Gerçeğe Ulaşmada Engeller

Gerçeğe giden yol engellerle doludur. Bu engellere takılanlar hakikatın semasına kanat açamazlar, yereçakılıp kalırlar. Mesela, Hıristiyanlar özellikle şu üç engele takılıp kalmışlar, hak dinden udûl edip dalaletedüşmüşlerdir:

1- Aklı azl
2- Bürhanı tard
3- Ruhbanı taklit.1

Bu üç özellik, yaklaşık bin yıl devam eden skolastik felsefenin çerçevesini çizmektedir. Skolastik,bir kilise felsefesidir. Kilise yanında kurulan okullarda Hıristiyanlığın "dogma"ları tek taraflı olarakokutulmuş, muhatapların bunları tenkitsiz kabul etmeleri istenmiştir. Avrupanın Ortaçağda karanlıkta kalmasının anasebebi budur.

İnsanın iktidarı cüzî, isti’dadı muhtelif, arzuları değişik olduğundan binler perdeler, berzahlar içindegerçeği araştırır. Onun için gerçeğin keşfinde, hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazıları berzahtangeçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor.2

Şimdi, gerçeğe ulaşmada önümüze çıkan engellerden bir kısmını görmeye çalışalım. Buengellerin bir kısmı hususidir; bazı şahıslar içindir. Bir kısmı ise umumidir; hemen herkesin bu tür engellerdenhissesi vardır.

Subjektiflik

"Herkes kainatı kendi aynasıyla görür. Cenab-ı Hak insanı kainat için bir mikyas, bir mizansuretinde yaratmıştır. Her insan için bu âlemden hususî bir alem vermiş. O alemin rengini o insanın itikad-ıkalbisine göre gösteriyor. Mesela, gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretindegörür. Gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşesinden gülen bir adam, kainatı neşeli, güler gördüğügibi, mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet vetesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkarla ibadeti terkeden adam, mevcudatı hakikat-ı kemalatınatamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder".3

Bediüzzaman, harici alemin bize yansımasını "ayna" misaliyle açıklar. "Herkesin her gündeşu alemden mahsus bir alemi var. Hem o alemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbiidir. Nasıl ki ayinende görünenmuhteşem bir saray, ayinenin rengine bakar. Siyah ise siyah görünür, kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onunkeyfiyetine bakar. O ayine şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise çirkin gösterir…"4

Herkes kendi ayinesinin müşahedatına tâbidir. Mesela, güzel bir bahçeye giren iki kişiden biri, bahçeninçeşitli yerlerinde bulunan bazı pis şeylere bakar, midesi bulanır. Diğeri ise, ‘herşeyin iyisine bak’ diyerek o bahçeningüzelliğinden istifade eder.5 "Evet, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzetalır".6

Ülfet

Ülfet, çevremize, kainata ‘ben bunları biliyorum’ tarzında bakmaktır. Böyle bir bakış, etrafımızdaolup biten harikaları görmemize engel olur. Etrafına dikkatle bakmayanlar, nazar-ı sathî (yüzeysel bir bakış) ilebakmaya mahkum olurlar. Böyleleri "kâinat kaplarında, ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhaniyi zevkedemediğinden,kabı ve kapağı yalamakla"7 oyalanırlar. Halbuki, kap ve kapağı yalamak yerine, kapağı açsalar, ruhungerçek gıdasını elde edeceklerdir.

Harika bir şehir farzedelim. Bu şehirde her ev, planıyla, sitiliyle bir mimari şaheser; bu şehri meydanagetiren evlerin her bir taşı, binler nakışla nakışlanmış, duvarları en antika tablolarla süslenmiş olsun. Şimdibu şehrin sakinleri iki halden birisini yaşayacaklardır: Ya hayretten kendilerinden geçecekler veya ülfet sebebiyle buharikalığın farkına varmıyacaklardır. İşte kainat o şehirdir. En küçük zerresinden en büyük kürelerine kadarbaştan sona harikalarla doludur. Bunun farkına varanlar hayret ve muhabbetle kendinden geçmiş, ülfetle bakanlar ise,okuma bilmeyenlerin kitaba bakması gibi, bakıp geçmişlerdir.

