İletişim ve Risale-i Nur

II. Arama Konferansı Sonuç Raporları

III. Masa: Küresel Köyde Küresel Fakirlik-II

Modern bilim ve ideolojik paradigmanın etkisinden sıyrılıp baktığımızda görülüyor ki, maddeci yaklaşıma göre temeldeki bakış açısında problem vardır. Burada insan ile tabiat arsındaki ilişki, uyum ve uzlaşma yerine mücadele ve egemenlik olgularıyla açıklanmaktadır. Nitekim bu teze göre, verimli alanların keşfedilmesi, tarım devrimi ve bunun sonucu yerleşik yaşama geçilmesi ile birlikte insanoğlu sahip olduğu bilgi birikiminin artması ve yaptığı buluşlar sayesinde, tabiata boyun eğmekten kurtulmuş, emeğiyle doğayı dönüştürerek, ona egemen olmaya ve böylece kendi hayat standardını üretmeye ve biçimlendirmeye başlamıştır. Oysa, bilgiyi bir "güç göstergesi" olarak algılayan böyle bir yaklaşım, hiçbir zaman tabiat hakkındaki bilgiyi tüketemeyeceğini ve hiçbir zaman sınırsız arzularını doyuramayacağını atlamaktadır. Bu nedenle de bilginin aydınlatıcılığından ve dünyevi nimetlerin lezzetlerinden daha sınırsızca tat alma zevkinden de kendini mahrum bırakmaktadır.

Nitekim yeryüzünde bilim ve inanç başta olmak üzere bütün maddi ve manevi değerlerin Batı insanının dünyayı cennete dönüştürme ideali için kullanılmaya başlandığı, yeni bir çağa gelindi. Bu çağ Allah ve Peygambere kafa tutan İsrailoğullarının tohumlarını attığı, dünyevileşmeyi akıl ve vicdan dışı Katolik inançlardan kurtulmak isteyen Protestanlığın beslediği yeni bir çağdı: Kendi değerini kendinden menkul olarak kutsallaştıran akıl üzerine kurulu bu çağın adı Aydınlanma çağı, ürettiği ideolojinin adı da modernizmdir.

Bilimsel gelişmelere dayanarak kurulan Sanayi Devrimi insanlık tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Sanayi Devrimi'nden sonra günümüze kadar özellikle bilim ve teknolojide baş döndürücü gelişmeler ortaya çıkmıştır. Günümüzde insanoğlu, gıda ürünleri üretimi açısından da hava ve iklim şartlarına bağlı olmaktan kurtularak 6 milyarı aşan dünya nüfusunun yaklaşık iki katını sağlıklı bir biçimde besleyebilecek düzeye gelmiştir.

Ancak günümüzde iletişim imkanlarının gelişmesiyle birlikte dünya küresel bir köye dönmüş olsa da, insanlar, toplumlar ve milletler arasında gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak küresel sömürü mekanizmalarından kaynaklı farklılıklar, eşitsizlikler sürmekte, hatta artmaktadır. Burada yoksulluğun, sefaletin, açlığın, kitle ölümlerinin oluşumunda modern Batı ideolojilerinin ve bu ideolojilerin haklı çıkartılması için harcanan emeklerin ve yapılan savaşların rolünü unutmamak gerekir. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle büyük bir köye dönen dünyamızın ağaları, dünyanın bugün fakir olarak nitelendirilen kıtaları ve insanlarının sırtlarından ve topraklarından çaldıkları nimetlerin büyük ve yağlı kısmına el koymakta, geri kalanını ise dünyanın diğer fakir/mazlum toplumları paylaşmaya çalışmaktadır.

Bununla yetinmeyerek, modern/modern-dışı ayrımının bir uzantısı olarak, gelişmiş/geri-kalmış, zengin/fakir, çağdaş/çağdışı gibi ayrımlarla, Allah'ın yeryüzünde bir temsilci/halife olarak yarattığı kutsal insanlığı, değersizleştirmekte, dünyevileştirmekte, kendi fakirliği ve yalnızlığı, aşağılanmışlığı ile baş başa bırakmaktadırlar. Timsahın gözyaşları kabilinden, vicdanlarını ikna etmek veya eleştiriler, tepkiler ve saldırılardan kaçmak için kurdukları örgütler aracılığıyla, ölmeyecek kadar, çürümüş, kokmuş, bozulmuş, haram kokan artıklarını bir büyüklük edasıyla dağıtmaktadırlar.

