İnsan Yeterliliği ve Nübüvvet Gerçeği

I- Nübüvvet ve insan

İnsanın gerçek mahiyeti âcizlik hamuru ile yoğrulmuştur. Fakat mahlukatın da kumandanıdır. Kâinattaki her şey neticeleri itibariyle insana hizmet eder. Peki, bunca değer verilen ve kendine masraf edilen insanın vazifesi nedir? Nereden gelip, nereye ve niçin gitmektedir? Bu dünyadaki işlerinden hesâba çekilecek midir? Yoksa, ölümle toprak olmaya mı terk edilecektir? Eşya üzerinde kumandanlık vazifesini yürüten insan, ölüm karşısında hayvanlar ile aynı akıbete mi maruz kalacaktır?

Buna benzer binlerce sorunun cevabı insanlık tarihi boyunca araştırılmıştır. Bu problemlere iki ayrı yönden yaklaşıldığı görülmektedir: Vahiy ve akıl. Vahiy yolu, Peygamberlerin Allah'tan aldıkları bilgiler ile bu tür problemlere çare önerdikleri bir metoddur. Akıl yolu ise, genellikle Allah'ı düşünmeden, insanın kendi gücüyle bu problemlerin üstesinden gelme çabasına girmesidir.

Vahiy yolunu problemlerin çözümünde çare olarak görmek, insan aklını tamamen devreden çıkarmayı da gerektirmez. Bilâkis, vahyin de kendi içinde akıl ölçüleri ile uyuşan belirli sistemi; anlaşılabilir, makul bir yapısı vardır. Ancak, bazı insanlar vahyi hiç dikkate almadan, sırf akılla bu problemlerin altından kalkmaya çalışmıştır. Yunan düşünürleri ve bunların tesirinde kalan bazı İslâm filozofları gibi. Burada anlaşılmasında zorluk çekilen bir mesele vardır: Vahiy ve aklın sınırları nerede başlayıp, nerede son bulmaktadır? İnsan hangi meseleleri vahiyden, hangilerini akılla öğrenmelidir? Akıl ile vahyin örtüştükleri noktalar var mıdır, yok mudur? Bu hususlar Kelâm ilminde, Nübüvvetle ilgili konular içinde incelenmektedir.

İnsanlık tarihinde, en ilkel kabileler arasında bile yanlışları ile birlikte bir Uluhiyet inancı var olagelmiştir. İnsanlar yüce bir Yaratıcının varlığını mutlak anlamda hiç bir zaman inkâr etmemişler. Şu kadar var ki, kabul edilen Uluhiyetin özellikleri, sahip olduğu sıfatlar konusunda, yanlışlara düşmüşlerdir. Hatta, Kur'ân'ın nâzil olduğu esnada, Arap müşrikleri bile Allah'ın varlığını inkâr etmiyordu. Putları, insanlarla Allah arasında yakınlaştırıcı birer vasıta olarak görmekteydiler. Bu itibarla, insanlık kültür tarihi ve sosyoloji açısından, "insanların bir dine bağlı olması temel bir kural, dinsizlik ise kuraldışı bir harekettir. İslâm'ın fıtrat dini olması da, bu gerçeği teyid etmektedir."1

Kanaatimizce, din ve Uluhiyet konusunda yanlışları ile birlikte bir ittifak varken, nübüvvet konusu bundan farklıdır. Çünkü nübüvvet, kabul edilen Uluhiyetle kulluk ilişkisini düzenleyen bir kurumdur. Bu kurumun varlığının kabul edilmesi veya reddedilmesi bir takım aklî ve mantıkî kıyaslar ile mümkündür. Nübüvvet kurumunun varlık ve imkânı, Uluhiyetin ispatına bağlı olması sebebi ile de iman esasları içinde kilit noktayı teşkil eder.

II- Peygamberlere imanın muhtevası

İmanın temelleri içerisinde, Allah'ın varlığını tasdîk ve ikrar etmenin ardından, Peygamberlere iman gelir. Hz. Muhammed'e iman ise diğerlerine göre daha özel bir durumdur. Çünkü, önceki nebîler belirli bir döneme ve kavme gönderilmişken, Hz. Muhammed (a.s.m.) ise, kendisinin bulunduğu devirdeki insanlar ve sonrakilere; sadece insanlara değil, cinlere de hitap etmek üzere, kıyamete kadar Allah'ın nebîsi ve resûlü olarak vazifelendirilmiştir.

