Fıkıh Mezheplerinin Sosyal Yapı Perspektifinden Mukayesesi-II

– Said Nursi ve Şa’rani Örneği –

Örnek meseleler

Nursi, müçtehit imamların hepsinin mezheplerinin hak olduğu ve mezheplere intisap edenlerin kaderin hikmeti gereği bu yola sevk edildiklerini söylerken Şa'rânî'ye muvafakat etmektedir. Fakat o, mezheplerin aynı meseledeki farklı görüşlerini izah ederken felsefî, tarihî ve sosyal perspektiflere de başvurmaktadır.

Meselâ örnek olarak ele aldığı Hanefî ve Şafii mezheplerinin bir iki meseledeki yaklaşımlarının mukayesesinde birinin şehirliliğe, medenîliğe daha yakın; diğerinin köylülüğe, bedevîliğe daha yakın olduğu tespitini yapar ve ihtilafların, bu perspektiften bakınca anlamlı ve tutarlı hale geldiğini gösterir.

Biz öncelikle Nursi'nin örnek mesele olarak ele aldığı üç konuyu kısaca inceleyecek, ardından da bir iki meseleyi daha buna ilave edeceğiz.

Birinci Mesele: Namazda Fatiha Suresi’nin okunması

Şafii Mezhebi’ne göre namazda hem imamın hem de cemaatteki herkesin Fatiha okuması gerekir. Hanefîlere göre ise imamın okuduğu Fatiha cemaatin ayrıca okumasına gerek ve ihtiyaç bırakmaz. (Fethu’l-Kadir: I/ 338; el-Cassas: I/20-28)

Said Nursi bu ihtilafta “sosyal yapı”yı dikkate alarak, meseleyi “şehirlilik” perspektifinden ele almıştır. Hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle Şafii Mezhebi’ni benimseyenlerin çoğunlukla “cemaati bir tek vücud hükmüne getiren” sosyal hayatları eksik olduğundan her birinin kendi duasını ve ihtiyacını tek tek Allah’a arz etmeleri ve özel isteklerini belirtmeleri için imamın ardında Fatiha’yı ayrı ayrı okuduklarını söyler. Şafii Mezhebi’nin yaygın olduğu muhitlere göre nispeten şehirliliğe daha yakın toplumlarca benimsenmiş Hanefi Mezhebi’nde ise yalnızca imamın okuması bu toplumların yapısına uygundur. Çünkü “bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum nâmına söyler”; o bir kişinin sözü cemaatin sözü yerine geçer. (Sözler, s. 447)

İkinci Mesele: Necâsetten sakınma

Fıkıh kitaplarında ayrıntısı beyan edildiği şekilde, Şafii mezhebi’ne göre, namaz kılacak kimsenin vücudunda veya elbisesinde az bir necâset olsa namazına manidir. Hanefi Mezhebine göre ise katı necis maddelerde 1 dirhemi (3.5 gram) ve sıvılarda el ayası kadar bir alanı aşmayan necasete hoşgörü ile bakılmıştır. Vücuduna veya elbisesine kan bulaşan kimse ile ilgili İmam Şafii’nin (rh) Irak’ta iken verdiği fetvasının da Hanefilerinkiyle aynı oluşu; Mısır’a gittiği zaman verdiği fetvada (mezheb-i cedit’te) az da olsa yıkanmasını şart koşması manidardır. (el-Mizan: I/107)

Nursi, bu ihtilafı da aynı bakış açısıyla yorumlar: Köyün maişet tarzının insanları necis şeylerle içli dışlı olmaya mecbur bıraktığını, bu yüzden şeriatın Şafii Mezhebi namıyla onları temizlik konusunda daha şiddetli uyarmıştır. Şehir hayatı ise köydeki mülevves şeylerin birçoğundan uzak ve insanlar giyim kuşamlarına ve temizliklerine daha ziyade düşkün olduklarından onlara da Hanefî Mezhebi namıyla ruhsat ve kolaylık yolunu göstermiştir. (Sözler, s. 447, 448)

Hanefî Mezhebinin yaklaşımı, özellikle Avrupa’da yaşayan Müslümanlar açısından büyük bir kolaylıktır. Çünkü her zaman ve her yerde su ile istinca etme imkânı bulmak müşkildir. Tuvalet kağıdıyla yapılan temizlik sonrasında bir dirhem necasetin kalması ise namaza mani değildir.

