Hz. İsa Lâik Miydi? – II

Zaten, Kur'ân, 'kalblerindeki eğrilik' yüzünden Kur'ân âyetlerini bile yanlış yorumlayıp sapanlardan söz etmekte değil midir? Âyetin hakikati, onların yanlış yorumundan elbette münezzehtir. Yanlış da, sorumluluk da kalbinde eğrilik olanındır.

Bilindiği üzere, laikliğe dair birçok bahiste, Hz. İsa'ya atfedilen "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a" sözü, cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımının özeti ve de laikliğin önsözü olarak yorumlanır. Bu ise, aslında, 'Laikliği Hz. İsa başlattı' demeye gelir. Batılı düşünürlerin böylece dinî bir temele dayandırdığı bu laiklik tahlilini olduğu gibi alan İslâmcılarımız ise, ardından 'bizim Peygamberimiz'den örneklerle İslâm ve laikliğin bir arada olamayacağını söylerler.

Hıristiyanî bir iklimde gelişen laik zihniyetin, kendine toplum nezdinde bir yer edinmek üzere Hıristiyanî söz ve kavramları laik bir yorumlamaya tâbi kılması elbette mümkündür ve bu çerçevede "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a" sözü de pekâlâ bir suiistimal konusu edilmiş olabilir. Ama, İslâmî bir ortam içinde laikliği yerleştirmek isteyenlerin sergilediği fikir cambazlıklarına aşina olan Müslümanların, hemen bu sözü ve Hz. İsa'yı 'laiklik'le lekelemesi kesinlikle yakışıksızdır. Eğer bu söze dayanarak İsa Aleyhisselâm'ı 'laikliğin başlatıcısı' gibi görmek doğruysa, hâşâ, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) 'Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın' hadisini dünyevîleşme ve laikliğin meşrûiyet kaynağı olarak kullananlara da ses çıkarmamak gerekir. Hatta, Kur'ân'ın "Bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver" misali âyetlerinden laiklik üretenlere de ses çıkarmamak gerekir.

Gerek Kur'ân'dan, gerek hadisten 'laiklik' yorumları üretmeye çalışanlara karşı haklı olarak mücadele ederken, kendi kültürel ortamlarında aynı işi Hz. İsa'yı 'kullanarak' becermek isteyenler olabileceği ihtimali niye düşünülmez?

Maamafih, bize göre muteber kaynaklarda geçmediği için, Hz. İsa gerçekten böyle bir söz söyledi mi, bilmiyoruz. Ama, Hıristiyanî kaynaklarda geçmesi, yukarıda değindiğimiz gibi, bir sözün muhakkak yanlış olduğu anlamına gelmiyor.

Burada, bir sözün makamını anlamak için ortaya konulan kıstaslar, sanırım açıklayıcı ve bir peygambere yönelik iftirayı kaldırıcı olacaktır. 'Unsuru'l-Belâgat' müellifi, bu kıstaslara şöyle değinmektedir:

"'Söylenene bak, söyleyene bakma,' söylenilmiştir… Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi [bunlara da] dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir."

Belâgat açısından elzem olan bu tavrın belki en çarpıcı misalini ise, kendisinin 'Sıddîk' ünvanıyla anılmasına vesile olan olayda, Hz. Ebubekir verir. Bir grup müşrik, Ebubekir'e (r.a.) gelir ve 'Şimdi bakalım arkadaşın hakkında ne düşüneceksin? O bize dün gece Kudüs'e gittiğini, orada namaz kılıp geri döndüğünü söylüyor' derler. Hz. Ebu Bekir, buna karşılık, şu soruyu yöneltir: "Bunu siz mi söylüyorsunuz, o mu söylüyor?" Bunu o söylüyor, cevabı karşısında, Ebu Bekir (r.a.) şu karşılığı verir: "O söylüyorsa doğrudur."

Zira, söylenen söz kadar, söyleyen de önemlidir. Düşmanları nezdinde bile 'el-Emîn' olarak anılan, Rabb'inin vahyine elçi olan, hayatında ve sözlerinde asla yalan bulunmayan ve birçok ilâhî mucizenin mazharı olan bir nebînin söylemesi ile başka birinin söylemesi elbette aynı şeyler değildir.

