütün dünyada etkisini göstermesi, felsefenin ya da felsefi düşünme biçiminin de bu dinin etkisi altına girmesini kolaylaştırmıştır. Kilisenin de kurumsallaşarak gücünün farkına varmasıyla birlikte söz konusu düşünme biçimi kilisenin (dinin) bir aracı haline gelmiş; ancak aklı dinin doğrularına uyarladığını iddia eden kilise tarafından bu silâh biraz da insafsız kullanılmıştır. Bu dönemde din adamları din adına, devletten düşünceye, düşünceden bilime kadar her alanda nüfuz sahibi olmuşlardır. Ancak bu durum kendilerinin ve bu çağın sonunu hazırlamıştır.

Üçüncü devre: 15. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren bir devredir. Bu döneme Aydınlanma Çağı (Akıl / Bilim Çağı) denir. Rönesansla birlikte başlayan, “dinden bağımsızlaşan” bir süreç olarak algılanan ve Modernizm kavramının doğuşuna sebep olan bu dönem, Batıda modern meydan okumanın kök saldığı ve şekillendiği dönemdir. Birçok devletin yok edildiği, çoğu milletlerin köleleştirildiği ve topraklarının sömürgeleştirildiği bu dönemde; dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının özdeşleştirilemeyeceği açık açık konuşulmaya başlanmıştır. Tanrının yerine aklın (rasyonalizm) konulduğu, bütün manevî değerlere savaş açıldığı, pozitivist ve materyalist anlayışın hakim olduğu bu modernist anlayışta, Kilisenin otoritesinin sarsılması için öncelikle bir araç olarak kullanılan felsefe, özgürlüğüne kavuşturulmuş ve ardından Kilise’nin din ve dinle ilgili bütün konulardaki anlayışı yerle bir edilmiştir. Ancak daha sonraları Modernizmin, vaad ettiği şeylerin bir türlü gerçekleşmemesi ve her şeyi çözebileceğine olan yanlış inancın somut olarak yalanlanması (sömürgecilik, kölelik, açlık, yoksulluk, çevre kirlenmesi, savaşlar, işgaller nükleer silâhlar, kimyasal atıklar vs. konularındaki çözümsüzlük), modern bilimin verilerinin kişisel politik tercihlerde kullanılması ve totaliter devletleri ayakta tutmaya yardım etmekle suçlanması, insanın var oluşunun mistik ve metafizik boyutlarıyla ilgilenmemesi, hatta görmezden gelmesi kendi sonunu getirmiş ve postmodernizmin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Dördüncü devre: 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp günümüze (21.yüzyıl) kadar süregelen devredir ki, bu devre Bunalım Çağı (Postmodernist Dönem) olarak adlandırılır. En geniş anlamıyla bunalım, belirsizlik demektir; bir başka deyişle, çağda ya da toplumda uygulanan veya uygulanmakta olan ilkelerin, akıl yürütme biçimlerinin hayatta ortaya çıkan olgular karşısında yetersiz kalması, onlardan kopması, kısaca artık işe yaramamasıdır. Bu bir tür kargaşa durumudur. Anlam yükleyemediğimiz olgu ve olaylarla karşı karşıya kalmaktır, iletişim bozukluklarıdır, şiddetin yaygınlaşmasıdır. Bunun anlamı, insanın şimdiye değin yapıp ettikleriyle, kendisini oluşturan sistemle bir tür hesaplaşmaya girmesidir. Postmodernizm terimi böylesi bir hesaplaşmada, yeni bir akılcılık biçimi olarak görülebilir. Bu, moderniteliğin akılcılığına bir tepki ve Pozitivizmin dışladığı alanları da kapsamına alacak biçimde genişletilmiş bir akılcılık biçimidir. Postmodernizm, modernizmin açmazlarına karşı bir savaşım ve hesaplaşmadır. Modern toplumun içine girmiş olduğu bunalım, postmodernizmin temelinde yer alan bir ön kabuldür.

İnsanlık, modernizm, aydınlanma çağı, postmodernizm derken Batı medeniyeti sayesinde bir “bunalım çağı” yaşamaktadır. Postmodernistlere göre Marksizm, liberalizm, hümanizm gibi insanî olgunluğun iftiharı sayılan ideolojik söylemlere karşı insanlar inançlarını kaybettiler. 1940’tan bu tarafa İkinci Dünya Harbi’nde yeni teknolojilerin devreye girmesi ve sivil hakları yok etmek için “son çözüm” olarak bu teknolojinin sistemli kullanılışı, adı geçen ideolojilere olan bağlılığı ve itimadı iyice sarstı. Artık hiç kimse, dünyanın hiçbir yerinde bu ideallere bağlı değildir; onlarla ilgilenmiyor.

Batı medeniyetinin temelini oluşturan dini bireyselleştirme ve onu hayattan soyutlama ve aklı tanrılaştırma gerçekten insanı bunaltmıştır. Bütünüyle mâneviyatı yok sayan bu anlayış, insanı kendinden koparmıştır. Çünkü insan fizikî olduğu kadar metafizik yönü de olan bir varlıktır. Bugün artık insanlık öyle bir duruma gelmiştir ki kendinden, yaptıklarından nefret eder olmuştur ve kendini büyük bir buhranın içinde bulmuştur. İnsan, artık kendini ve dünyayı sorgulamaya başlamıştır. İnsanlık arayış içindedir.

        1.1.2. MAZİDEN MÜSTAKBELE İSLÂM DÜNYASI

Bediüzzaman Hazretleri ise, insanlık tarihini ve İslâm milletlerinin geçirdiği devirleri sosyolojik olarak iki ayrı sınıflandırmaya tâbî tutar.