İnsanın biyolojik varlığını sürdürebilmesi için gereken gıda, barınak ve giyim miktarı, içinde bulunulan zamana ve topluma göre büyük değişiklikler gösterebilmektedir. Ancak insanların kitleler halinde açlıkla karşı karşıya kalışları, Batı sömürgeciliği ile başlamaktadır. Mesela, Avrupa kıtasında sanayi devrimi öncesinde feodallerin ve kilisenin, sanayileşme sonrasında ise baronların ve asillerin baskıları altında yaşayan kitlelerin büyük bir kısmı, bu anlamda fakirlik içinde yaşamakta veya fakirlik tehlikesi ile karşı karşıya karşıyaydı. Ancak daha acıklı, dramatik örnekler dünyanın diğer kıtalarında da yaşanmaya başlandı. Özellikle Batılı kaşiflerin/sömürgecilerin ve talancı/hırsızların önce Amerika, ardından Afrika, sonra Avustralya ve Asya kıtalarının öz kaynaklarını sömürmeye başlaması ve buralarda yaşayan insanların çalışma ve üretme imkanlarını ve yeteneklerini ellerinden almasından sonra, buralarda yaşayan insanlar karın tokluğuna bile değil, ölümüne Batılı aç gözlü efendileri(!) için çalışmak zorunda bırakıldılar.

Yirminci yüzyılda kapitalizm ile sosyalizm ideolojileri arasında yaşanan tartışmalarla ilintili olarak, siyasi, hukuki ve sosyal alanlarda sanayileşmiş ve zengin ülkelerde fakirlerin durumları göreli olarak düzeltilebildi. Ne var ki, bu ülkelerin bile önemli bir nüfusu azınlıktaki zengin nüfusa oranla çok fakir durumdadır. Bu durum zihin ve ideolojik bağlamda Batılılaştırılmış toplumlarda kelimeler ve kavramların anlatmakta yetersiz kalacağı bir perişanlık içindedir.

Bediüzzaman'a göre yeryüzündeki çatışmaların ve savaşların en önemli nedenleri, insanı sadece ekonomik bir varlık seviyesine indirgeyen modern tüketim ve sömürü ideolojileridir. Sermaye birikimine dayalı sermayecilik ve faizcilik ile, fakir ve zayıf olanın sırtından geçinmeyi ilke edinen güçlüyü ve uyanık olanın her türlü davranışını meşrulaştıran kapitalizm, kitleleri fakirleştirmiş, güçsüzleştirmiş ve zengin tabakanın kölesi haline getirmiştir. Bu ideolojiye karşı çıkan sosyalizm ise, insanı aynı şekilde ekonomik bir varlık olarak gördüğü için, kişiler yerine devlete köle yapmıştır.

Bediüzzaman, toplum hayatında denge, düzen ve güvenin korunmasının temel şartı olarak, toplumsal tabakalar arasında boşluğun ve uçurumun olmaması gerektiğini savunur. En dengeli toplumsal tabakalaşma biçimi, zengin ve fakir sınıflar arasındaki gelir ve hayat standardı arasındaki farkın en az olduğu toplumsal yapıdır. Eğer zengin tabaka ile fakir tabaka arasında büyük bir uçurum olursa, fakirlerden zenginlere doğru düşmanlık ve saldırılar artar. Zenginler de fakirleri aşağılar ve güven duymaz. Maalesef bugün dünyanın en önemli problemlerinden birisi de güven bunalımıdır.

Bu nedenle, sosyal, siyasi, hukuki ve ekonomik anlamda toplumlar arsındaki farkların ve zıtlıkların azaltılması veya en aza indirilmesi için çalışmak gerekir. Bugün yeryüzünde küresel bir fakirlik vardır. Bu insanlar kendilerini dışlanmış ve önemsenmemiş olarak hissetmektedir. Bu psikolojinin sonucunda, önlerine çıkan bütün değerleri ve güçleri düşman olarak görmektedirler. Küresel köyün muhtarları fakirleşmeye/insandışılaşmaya mahkum etmeye çalıştıkları bu kitlelerin tehdidinden kurtulmak istiyorlarsa, yüzyıllardır bir azınlık tarafından kullanılan dünya nimetlerini, emperyalist, sömürgeci bir mantık ile değil, insani ve adil bir yaklaşımla paylaştırmaya çalışmalıdırlar. Yoksa, Asya ve Afrika'nın fakir bırakılmış kalabalık kitleleri tarafından talan edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirler.

Nitekim fakirleştirilmiş kitlelerin içinde bulunduğu yıkıcı psikolojiyi anlatmak için değersizleşme ve düşmanlık duygusunun yansımaları bize küresel terörün ipuçlarını da verebilir. Bu insanların içinde bulundukları bazı tutumlar şunlardır:

1- Dışlanmışlık Duygusu: Fakir insanlar, kendilerini toplumdan dışlanmış ve reddedilmiş olarak algılarlar. Bu algılar genel olarak ele alındığında ise karşılıklı bir "toplumsal dışlama"ya işaret etmektedir. Ancak bu toplumsal dışlama fakirlerin yaşadığı bir "durum" değildir. İnsanların sürekli olarak içine itildikleri, onur duygusunun kaynağı olan temel haklarından yoksun kaldıkları bir süreçtir Bunun yanında yoksulluğun en doğrudan sonucu açlıktır. Açlık bir yandan hayatın dışına itilmeyi ifade eden ölüme yol açarken, bir yandan da bireylerin bedensel ve zihinsel kapasiteleri üzerinde kalıcı hasarlara yol açarak fakirliği kangren haline getirir.