Keza, dünya ve âhireti birbirine bitişik iki ayrı alan olarak gören, âhireti âdeta Türkiye sınırının bittiği yerde Bulgaristan sınırının başlaması gibi yatay bir düzlemde gören bir insanın "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın" sözüne yüklediği anlam ile, "Dünya âhiretin mezraasıdır" buyuran ve Mi'racı ile âhiret âlemleri kendisine gösterilen bir zâtın bu sözü söylerken ifade ettiği anlam aynı olmayacaktır. O şanlı nebî, bu söz ile mü'minlere dünyanın âhirete ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzünde fena ve zeval olmadığını, dünyanın o yüzüne muhatabiyetin ebedî bir Cennete mazhariyetin önsözü olduğunu öğretmekte; dünyanın fani yüzüne takılıp kalmaktan kurtulma çaresi olarak da 'ölümü hatırlama'mızı önermektedir. Fani dünyanın fani lezzetlerini tahrip edip acılaştıran ölüm, bize haşri, Mahkeme-i Kübra'yı, âhiret âlemlerini, Cennet ve Cehennemi hatırlatmakta; böylece dünya hayatını 'âhirete ve esmâ-i hüsnâya karşı' değil, 'âhiret ve esmâ-i hüsnâ için' yaşama haline tekrar kavuşmanın önsözü olmaktadır. Dünya ve âhireti iki ayrı alan olarak gören; ve 'iki tarafı da idare ettiğini düşünen' laik kafalar bu sözü kendi anlayışlarınca yorumluyor ise, yanlış olan bu yorumdur -sözün kendisi değil.

Zaten, Kur'ân, 'kalblerindeki eğrilik' yüzünden Kur'ân âyetlerini bile yanlış yorumlayıp sapanlardan söz etmekte değil midir? Âyetin hakikati, onların yanlış yorumundan elbette münezzehtir. Yanlış da, sorumluluk da kalbinde eğrilik olanındır.

Aynı şekilde, "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın sözü Allah'a" sözü, bir tevhid peygamberi olarak İsa Aleyhisselâm söylüyorsa başka; cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımını formüle eden bir Hıristiyan bilgini veya rahibi söylüyorsa başka türlü yorumlanmalıdır. Diğer bir deyişle, bu sözü Hz. İsa söylüyorsa doğrudur ve 'nebevî ölçüler dahilinde' anlaşılmalıdır. Ama gerçek İsevîlik'i cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımı ile laikleştiren ve 'şeriatsız bir din'e dönüştürerek dünyevî iktidarlarla barıştıran biri söylüyorsa yanlıştır. Söz Hz. İsa'nın sözü olarak doğru da olsa, söz konusu kişilerin yaptığı yorum yanlıştır.

Bir kez daha belirtelim: Hz. İsa, bir peygamberdir. Ve bütün peygamberler, müslimdirler. İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği saf dini içerir. Nitekim, tüm peygamberlerin 'kardeşi' olduğunu beyan eden Hz. Peygamber, "Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri 'lâilâhe illallah'tır" hadisiyle de aynı nebevî asla dikkat çekmektedir.

Ve bütün peygamberler, bize bir 'denge' halini öğretmiş; bizi, dikkat edilmediği takdirde gayrikasdî bir nazarla rahatlıkla düşülebilen ifrat ve tefrit çukurlarından kurtarmış, bu çukura düşenleri de kurtarma cehdinde olmuşlardır. Irk ayrımının galeyanda olduğu bir asırda "Başınızdaki kişi Habeşî bir siyah köle olsa bile ona itaat ediniz" diyerek ulu'l-emre itaatin altını çizen Peygamber'in (a.s.m.), aynı zamanda "Yaratıcıya isyan konusunda yaratılana itaat yoktur" da buyuran peygamber olması, bunun en net örneklerinden biridir. "Korkma, Allah bizimledir" buyuran Nebi (a.s.m.), aynı zamanda, savaşa zırh giyerek çıkan; Medine etrafına hendek kazdıran nebîdir. "Mülk O'nundur" dersini durmaksızın veren Resûl (a.s.m.), aynı zamanda, "Bende bir hakkı olan varsa işte sırtım, gelsin alsın" buyuran resûldur. Hiçbir zaman, ondan, "Zaten mülk Allah'ın değil mi? Sen hâlâ hangi haktan söz ediyorsun?" gibi bir söz sâdır olmamıştır.