Üçüncü Mesele: Mess-i nisvân ile abdestin bozulması

İmam Şafii’ye (rh) göre baliğ bir erkeğin, kendisine nikah düşen bir kadının tenine arada kumaş gibi bir engel olmaksızın temas etmesi abdestini bozar. İmam Ahmed ve Malik (rh) ise, abdestin bozulması için bu dokunuşun şehvetle olması şartını koşmuşlardır. Hanefilere göre ise sadece dokunmakla abdest bozulmaz. (el-Mizan, I/111)

Said Nursi, ilk iki örnekteki yaklaşımını biraz daha derinleştirerek bu konuya da tatbik etmiştir:

“İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet itibariyle ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, san’at ve maîşet itibâriyle, tabiat ve nefs-i emâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzâta sed çekmek için, ‘abdest bozulur, temas etme; namazını iptal eder, bulaşma’ manevî kulağındı bir sadâ-i semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmuslu olmak şartıyla , âdât-ı içtimâiyesi itibâriyle, ahlâk-ı umumuye nâmına, ecnebî kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezâfet-i medeniye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz.” (Sözler, s. 447, 448)

Nursi, burada hem mükellefin mensup olduğu toplumu hem de mesleğini, sosyal statüsünü ve hayat standartlarını dikkate almaktadır. Aynı yaklaşımı Şa’rânî’de de görüyoruz. Ele aldığı ve mizanında tarttığı ihtilaflı konuların birçoğunda mizanın bir kefesinde kalan hükümlerin alimler, eşraf ve toplum önderleri için; diğer kefesindekilerin ise avam için olduğunu belirtir.

***

Buraya kadar ele aldığımız örnekler Said Nursi'nin işâret ettiği ihtilaf konularıydı. Şimdi de "doğrulama" diyebileceğimiz ve "saçaklı mantık" anlayışını hatırlatan bu metodu başka örneklere de uygulayacağız:

Dördüncü Mesele: Hilâllerin tespiti

Hilâllerin tespitinin rüyetin yani göz ile görmenin yanı sıra hesap ile de olup olamayacağı konusu fakihler arasında ihtilaflıdır. Bu ihtilafın her iki veçhinde de kolaylık vardır.

Birincisi köylerde, kırsal alanlarda yaşayanlar için kolay; ikincisi şehirlerde yaşayanlar için kolaydır. Günümüzün modern şehirlerinde insanları hilâli çıplak gözle görmek için zorlamak onların hayatında, Şâri’in emretmediği bir güçlüğe yol açardı. Halbuki, onlar için bir rasathane kurup, orada ilmin gereklerine göre gözlem ve hesaplarını yapıp; sonra da şer’-i şerifin ahkâm ve kavaidine göre hilâlleri tespit etmek çok daha kolay, dakik ve gönüllere inşirah vericidir. Böyle müesseseler kurmalarını bedevi toplumlardan istemek ise onlara meşakkat verirdi.

Beşinci Mesele: Nikâh şahitliği

İmam Şafii ve Ahmed'in (rh) mezheplerine göre nikâhta iki adil erkek şahidin bulunması şarttır. Ebu Hanife (rh) ise mâlî konulara kıyas ederek bir erkek iki kadın şahidi ve nikâh şahitliğinden maksadın aleniyetin sağlanması olduğu illetine dayanarak da adalet vasfını taşımayan iki "fasık"ın şahitliğini de kabul etmektedir. (el-Mizan: II/118)

Birinci görüş "müşedded", ikincisi "muhaffef"tir. Birincisi kapalı toplumlarda, ikincisi büyük şehirlerde ve kozmopolit toplumlarda maslahata daha uygundur.

Üç mezhebe göre, Müslüman bir erkek zimmî bir hanımla evlenecek olsa iki Müslüman şahit gereklidir. Ebu Hanife'ye (rh) göre iki zimmî şahit de yeterlidir. İkinci görüş günümüzde gittikçe sayıları artan "çok kültürlü" şehirler için kolaylaştırıcı bir hükümdür.

