Dünya Barışının Esasları Üzerine-1

I. Giriş

İnsanlığın yeni bir yüzyılın ilk yıllarını yaşadığı şu zamanda "barış, kardeşlik ve hoşgörüyü"tartışmak ilginç olduğu kadar düşündürücüdür. Zira kin, nefret, düşmanlık ve hoşgörüsüzlüğün sonucu olansavaşlar, çatışma ve soykırımlar olmasaydı "barış" söz konusu olmazdı. Yine kin, düşmanlık, nifak vezulümler olmasaydı "kardeşlik, dostluk, muhabbet" gibi kavramları yeniden tartışmamıza gerek kalmayacaktı.Ancak şunu hemen ifade edelim ki, bütün bu olumsuzluklara sebep olanlar, bugün Kur’ân’ın ışığında barış ve kardeşliğiarayanlar değildir. Bilakis, başkalarının sebep olduğu ve içinden çıkamadıkları sorunlara, Kur’ânî değerler çerçevesindeçareler aranmaktadır.

Barış ve kardeşliği tartışırken, bunu Müslümanları esas alarak mı tartışacağız, yoksa tüminsanları hedefleyerek mi tartışacağız? Bunun belirlenmesi gerekmektedir. Kur’ân evrensel ve de taşıdığı değeryargıları kıyamete kadar geçerli ise, o zaman bizim ondan çıkaracağımız ölçülerin, kendi millî sınırlarımızve insanlarımızla sınırlı kalmaması gerekir. Dahası, sadece beraber yaşadığımız farklı din ve inançsahiplerinin de barış içinde yaşamalarını değil, diğer tüm canlılarla ve hatta tabiatla barış içinde yaşamayıda ihtiva etmelidir. Böylece, buradan çıkarılacak prensiplerin, dünyanın neresinde olursa olsun, zulüm, işkence vesoykırıma maruz kalan insanlara ve içinde yaşadığımız dünyaya ve diğer canlılara da hitap eden bir yönü olmalıdır.Görüldüğü gibi, tüm mahlukatı kucaklayan bir barış, kardeşlik ve hoşgörüden söz ediyoruz.

İnsanlığın yirminci yüzyılda gerçekleştirdiği bütün müsbet bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen"barış ve kardeşliğin" tartışılması ancak trajik bir durum olarak değerlendirilebilir. Bu arayışın"Kur’ân’ın ışığında" gerçekleştirilmesi ise tarihin garip bir cilvesi olmalıdır. Zira son yüzyıllardahakim olan dindışı ve seküler arayışların, toplumdan ve hayattan dini dışlayarak barış ve kardeşliği gerçekleştirmeprojelerinin inanılırlıkları ve en azından yetersizlikleri görülmüştür. Başka bir ifadeyle, dinden ve her türmanevî değerden bağımsız bir hümanizma üzerine bina edilmeye çalışılan "barış ve kardeşliğin"yetersizliği, dünyanın içinde bulunduğu mevcut durumla tescil edilmiş görünmektedir. Bu, aynı zamanda Aydınlanmacıfelsefenin bazı temel varsayımlarının gerçekleşmediğinin bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Zira Aydınlanmacıve pozitivist projeyi ileri süren filozoflara göre, dünyanın ilerlemesi doğrusal olarak devam edecek, insanlık her gündaha iyiye, barış ve kardeşliğe doğru gidecekti. Fakirlik, açlık, kıtlık, tabiî felaketler ile beraber savaşlar dayerini barışa ve kardeşliğe bırakacaktı. Bu düşünceyi en iyi dile getirenlerin başında hiç şüphesiz Fransızfilozof M. Condorcet (1743-1794) gelmektedir. Fransız filozof şöyle diyordu:

Bütün zincirlerinden sıyrılmış, ilerlemelerine düşman olanların boyunduruğundan olduğu gibi tesadüfünboyunduruğundan da kurtulmuş olan insan soyunun bir tablosu, hakikat, erdem, saadet yolunda yürüyerek, yeryüzünü bugünkirleten, sık sık da kendisinin kurbanı olduğu yanılmalardan, cinâyetlerden, haksızlıklardan feylesofu kurtarıp yüreğinesu serpen bir manzara gösteriyor. Feylesof, bu tabloyu temaşa etmekle, akıl ilerlemeleri ile hürriyeti koruma uğrundakiçabalarının mükafatını buluyor. Artık bu ilerlemeleri insan alınyazısının sonsuz zincirine bağlamaya cesaretediyor; bununla da erdemin gerçek karşılığını kaderciliğin peşin yargıları ve esirliği getirerek uğursuz bir karşıkuvvetle bir daha yıkamayacağı, sürekli bir iyiliğin hazzını duyuyor. Bu temaşa, onun için kendisini kovalayanlarınasla akıllarına gelmeyen bir sığınaktır, orada hem tabiatın değerliliği içinde, hem hakları içinde yerini almışolduğunu düşünerek, açgözlülüğün, korkunun, kıskançlığın insanı sarsıp ahlâkını bozduğunu unutuyor; böyleceaklının yaratabildiği, beslediği insanlık sevgisinin en saf sevinçlerle bezediği bir cennet içinde gerçekten soydaşlarıylabirlikte yaşıyor.

Condorcet ve diğer Aydınlanmacıların hayal ettikleri dünya böyleydi. Bu dünyada haksızlıklar, eşitsizlikler,sömürü, kölelik, açlık, sefalet, hastalıklar, alçaklıklar, hurafeler, her türlü bâtıl inançlar, kısacasıinsanı mutsuz eden her şey yok olacaktı. Ama çok geçmeden bunun bir hayal ve ütopya olduğu ortaya çıktı. Zira dünyanıniçinde bulunduğu durum söz konusu iddiaları doğrulamıyor.