O nebîlerin ve elbette Hâtemü'l-Enbiya'nın (a.s.m.) talimiyle, mü'minler kimi kritik ayrımların şuuruna ermişlerdir. Esbab dairesi-itikad dairesi, mülk âlemi-melekût âlemi, şehadet âlemi-gayb âlemi, hukuk-u ibad-hukukullah, dünya-âhiret gibi ayrımlar bunun örneğidir. Fakat, zahirperestlerin zannettiği gibi, bu ayrımlar, aynı cinsten şeylerin ayrımı değildir. Ayrımın iki ucunda yer alan iki âlem, iki daire veya iki hukuk aynı düzlemde değildir. Biri asıl, diğeri ise nisbî ve itibarîdir; itibarî olan, asıl olan itibarıyla ve ona nisbetle bir varlık ve anlam taşımaktadır.

Buna göre, aslolan melekût âlemidir, âlem-i gaybdır, daire-i itikaddır ve âhirettir. Dünyanın âhirete nisbetle bir değeri vardır. Şehadet âlemi, adı üstünde, 'âlem-i gayb'ın şahidi olmak üzere vardır. Mülk âlemi, âlem-i melekûtun önünde tenteneli bir perdedir. Daire-i itikad asıldır, yani sebepleri ve sonuçları yaratan O'dur; ama sebepleri, şu dünyanın imtihan meydanı oluşu gibi çok hikmetlere binaen kudretinin önünde bir perde kılmıştır -şeytana ve nefsine râm olanların hakikati görmemesine yeten, ama hakkı arayan ve fıtratını bozmayan insanların hakikati bulmasına engel olmayacak kadar da ince bir perde…

Keza, hukukullah, hukuk-u ibadı da içermektedir. Allah'ın kulu üzerindeki haklarından biri, o kulun, Allah'ın hayat ve vücud verdiği sair kulların hukukunu çiğnememesidir. Dünya diye bir yer ve dünya hayatı diye bir hayat vardır; ama bu dünya 'esmâ-i hüsnânın cilvelerinin sergi yeri ve âhiretin tarlası'dır; dünya hayatı da bu şuurla yaşanmalıdır. Sebepler yalnızca bir perdedir; her şey O'ndandır. Şu âlem, 'şiddet-i zuhurundan gizlenen' Zât-ı Kibriya'nın varlığına şahit olmak üzere vardır.

Kısacası, bütün bu ayrımlar, laiklerin dini vicdanlara hapseden veya din ile devletin arasına duvar ören ayrımları türünden 'yatay düzleme ait' ayrımlar değildir; bilakis, her şeyi bir dengeye oturtan 'dikey düzleme ait' ayrımlardır. Bu ayrımlar, insanı meselâ ateizmden de, panteizmden de kurtarır. İfratı reddederken, tefrite düşmekten alıkoyar. Mu'tezilî olmayayım derken Cebriye olmaktan, Cebriye olmayayım derken Mu'tezilî olmaktan azade kılar.

Mü'min, esbaba tevessül eder; ama sonucu esbabdan bilerek değil. Mü'min, ulu'lemre itaat eder; ama hâşâ ulu'lemri ve/veya devleti putlaştırarak değil. Mü'min dünya hayatını yaşar; ama dünyayı âhirete bitişik, yani ondan ayrık bir âlem gibi düşünerek değil. Mü'min âlem-i mülkte yaşar; ama melekûta perde ederek değil. Ve yine mü'min, kulların hukukuna riayet eder; ama hukukullah gereği yapar bunu.

İşte, "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a" sözü, eğer İsa nebînin sözü ise, Resul-i Ekrem'in ders verdiği bu hakikatler ışığında anlaşılmalıdır. Bu çerçevede yorumlandığı sürece, bu söz son derece doğru, son derece anlamlıdır. Nitekim, her mü'min bu sözün sunduğu nebevî denge halinde yaşama durumundadır.