Allah, Kur'ân'da peygamberlere imanı, kendisine imanla birlikte zikretmiştir. Geçmiş peygamberlerin arasında bir fark gözetilmemesini istemiş, onlardan birisine iman edip diğerine iman etmemeyi kendisini inkâr etmekle eşit saymıştır.2 Çünkü, peygamberlere iman Allah'a imanı ve itaat etmeyi gerektirir. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Zira "peygamberlik birisi tarafından gönderilmiş"3 olmayı, bu da nübüvvetin kabulünü ve Allah'ın gönderici olduğunu netice vermektedir. Resûlün, Allah tarafından gönderildiğini kabullenmek ve ona itaat etmek, Allah'a da itaat etmektir. Aslında, kendine ibadet edilen (ma'bud) gerçek anlamda kendisinden korkulan ve hoşnutluğu istenen kimse, Allah'tır. Kim Risâletin varlığını kabul ederse, o kimseye, Resûle uymak da gerekli olur. Çünkü Resûlün emirleri onu gönderene âittir.

Resûlü gönderen Zat'a itâat etmenin bir çok sebebi vardır. Bunlardan birkaçı şöyle sıralanabilir. O insanı güzel bir kıvamda yaratmıştır. İnsana hayat ve akıl vermiş; konuşma kabiliyeti ihsan etmiştir. Akıl, Allah'ın kudret elinin üstünde bir elin bulunmadığını itiraf eder. Onun her şeyin sahibi oluşu ve kendisine -mutlak anlamda- isyan edilememesi, birine kötülük dokundurmak istediğinde O'na engel olunamaması… Bunlar gibi yüzlerce sebepten ötürü insan O'nu ta'zim (en büyük olarak tanımak) etmekle vazifelidir.4 Nübüvvete iman, "Allah'ı her şeyi yaratan ve en büyük varlık" olarak tanımak, O'na itaat etmeyi kabul etmektir.

Peygamberlik kurumuna imanın muhtevasında şunlar vardır:

Peygamberleri vazifelendirip, diğer insanların içinden seçen Allah'tır. Allah onları bir "emânetle/vahiyle" gönderir. Allah peygamberi belirli bir grup, bir millet ya da bütün insanlara vazifelendirebilir. Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra bir Nebî ve Resûl gelmeyecektir. Onun şeriatı da, kıyamete kadar devam edecektir. Hz. Muhammed insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir. O, cinleri de insanlar gibi görmüş, vicâhen onlara da Kur'ân'ı tebliğ etmiştir. Cinlere göre, Peygamberliğinin ispatı da ancak böylece mümkündür. Cinler âlemi bizim gözümüze perdelidir.5

III- Nübüvvetin gerçekleşme yolu: Vahiy

Vahiy insanın Allah'a karşı olan yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için, Allah'tan insanlara yol gösterici olarak indirilen bir rahmet, bir nur, bir şifâdır. Değişik türevleri ile bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de seksen kadar yerde geçmektedir.6

Kur'ân âyetleri, insanların ahlâksızlık, tuğyan (azgınlık), zulüm ve fesat gibi ahlâkî olmayan bir ortama sürüklendiğinde, Allah'ın şefkat ve rahmeti gereği peygamberler gönderdiğini bildirmektedir.7 Bu noktadaki tesbit mü'minler içindir. Çünkü mü'min, görünen kâinatın ötesinde görünmeyen (metafizik/ulvî) bir âlemin ve gerçekliğin olduğunu bilir.8 Bu sebeple vahyin de bu yüce âlemlerin Yaratıcısı ve sahibi olarak Allah'tan geldiğini kalbiyle tasdik, aklıyla kabul eder. Allah peygamberler ile iletişimini vahiy yoluyla gerçekleştirmiştir. Vahiy genelde vazifeli melek Cebrail vasıtasıyla gönderilmiş olmakla beraber değişik şekillerde de gelmiştir.

Son nebi olarak Hz. Muhammed'e indirilen vahiy, çan sesi, meleğin bizzat görünmesi, Cebrailin bir insan suretinde görünmesi gibi yollarla ulaştırılmıştır. Vahyin en ağır şekli de meleğin görünmeden gelmesiydi. Bu esnada Hz. Peygamber, yürümekte ise durur, ayakta ise oturur, binekte ise inerdi. Yüzünden terler boşanır, binek üzerinde bulunursa, hayvan, vahyin ağırlığından karnı yere yapışacak gibi olur, ayakları zorlanırdı. Allah vahiyle konuştuğu zaman sema ve arz ehli, bu vahyi zil sesi halinde işitirdi. Vahiy bittikten sonra yer ve göklerdeki ruhani varlıklar, korkularından birbirlerine, "Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlardı. Sema ve yerdekiler, "Allah gerçeği söyledi" derler. (Sebe', 34/23)