Bediüzzaman’a göre ülfet:

– Cehl-i mürekkebin hemşiresi,
– Nazar-ı sathi’nin annesidir.8

Bir şeyi bilmemek, cehildir. Bilmediğini bilmemek, yani bilmediğinin farkına varmamak ise, cehl-i mürekkeb.İçinde yaşadığımız şu harika âlemde, güneşin her gün doğup batması, her sene bahar olması, kış olması gibiolaylar, devamlılık arzettiğinden, pek çok insanda harikalığı örten bir perde olmuştur. Ülfet perdesini yırtabilenler,kainata adeta başka boyuttan bakarlar. Başkalarının görmediğini görürler. İlmî keşiflerde bulunan kişilerin en seçkinbir meziyetleri, bu boyutu yakalamış olmalarıdır.

Bediüzzaman’ın şu açıklaması, gözümüzdeki gaflet ve ülfet perdesini aralayacak mesajlar verir:

"Beşer felsefesi, gayet harikulade olan kudret-i İlahiye mu’cizelerinin üstüne âdiyat perdesini çeker.O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o harika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruc etmiş,hususi bazı cüziyatı görür, ehemmiyet verir. Mesela, insanın yaratılışındaki kudret mu’cizelerini görmüyor,ehemmiyet vermiyor. Fakat kaideden çıkmış, iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp istiğrap ve velvele-i hayretile nazar-ı dikkati celbeder. Küllî, umumî mucizeleri âdet perdesinde saklar. Cüz’î ve kanundan çıkmış vetaifesinden ayrılmış maddeleri medar-ı ibret yapar.

"Hem mesela, hayvandan insandan yavruların pek harika, pek mu’cizatlı iaşelerini görüp ehemmiyetvermiyor. Fakat bir vakit Amerika’da bir gazetenin neşrettiği gibi, taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış,denizin dibine girmiş bir böceğin, bir yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar,şaşaa ile ilan etmişler. Halbuki, en cüz’î bir yavruda, memedeki ab-ı kevser gibi rızkında onun gibi binler rahmet veihsan mu’cizeleri var…

"İşte, hikmet-i Kur’aniye, o âdiyat perdesini yırtar. O küllî, umumî harika mu’cizeleri vefevkalade nimetleri beşere ders verir; Allah’ı tanıttırır. Küllî şükür namına ubudiyete sevkeder."9

Perdeler

Gerçekler, genelde ayan beyan değil, perdelerle gizlidir. Perdeleri aralayamayanlar gerçekleri göremezler.Mesela, hastalıklar Hz. Azrail’e, Hz. Azrail ruhların kabzedilmesine perdedirler.10 Gerçekte ise ölümütakdir eden Allah’tır. Yoksa Hz. Azrail, canının istediği zaman can alan bir yetkili değil, aksine kendisine verilentalimata göre hareket eden bir görevlidir.

a. Sebebler Perdesi

Cenab-ı Hak şu alemde sebeblerle tasarrufatta bulunur. Mesela, yağmur buluttan, meyveler ağaçtan,insanlar anne- babadan gelir, yani gönderilir. Kendisinin anne-babası tarafından yaratılamıyacağını anlayan insan,bulutun yağmur gönderemeyeceğini, ağaçların meyve yaratamıyacağını anlamakta zorlanmaz.

Bediüzzaman, sebeblerin birer perde olduğunu söyler.11 En büyük bir sebebin, en basit birneticeye kuvveti yetmez.12 Buna göre, "Sultan-ı Ezeli’nin memurları saltanat-ı Rububiyetin icraatçılarıdeğillerdir. Belki o saltanatın dellallarıdırlar ve rububiyetin temaşager nazırlarıdırlar".13

Bediüzzaman, bazı insanların sebebleri fail zannetmelerini şöyle bir misalle açıklar: Zahir nazarda dağlarındaire-i ufkunda semanın etekleri bitişik ve birbirine yaklaşmış görünür. Halbuki, dağların ufku dairesinden semanıneteğine kadar umum yıldızların matla’ları ve başka şeylerin meskenleri olan büyük bir mesafe olduğu gibi,sebeblerle neticeler arasında öyle bir manevi mesafe var ki, imanın dürbünüyle, Kur’anın nuruyla görünür.14

b. Zahir Perdesi

Zahir, eşyanın ve olayların dış görünüşüdür. Bu dış görünüş çoğu kere aldatıcıdır.Mesela, zahirde güneş dünyanın etrafında döner. Gölge sabittir. Hastalıklar çirkindir. Ölüm bir yok oluştur…Halbuki, dünya güneşin etrafında döner. Gölge hareketlidir. Hastalıklar, Rahmanî birer hediyedir. Ölüm, yeni birhayatın başlangıcıdır…