Altıncı Mesele: Savaşta gayrimüslimlerden yararlanma ve onları destekleme

İmam Malik ve Ahmed'e (rh) göre harbîlere karşı savaşta müşriklerden yararlanılamaz ve onların kendi düşmanlarına karşı askerî destek verilemez. Malik (rh), müşriklerin Müslümanlara hizmetçi olarak orduda bulunmalarını istisna etmiştir.

Ebu Hanife'ye (rh) göre ise, hem müşriklerden yararlanmak, hem de onlara yardım etmek mutlak olarak caizdir. Ancak müşriklerin güçlü olması durumunda böyle bir anlaşma yapmayı mekruh görmüştür. İmam Şafii (rh) ise böyle bir anlaşmayı ancak iki şartla tecviz etmiştir: Müslümanların çoğunluk, müşriklerin azınlık olması ve müşriklerde İslâm hakkında olumlu düşüncelerin bulunması. (el-Mizan: II/185)

İslâm medeniyetinin hâkim olduğu ve Müslüman milletlerin tarihi yapan özneler oldukları dönemlerde üç mezhebin görüşünü uygulamak mümkündür; fakat tarihin yön değiştirdiği dönemlerde çıkış yolu ancak Ebu Hanife'nin (rh) görüşüdür. Birinci dünya savaşında Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak kurmuştur. Günümüzde de halkı Müslüman ülkeler gayrimüslim ülkelerle askeri işbirliği anlaşmaları yapmaktadır. Hatta gayrimüslim ülkelerin birçoğunun ordusunda çok sayıda Müslüman çeşitli rütbelerde görev yapmaktadır.

Yedinci Mesele: Sabah namazının erken ve geç kılınması

Şafii Mezhebince sabah namazlarının erken kılınması sünnet görülmüştür. Hanefilere göre ise “isfâr” yani havanın biraz aydınlanmasını beklemek, sabah namazını son vaktine yakın kılmak sünnet kabul edilmiştir.

Birincisi ekseriya çift ve çubukla meşgul olan veya davar çobanlığı yapan köylerin halkının yaşayış tarzına daha uygundur. Onlar erkenden kalkar ve önce namazlarını edâ edip, ardından tarlaya veya davarın ardına giderler. Hatta bazen geceden yola düşüp, namazı tarlada işe başlayacakları vakit kılarlar. Erken kılmasalar, işe ve meşguliyete dalıp namazı ihmal etme veya vaktini geçirme tehlikesi vardır.

Şehirlerde ise sabah namazını güneşin doğmasına yakın kılmak maslahata daha uygundur. İnsanlar günlük programlarını sabah namazıyla başlatabilirler. Esnaf, sabah namazının ardından dükkânını. İslâm şehirlerinde sabah namazı çarşının açıldığı ve ticârî hareketin başladığı saatlerdir.

Hz. Peygamber’in sünnetinde her iki mezhebin görüşünü savunmada delil alınabilecek farklı uygulamalar vardır. Sünnet’teki farklı uygulamalarından ve zaman zaman Hz. Peygamber’in aynı meseledeki farklı hükümler içeren hadis-i şeriflerinden hangisinin tercih edileceği sosyal şartlar ve toplumun ihtiyaçları tarafından belirlenebilmektedir.

Fıkıh, topluma “sistem içi” çözümler sunar. “Umumu’l-belv┠veya “zarûret” prensibine istinat ettirilen birçok çözüm sosyal ihtiyaçların baskısının dengelenmesiyle oluşmuştur.

Elbette dinin değişmezleri vardır. Fakat “fıkıh” ilmi daha çok değişkenlerin ilmidir. İnsan çabasının, insan aklının, sosyal ihtiyaç ve taleplerin ürünüdür. Dinin dinamik yanını temsil eder.

Fıkıh ilmi, sorulara, muhatabın ihtiyacı açısından bakarak cevap verir. Muhataba bir çıkış yolu sunmaya çalışır. Bu çıkış yolunu fakih kendi hevasına ve keyfine göre sunmaz ve belirlemez. Sisteme nasıl bir soruyla giderseniz ona göre bir cevap alırsınız.