Vahiy meleği kimi zaman da, güzel bir insan suretinde gelir, bu esnada Hz. Peygamberle melek arasında hiç bir engel bulunmadan söylenen şeyleri Peygamberimiz muhafaza ederdi. Bazen, vahye muhatap olma keyfiyetinin kâhinlik gibi beşerî ve şeytânî hâdiselerden ayrılması için, vahyin muhtevası, bizzat Allah tarafından ulaştırılmıştır. Allah, vahyi, ilhâm ederek, bir sesi işittirmek, kalbine mânâları koymak ve rüyasında göstermek gibi değişik şekillerde vermiştir.9

Vahye muhatap olmak, Allah'ın özel bilgi vermekle, bazı kimseleri imtiyazlı kılmasıdır. Bu durum, O kimseye (peygamber seçilen) Allah'ın bir ikramıdır. Nübüvvetin ayrıcalıklı tarafı, vahiy gelmesiyle sözde; mucize ile de fiillerde görülür. Bu delil ve özelliklerin en yücesi, Musa'ya (a.s.) nasip olmuştur. O Allah'la konuşmuştur.10

Hz. Peygamberin (a.s.) bir hadiste haber verdiği gibi,11 melek, kimi zaman Peygamberin kalbine Allah'ın kelâmını üflemek şeklinde ulaştırmıştır. İşitme olmadan, sadece kalbe gelen bu vahyin bir benzeri, şu âyette görülür: "Onu, insanlara uyarıcı olman için kalbine Cebrail indirdi. Bir vakit Rabbin meleklere, 'Ben sizinle beraberim, mü'minlere destekçi olun' diye vahyetti." (Şuârâ, 26/193; Enfâl, 8/16)

IV- Nübüvvet kurumunun Neticeleri

a- Teknolojinin temellerini peygamberler atmıştır: Mânevî yükselişin şaşmaz rehberi peygamberler olduğu gibi, insanoğlunun maddî terakkisinin ilk önderleri ve ustabaşıları da onlardır. Kur'ân, Hz. Nuh'un, tufan öncesinde gemiyi Allah'ın "emri ve nezareti altında" yaptığını bildirmekle, (Hud,11/37) Nuh'un (a.s.) gemicilerin piri olduğunu haber verir. Denizler, ağır yüklerin en ucuza taşınma vesilesidir. Demirin ve bakırın kendisine yumuşatılıp Davut peygamber için akıtıldığını haber veren (Sebe', 34/12) Kur'ân, bütün teknolojinin en önemli gelişmesinden söz etmektedir. Dolayısıyla Davud (a.s.) hem nebi hem de sanayicidir. Savaştan korunmak için zırh yapmıştır. (Enbiya, 21/80) Hz. İdris terzilerin; Yusuf (a.s.) ise saatçilerin ustabaşısıdır. Cenâb-ı Hak, Hz. Süleyman'a ihsan ettiği, uzun mesafeyi, havada, kısa sürede alma mucizesi ile insanlığa uçuş mucizesini öğretmiştir.

Sondajla su çıkarma tekniği, Mûsâ (a.s.)'ın asâ mucizesinin hediyesidir. Âsâ'sını taşa vurmakla, on iki ayrı kabilenin ihtiyacı olan su kaynaklarının fışkırması, bize bunu öğretmektedir. Bugün, insanlar gelişmiş sondaj aletleriyle, yerin metrelerce derinliklerine inerek, hayat kaynağı olan suyu çıkarmakta ve çölleri yeşile çevirme imkânı bulmaktadır.

Süleyman peygamberin yanında bulunan ve semavî kitapların esrarına vakıf bir âlimin uzak mesafedeki Belkıs'ın tahtını ve yanındaki insanları Hz. Süleyman'ın yanında hazır ettiğini bildiren Kur'ân; günümüzün televizyon, uydu anteni, telekonferans, internet ve -henüz gerçekleşmeyen- eşyanın aynen nakli gibi sistemlere işaret ederek, insanları bunların benzerini yapmaya teşvik etmektedir. (Neml, 27/40)