2- Kendi Hayatını ve Davranışlarını Kontrol Edememe Hali: Fakirlik, benlik saygısını ve insan onurunu zedeler. Bu, kişinin kendini tanımlamasında ve başkalarının kendisini tanımlamasında bir değer yitimine/değersizliğe yol açar. Bu durum dışlama mekanizmasının doğrudan sonucudur. Bunun sonucu olarak birey ahlaki olarak da değersizleştirilmekte, toplum tarafından 'öteki', 'aşağı' olarak nitelenmekte, toplumsal açıdan da 'tehlikeli sınıflar', 'riskli gruplar' olarak kategorize edilmektedir. Bu sürecin sonucunda bireyler kendi hayatlarını kontrol edememektedirler.

3- Siyasal Dışlanmışlık Hali/Vatandaşlık ve Tabiiyet Krizi: Kamusal alanda fakirliğin dışlayıcı etkisi, geniş halk kesimlerinin politikadan uzaklaşmasına, giderek politika karşıtı bir konumlanmaya yol açar. J. Habermas'a göre bunun en açık anlamı 'yurttaşlık krizi' ya da 'temsili demokrasinin krizi'dir. Yoksulluk nedeniyle dışlanan bireylerin, yurttaşlığa ilişkin haklarla olan bağları tahrip olur ve sisteme olan güvenleri sarsılır. Temsili demokraside "oylarıyla seçmenler, tercihlerini ifade etmiş olurlar". Sisteme güveni sarsılan bireyin, kendini politik yaşamın dışında hissetmesi ve politik yaşamın hiç sürecine katılmaması, kendini temsil sürecinin dışında algılaması 'temsili demokrasinin' günümüzde yüz yüze kaldığı en büyük problemlerden birisidir.

4- Her Türden Değere Güvensizlik ve Düşmanlık: Bugün iletişim araçları sayesinde dünya yüzündeki bütün yeniliklerden ve cazip ürünlerden haberdar olan, ancak ona ulaşamayan kitleler, bu nimetlere sahip olan ama kendileriyle paylaşmaktan kaçanlara karşı bir güvensizlik, düşmanlık ve öfke duymaktadırlar.

5- Benim Olmayan Kimseye Nasip Olmasın Duygusu: Bilim ve teknolojiye dayalı bütün medeniyet değerlerine karşı bir olumsuz isyankarlık ve yıkıcılık duygusu gelişebilir. Bugün küresel adaletsizliğin körüklediği hukuki, siyasi, sosyal ve ekonomik problemler, sadece Batı demokrasi anlayışını tehdit etmekle kalmamaktadır. Habermas ve diğer bazı Batılı düşünürler sadece kendi ürettikleri siyasal ve sosyal sistemin sürekliliği açısından bakmaktadırlar. Oysa durum daha derin insani ve dramatik bir anlama sahiptir. Aşağılanmışlık ve dışlanmışlık duygusunun baskısı altındaki kitleler yıkıcı ve tüketici duygularla, sadece haklı bazı hedeflere yönelmekle kalmamakta, aynı zamanda her türlü insani değere karşı bir düşmanlık beslemektedir. Tehlikede olan sadece bazı sistemler ve yapılar değildir, aynı zamanda dünya küresi toptan tehlike altındadır.

Sonuç olarak modern Batı medeniyeti zenginliği olumlu, fakirliği olumsuz bir değer olarak benimsemesine, hatta kendisinin fakirliği ortadan kaldırıp, dünyevi bir cennet kuracağı vadine rağmen, fakirliği, dünya insanlığının daha derin, daha kronik ve altından kalkılması güç bir hastalığı haline getirmiştir. Fakat hastalık sadece Batı medeniyeti mensuplarını etki altına almakla kalmamış, bütün yeryüzünde yayılmıştır. İnanç sitemi olarak bu hastalıktan en uzak olması gereken Müslüman ülkelere ve insanlarına baktığımızda da fazla farklı bir manzara görülmüyor. Her yerde mutlu bir azınlık ve mutsuz fakir bir kalabalık! Hatta Müslüman despot ve diktatörler bu zıtlığı Batılı üstadlarından daha acımasız ve açık biçimde yapıyorlar. Nitekim bu çelişkili durumu, güncel bir örnek bize apaçık gösteriyor. Güney Asya'da meydana gelen tusunami felaketi karşısında, Batılı devletler göreli olarak yardım etmeye çalışırken, Müslüman ülkelerin zenginlerinin hiç oralı olmadıkları görülüyor. Bu durum fakirliğin dışsal/olgusal bir hastalık olmaktan daha çok içsel/deruni bir anlam taşıdığının göstergesidir.

—son—