Bu, Schöredinger’in Kedisi deneyindeki ışığın parçacıklar halinde mi, yoksa dalgalar halinde mi yayılacağının önceden bilinemeyişi gibi bir durumdur. Newton evrene bir soru sormuş ve sorusunun cevabını almıştır. Aldığı cevap doğrudur. Fakat hakikatin tümü değildir. Einstein başka bir soru sormuş; o da bir cevap almıştır. Onun aldığı cevap da doğrudur. O da hakikatin tümü değildir.

Hz. Ali, “Kur’an’a sorular sorarak onu konuşturun; çünkü Kur’an kendiliğinden konuşmaz” buyurur.

Müçtehit imamlar, kendi toplumlarının sorularını Kur’an ve Sünnet’e yani dinin asıl kaynaklarına sormuşlar ve cevaplar almışlardır. Biz bu cevapların toplamına fıkıh ilmi adını veriyoruz.

Sonuç

Peygamberlerin varisleri alimler, her devirde Şeriat-ı İslâmiye’nin kendi devirlerine ve toplumlarına bakan hükümlerini aslî ve tâli delillerden istinbat edegelmişlerdir. Zaman ve toplum dahi bir müfessir olup şer’î nasların bir veçhini tefsir ile fetvâ verdirmişlerdir. Zamanın değişmesiyle değişen ve birbirine muhalif gibi görünen bir kısım cüzî hükümler hakikatte muvafıktır. Her birisi kendi zamanı, kendi toplumu, kendi veçhi açısından bir hakikate sahiptir. Her biri nûraniyette müttehittir. Kimisi kandil gibidir, dağ başlarında çobanların önünü aydınlatır. Kimi elektrik lambası gibidir, geceleri şehir ahalisinin evlerini ve caddelerini ışıtır. Kimisi projektörler gibi büyük stadyumların gecesini gündüze çevirir. Kimi bisiklet lambası, kimisi otomobil farı gibidir. Kitap ve Sünnet ise güneş ve ay gibi hepsinin fevkinde ve hepsinin gıdası, menbaı, aslı ondadır. Ashab-ı kirâmın her biri ise yıldızlar gibi7 gecenin karanlığında şaşıranlara yol gösterirler.

Mezheplerin teşekkülünde sosyal yapının etkisi olmuştur. Ne var ki, bu konu bakir kalmış ve gereken ehemmiyet verilmemiştir. Konuyla ilgili çalışmalar da yok denecek kadar azdır.

Mezheplerin teşekkülünde sosyal yapının etkisi konusunda Said Nursi ve Şa’ranî gibi alimler, dikkat çekici yorumlar ortaya koymuşlar ve bazı fıkhî meseleleri bu açıdan da değerlendirmişlerdir. Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Şa’ranî, Peygamber (sav) varisleri olmaları sıfatıyla, müçtehit imamların ulaştıkları hükümlerin aynen Şârîin hükmü gibi olduğundan hareket ederek onların ihtilaflarının da Şârîin muradına muvafık olduğunu söylemiş; ulemanın birbiriyle çelişir gibi görünen görüşlerinin, önerdiği mizan (ölçü, terazi) ile değerlendirildiği takdirde çelişmediğinin görüleceğini öne sürmüştür. Said Nursi de bu ölçüyü muvafık bulmuş, mezheplerin hem de hak olarak taaddüt ettiğini belirtmiştir.

Said Nursi’nin birçok meseleye kader perspektifinden bakması ve şeriata uygun olmayan toplumsal değişmeleri bile kader cihetinden bir hikmetle açıklaması sosyal yapıyı dikkate almadığı anlamına gelmez. Aksine, Risâle-i Nur derinlemesine okunduğunda sosyal yapının ve onu oluşturan cüz’î iradelerin kadere fetva verdirdikleri şeklindeki yaklaşımının açık olduğu görülecektir.

Günümüz fıkhî meselelerinin doğru anlaşılıp değerlendirilmesi açısından da son derece önemli gördüğümüz bu konunun, araştırmacılar tarafından etraflıca ele alınması en büyük dileğimizdir. Bizim bu çalışmamızın, bu konuda mütevazı bir katkı olmasını temenni ediyoruz.

—son—