Ehl-i dünya için, yalnızca 'Sezar'ın hakkı' vardır. Onun dünyası 'sebepler dünyası'ndan ibarettir. O, aynayı merci, gölgeyi asıl sanır. Sonucu sebeplerden bilir. Öyle olduğu için de, iş 'sebep Sezarları'nda biter. Esbab şirkine dûçar olmuş bir kişi, her şeye sebeplere ve vasıtalara taksim eder, sonuçta Allah'a tevdi edilecek hiçbir 'hak' kalmaz. Mü'min ise, sebebi ve sonucu Rabb'inden bilir, ama sebebi inkâr etmez. Meselâ, meyveyi alırken bilir ki, o meyve ne ağacın yaratmasıdır, ne de bahçıvanın; ağacı yaratan da O'dur, bahçıvanı yaratan da, meyveyi yaratan da. Mü'min, bu hakikati bilir, meyveyi sebeplere havale etmez; asıl olan 'daire-i itikad' açısından, durum budur. Ama, Allah'ın bir kulu olan, O'nun verdiği kol ve beyin gücü ile iş gören, O'nun yarattığı toprakta O'nun fıtrî şeriatına uyan bahçıvanın, 'daire-i esbab' açısından, bir 'kesb'i vardır; mü'min ona bu emeğinin karşılığını verme durumundadır. Mü'min 'daire-i esbab'da bahçıvana ücretini öder; ama 'daire-i itikad' açısından, hamd ve şükrünü meyve sonucunu ve bahçıvan, ağaç, toprak vs. sebeplerini yaratan Allah'a tevdi eder. Keza, bir ikrama muhatap olduğunda, ikram edene teşekkür eder; ama onu yalnızca 'icad' eden eli kısa bir 'vesile' olarak bilir; bu 'teşekkür'ü Rabb'ine yönelik 'şükr'ün engeli değil, önsözü kılar. Ki, bir hadisin ihbarıyla, 'İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükredemez.' Yani, ancak muhatap olunan kulun 'teşekkür' hakkını ödeyen kişi, Allah'ın 'şükür' hakkını ödemeye müyesser olur.

Kısacası, ayna muhafaza edilmelidir; çünkü mazhardır. Cenâb-ı Hak'tan gelen feyze ma'kes olur. Fakat ona, feyiz noktasında, vesilelikten öte bir makam verilmemesi de lâzımdır. Onun kaynak değil mazhar, asıl değil ayna olduğu kesinlikle unutulmamalıdır.

Kaldı ki, bu sözü, Hz. İsa'ya ait ise de laikliğin ifadesi olarak görenler, bu kafayla herhalde fukahayı da 'laik' ilân ederler! Zira, yukarıda sözü edilen İslâmî ölçülerin rehberliğinde düşünen; Kur'ân ve Sünnet'e dayanarak hükmeden fakihlerin ekserisi, gayrimüslim bir beldede yaşayan bir Müslümanın 'vergi kaçırması'nı caiz görmemişlerdir. Verilen zekâtı vergi yerine saymak mümkün olmadığı gibi, kaçırdığı vergiyi zekât olarak istimal etmek de caiz görülmemiştir. Bu hükümlerin gerisindeki hikmet ile, Hz. İsa'nın sözünün gerisindeki hikmet, birbirine muvafık düşmektedir.

Nebîlerin varisi olan, zira nebevî esaslara göre hükmeden fakihlerin hiçbiri laik olmadığı gibi, onların kendilerine varis oldukları nebîler de laik değildir. Her nebî ya bizatihî bir şeriatın elçisi olmuş veya kendinden önceki bir peygamberin şeriatını takip etmiştir. Bir nebî olarak Hz. İsa'nın din ile dünyayı, dünya ile âhireti ayıran ve laikliği işmam eden bir söz söylemesi mümkün değildir. Ama kalblerinde laiklik illeti taşıyanların Hz. İsa'ya atfedilen bir sözü laikliğin aleti kılmaları pekâlâ mümkündür. Bu, o laiklerin günahıdır. Hz. İsa dahil, tüm peygamberler, adı üstünde 'peygamber'dirler. Hiçbiri laikliğin ve dünyevîliğin adresi kılınamazlar. Tevhidin, saf dinin ve sırat-ı müstakîmin adresidir onlar.

—SON—