Tıp ilmindeki hârikaların ilk örnekleri, Hz. İsâ'nın mucizevî eliyle insanlığa gösterilmiştir. Anadan doğma körleri, alaca hastalığını ve ölüleri Allah'ın izni ile dirilten Hz. İsâ'nın, mucizelerinin ortak mesajı şudur: "Ey insan, Benim için dünyayı terk eden bir kuluma iki hediye verdim: Biri manevî dertlerin dermanı, diğeri de maddî dertlerin ilâcı. Ölmüş kalbler hidâyet nuruyla diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim hikmet eczahânemde her derdine devâ bulabilirsin." Hikmet eczahânesi tabiattır, bitkiler, ağaçlar, madenlerdir… Şu âyet günümüzdeki tıp ilminin ulaştığı merhalenin çok daha ilerisini insanlara hedef olarak gösteriyor.12

b- Medenî olmayı öğrettiler: Ahlâk ve muâşeret kaidelerini bilmeyen insan, cemiyetten uzak, a-sosyal bir hayata mahkûm olur. Böyleler, yüksek bir ilim sahibi olsa da, mesajını insanlara ulaştıramaz. İnsanlar duygu ve kaygılarını aşamadıkları sürece iletişimi sağlıklı bir zemine getiremez. Karşılıklı hoşgörü, doğru fikirlerin ulaşması ve benimsetilmesi için gerekli stratejiler insanın aniden keşfedeceği psikolojik kaideler değildir. Peygamberler bu noktada da insanlığın nûmûne-i imtisâli olmuştur.

Allah, Hz. Musa ile Hz. Harun'a Uluhiyet dâvâsına kalkışan Firavun'a gidip yumuşak bir sözle hitap etmeleri; belki böylece Allah'tan korkarak söz dinleyebileceğini söylemiştir. (Taha, 20/44) Bu ayette ters kutuplar arasındaki iletişimle ilgili dikkate değer bir metod vardır: Yumuşak sözle hitap etmek. Peygamberlerin "Allah'ın emrini tebliğ etme" sırasında dikkat ettikleri bu hususla ilgili, birçok örnek ve âyet vardır. Cenâb-ı Hakk Peygamberimize (asm) de, "Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden yüz çevir." (A'raf, 7/199) buyurur; "adâletli olmayı, ihsanı, akrabaya iyilikle muâmele etmeyi" emreder. İnsanlar Hz. Muhammed'in çevresine hilmi sayesinde toplanmıştır. Kur'ân, "katı ve sert davranması halinde çevresindeki insanların dağılıp gidecekleri" uyarısını yapmıştır.13 (Nahl, 16/90; Al-İ İmran, 3/159) Hilm ile muâmele, merhamet ve şefkatle ve hitap etmek gibi bir çok iletişim teknikleri bize Peygamberler eliyle getirilmiştir.

c- Aklı kullanma yolunu açtılar: Aklî kıyaslar yaparak insanlarla en güzel şekilde mücadele etmenin metodlarını bildirmişlerdir. İbrahim (a.s.) ile Nemrud arasındaki mücadele bunun örneklerinden biridir. (Bakara, 2/258) Kur'ân, tebliğ esnasında, "hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele şekli ile" hareket edilmesini emreder. (Nahl,16/125) İbn Rüşd bu âyete dayanarak, insanları ikna olma bakımından, hikemî, cedelî ve hatabî olmak üzere üç tipe ayırmıştır. Hikemî tipe girenler, en üst seviyedeki insanlar olup, kesin aklî, ilmî ve felsefî deliller ile ikna edilebilir. Cedelî tip ise, karşılıklı konuşma, cedel/diyalektik sonucunda, bir fikri tasdîk eder. Hatabî ve iknaî tiplerin ise duygu ve sezgi yönleri daha kuvvetlidir. Bu tür insanlar vaaz, nasîhat yollu sözler ile gerçeği tasdik ederler.14

Sonuç

Allah insanı kâinatın en yüce, şuurlu canlısı olarak yaratmıştır. Akıl ise insanın yüceliğini fark ettiren bir nimettir. Fizikî ve sosyal hadiseler arasındaki ilişkileri tesbit ederek bir takım umûmî prensiplerin varlığını keşfetmek, aklın varabileceği sonuçlardır. Bunları müsbet ilim, fen ve teknoloji; psikoloji ve sosyoloji, estetik gibi disiplinlerde görmekteyiz.

Mezkûr gelişmeler genelde, insanın bedenî ihtiyaçlarını telâfi etmeye yöneliktir. İnsanın bir de ruh ve metafizik yönü vardır. Akıl hangi bilim ve teknikte ne kadar ileri giderse gitsin, ruhun, kalbin, insandaki mânevî lâtifelerin ihtiyaçlarını örtemez. Peygamberlik, varlığın mânevî boyutu olan ilâhî âlem ve Allah'la ilişkimizi kuran bir sistemdir. Akıl, gerçek kıymetini, nübüvvetin getirdiği vahiy nuruyla, varlığımızın ikiz kardeşi olan ruhânî yönümüzü anlama gayreti ile kazanır. Aksi halde, gökteki güneşin ışığına gözlerini kapatarak, elindeki sönük fenerle yol almaya çalışan zavallı kişiden farksız bir duruma düşeriz.