Kur’an-ı Kerim, herşeyin güzel yaratıldığını bildirir.15 Bediüzzaman, ayetin izahında şuaçıklamaları yapar: Herşeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde hakiki bir güzellik ciheti vardır. Evet, kainattakiherşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-übilğayr denilir…

Bahar mevsiminde, fırtınalı, yağmur-çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek vemuntazam nebatatın tebessümleri saklıdır.

Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pekçok manevi çiçeklerin inkişafıvardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok kabiliyet çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzündensünbüllenip güzelleşir. Güya, umum inkılaplar va tahavvüller birer manevi yağmurdur…

Atmaca kuşunun serçelere saldırması zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı osaldırı ile inkişaf eder.16

Gölgeler

Mecnun’un, aşk- ı hakiki ararken Leyla’ya takılması gibi, gerçeğe doğru yol alan insanın ayağıbazan gölgelere takılır. Mesela, rızkını ağasından bilir. Çiftliğini cennet zanneder. Amirinin gözüne girmeyi enbüyük gaye kabul eder… Halbuki bütün bunlar aslı bırakıp gölgeye yapışmaktır.

"Aşk şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbublara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibinidaimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut, o mecazi mahbub o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için baki birmahbubu arattırır, aşk-ı mecazi, aşk-ı hakikiye inkılap eder".17

Mevcudatta muhabbete vesile olan hüsün, ihsan ve kemalin hepsi, Baki-i Hakiki olan Allah’ın hüsün, ihsanve kemalatının işaretleri ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgesidir. Belki Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin gölgeleriningölgeleridir.18

Alet İlimlerinde Boğulmak

Özellikle medrese ilimlerini tahsil edenlerin takıldığı bir engel, alet ilimleridir. Bu engele takılmak,amaç ile aracı, gaye ile vasıtayı birbirinden ayırt edememekten ileri gelir. Arapça, mantık, belağat gibi aletilimleri, tefsir hadis fıkıh gibi yüksek ilimlere vesiledirler. Hakikat bu iken, Osmanlı’nın son zamanlarında bu aletilimleri maksud-u bizzat sırasına geçmiş, yüksek ilimler ihmal edilmiştir. Ayrıca, resmen tahsil silsilesine geçenkitapların zamanla artması, bütün vakti ve fikri kendisiyle meşğul edip, asıl ilimlere sıra gelmemiştir.19

Günümüzde de bu ilimleri tahsil edenlerden bazılarının, sadece alet ilimlerini bilmeyi gurur vesilesiyaptıkları görülmektedir. Halbuki, ilim gurura değil tevazua vesile olmalıdır. Sadece Arapça bilmek insanları alimyapsaydı bütün Arapları alim kabul etmek gerekirdi.

İlmi İstibdat

İlmî istibdad, düşünceye yapılan baskıyı ifade eder. Bu baskı, maddi olabileceği gibi, psikolojikde olabilir. Mesela, ihtilaflı bir konuda "bu budur!" şeklinde kesin bir ifade kullanmak ve başkalarını dabunu kabule zorlamak tam bir ilmî istibdattır. Abbasiler devrinde ikiyüz yıl boyunca Mu’tezile mezhebi mensuplarının,kendilerinden olmayanlara görüşlerini dayatmaları; ortaçağda kilisenin hür düşünenleri Engizisyon Mahkemelerinevermesi, ilmî istibdadın iki görünümüdür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle ilmî istibdad, "taklidin pederi veistibdad-ı siyasinin veledidir". Cebriye, Rafıziye, Mu’tezile gibi İslamiyeti müşevveş eden fırkalar, hep ilmîistibdadın neticesidir.20

Bütün bu engellere rağmen, bir hakikat aşığı ve bir gerçek arayıcısı olarak insan, hakikata ulaşmaya,gerçeği bulmaya gayret eder ve etmelidir. Zaman zaman ayağı engellere takılsa da, hemen doğrulup yolunda yürümelidir.Zira, engeler takılmak için değil, aşılmak için vardır.