Birincisi: İnsanlık tarihini beş devreye ayırır. Bunlar: Vahşet ve Bedeviyet Devri, Kölelik Devri, Esirlik Devri, Ecirlik Devri, Serbestiyet ve Malikiyet Devri.

Bu beş dönem ayrıntıları ile incelenmeyecektir. Ancak akıl, ilim ve fennin hükmettiği ve maddî manevî tüm değerlerin yeniden keşfedildiği, içinde bulunduğumuz 21. Yüzyılın Özgürlükler ve Mülkiyetler Dönemi olacağı ise açıktır.

İkincisi: İslâm dünyasının dönemlerini Bediüzzaman, klasik tarihçilerden farklı bir analize tâbî tutmuştur. Tarih bilimciler, insanlık tarihini, süreçler ve önemli olayları, köşe taşları olarak alıp, bir zaman çizelgesi halinde dönemlere ayırmışlardır. Oysa Bediüzzaman, bugüne kadar görülmemiş bir tarzda, İslâm dünyasının dönemlerini mazi ve müstakbel kavramları içerisinde, tarihi (zaman) açıdan değil, sosyolojik olarak, gelişmişlik ve refah düzeyini kıstas alarak belirlemiştir. Bu kıstasta, insanlığın bugüne kadar görmediği, şahit olmadığı ve yaşamadığı barış, huzur, sevgi ve mutluluğun en güzel şekilde yaşandığı Asr-ı Saadet dönemini, ulaşılması gereken İstikbal, yani Müslümanların gelecekte ulaşacakları ve zaman dilimi olarak geçmiş olsa da, aslında her zaman ulaşmayı hedeflediği bir gelecek olarak değerlendirmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, mazi teriminin kasıtlı olarak; dün, yani geçmiş zaman mânâsında değil, zamanı geçmiş, geri kalmış, insanlığın yaşamak istemeyeceği dönem (ortaçağ) olarak kullanılmasıdır. İstikbal’in ise yarın, yani gelecek zaman mânâsında değil, her zaman ulaşılması gereken, insanların kendilerine kavuşmayı hedeflediği huzur ve saadet çağı olarak değerlendirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında, Bediüzzaman’ın zaman çizelgesinde geçmiş olmasına rağmen, Asr-ı Saadeti İstikbal ve ondan uzaklaşılan dönemleri de mazi olarak değerlendirdiği görülecektir. Nitekim bu açıklamalar ışığında İslâm tarihinin dört döneme ayrıldığı görülür.

I. Dönem (622-922): Hicretten ilk üç yüz seneye kadar olan ve Müslümanların her yönüyle maddî-manevî tamamen üstün ve örnek olduğu, Peygamber (a.s.m.)’ın güneşi ile aydınlanmış Asr-ı Saadet Dönemi.

II.Dönem (922-1122): Hicretten ilk beş yüz seneye kadar olan ve Asr-ı Saadet güneşinin batmaya yüz tuttuğu ama halen dünyayı aydınlattığı ve Müslümanların yine Asr-ı Saadet Sonrası da diyebileceğimiz dönemi.

III. Dönem (1122-1822): Hicri beşinci asırdan on ikinci asra kadar olan, Asr-ı Saadet güneşinin battığı, İslâm dünyasının gecesinin yaşandığı, Asr-ı Saadetten geriye gecenin ortasındaki ay ve yıldızların aydınlığı ile idare eden, Mazi diye kabul edilen, İslâm dünyasının en çok sıkıntı yaşadığı ve Batı medeniyetinin gerisinde kaldığı dönem.

IV. Dönem: Hicri on ikinci asırdan sonraki, İstikbal diye kabul edilen ve tekrar Asr-ı Saadet benzeri bir güneşin doğacağı ve Fecr-i Sadık ile aydınlanmaya başlayacağı Huzur Çağı olarak da isimlendirebileceğimiz dönem.

Bu dönemlerle ilgili bir değerlendirmede bulunduğumuzda, Batılı tarih bilimcilerine göre İnsanlığın I. Devreden III. Devreye kadar savaş, sıkıntı, fakirlik ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle sosyolojik olarak maziyi yaşadığını, Aydınlık çağında refaha ve zenginliğe ulaştığını, geçici olarak bir üstünlük ve medeniyet kurduğunu; ancak bunun da çok uzun sürmediğini, kendilerine mutluluk getirmediğini, nitekim tekrar mazi derelerine yuvarlandıklarını ve bunalıma girdiklerini görmekteyiz.

İslâm milletlerinin ise I. Devrede; gelmiş geçmiş en üstün, en güzel ve huzurlu dönemi yaşadığını, bunun II. Devrede de devam ettiğini; ancak III. Devrede Müslümanların bir mazi dönemi yaşadığını görüyoruz. Bunu Bediüzzaman şöyle izah etmektedir: Zaman kavramı, düz bir hat üzerinde hareket edip başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki mesafenin gittikçe açıldığı ve mazi ile müstakbelin birbirlerinden uzaklaştığı bir hareket olarak algılanmamalıdır. Aksine dünyanın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi; bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Aynen öyle de İslâm milletleri Asr-ı Saadet ve sonrası dönemde (I. ve II. Devre) terakki ile birlikte bahar ve yazı yaşamış, mazi devresinde (III. Devre) tedenni ile beraber kış ve fırtına mevsimini yaşamıştır. Ancak her kışın mutlaka bir baharının geleceği gibi İslâm milletlerinin de son dönemde baharının geleceği ve bütün Müslümanlar ile birlikte insanlığın istikbalde tekrar Asr-ı Saadet dönemini yaşayacağı aşikârdır.