Tam aksine, günümüzde insanlığın dine ve manevî değerlere yeniden yöneldiği görülmektedir. Adetaçağdaş insan dini ve ezelî hikmeti yeniden tanımaya ve keşfet-meye çalışmaktadır. "Barış, Kardeşlik ve Hoşgörü"yüarayışımızın nedenlerini daha iyi anlayabilmek için, gerek yüzyılımıza ve gerekse günümüze şöyle bir gözatmak gerekmektedir.

II. Dünyanın Durumu

Bugün bizi barış ve kardeşliği aramaya iten temel nedenlerden birisi, dünyamızın içinde bulunduğumevcut durumdur. Dünyamız, âdeta sosyal çalkantılar, etnik çatışmalar, soykırımlar ve savaşlarla sarsılmaktadır.Tüm bu çatışmalar bir yanda çağdaş insanda tam bir düş kırıklığı yaratırken, diğer yandan bunların kurbanlarıonarılmaz rahnelerle yaralanmaktadırlar. Ayrıca tüm bu huzursuzlukların neden olduğu toplu göç olayları tüm dünyaiçin büyük sorunlar meydana getirmektedir. Savaştan, açlıktan, yoksulluktan kaçan insanlar, gittikleri yerlerde yakabul edilmemekte veya ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmaktadır.

20. yüzyıldan, daha çok bilim ve teknoloji çağı veya mantık çağı olarak bahsedilir. Gerçekten debilim ve teknolojinin çok büyük gelişmeler kaydettiği görülmektedir. Ancak tüm bu gelişmelere temel teşkil edecekevrensel değerler ve özellikle de ahlâkî değerler olmadığından, bu sonuçlardan tüm insanlar adil ve eşit olarakyararlanamamışlardır. Zbigniew Brzezinski’nin ifadesiyle "bütün bu gelişmeler ahlâki seviyeye yansımamış vepolitikanın 20. yüzyılın en büyük düş kırıklığı olmasına yol açmış"tır:

"Tüm beklentilerin tersine, yirminci yüzyıl insanoğlunun gördüğü en kanlı ve nefret dolu yüzyılolmuştur. Bu yüzyılda çoğunlukla kuruntuların egemen olduğu politikalar inanılmaz boyutlarda ölümlere yol açmıştır.Zalimlik kurumsallaşmış, büyük ölçüde yaygınlaşmıştır. İnsan öldürme işlemleri kitlesel üretim seviyesindeörgütlenmeye başlamıştır. Daha önce tarihin hiçbir döneminde insan öldürmek bu kadar yaygınlaşmamış, hiçbir dönemdesavaşlar bu kadar insanın hayatına mal olmamış, hiçbir dönemde böyle mantıksız amaçlar uğruna insanların hayatınason verebilmek için bu kadar yoğun bir çaba gösterilmemiştir."

Prof. Dr. Anna Masala’nın, "20. yüzyılın sonunda, savaş, dinî hoşgörüsüzlük, ırkçılık, açlık,cahillik gibi kelimelerin anlamlarının unutulması gerekir" diye feryad etmesi düşündürücüdür. Bu kelimelerindeğil unutulması, aksine her gün yeni çıkan çatışmalarla körüklendiğine şahit olunmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında"Yeni Dünya Düzeni" olarak ortaya sürülen fikirlerin temelinde "medeniyetlerin çatışması" tezininolması, tüm bu etnik çatışmaların kökeni hakkında bilgi verirken, böyle gittiği takdirde bunların şiddetleneceğibile söylenebilir.

Bu nedenle, gerçekten herkesin barış, diyalog, hoşgörü, dostluk ve kardeşlik için bir şeyler yapmasıgerekmektedir. Her şeyin devletten veya totaliter ve tekçi; halkı dışlayan ve hatta "halka rağmen halk için"karar veren yönetimlerden bekleme dönemi geride kalmıştır ve kalmalıdır. Bu tür yönetimlerin sebep olduğu acı veızdıraplardan ders alan duyarlı insanlar gönüllü kültür kuruluşları esprisi altında örgütlenmekte ve reelpolitikalara ve karar verme mekanizmalarına katılmaya çalışmaktadır.

Bununla beraber bütün bunların kökeninde ve temelinde yatan nedenlere işaret etmek gerekir. Aksitakdirde "barış ve kardeşlik" için yeni ve sağlam bir temel bulmak mümkün olmayacaktır. Çağdaşideolojilere baktığımızda bunların en temel özelliğinin "tekçi, monist, totaliter ve mutlakiyetçi"oldukları görülmektedir. Bu ideolojiler kendileri gibi düşünmeyen farklı düşünceleri veya kendilerinden saymadıklarıherkesi yok edilmesi gereken bir düşman olarak görmüşlerdir. Brzezinski’nin ifadesiyle "Bir önceki yüzyılda,Tanrı’nın her şeye kâdir olduğuna inanan adam, yerini cennetin yeryüzünde kurulabileceğine inanan, bunun için deyalnız insanı ezmekle kalmayıp doğayı da yok eden seküler fanatiğe bırakmıştır." Ancak gerçek dinin yerinialmaya çalışan bu tekçi ve totaliter anlayış insanlığa çok pahalıya mal olmuştur. SSCB eski devlet başkanı Gorbaçov’unbunun nedenlerini soran bir gazeteciye verdiği kısa cevap her şeyi açıklamaktadır: "İnsanın kendisini tanrılaştırmasıve her şeye sahip olduğunu sanması. Ancak insan Tanrı değildir."

Böylece, tüm sorunların temelinde; çağdaş insanın kendisini her şeye sahip, istediğini yapabilen,kendi zevklerini tatmin eden her şeyin meşru olduğuna inanan anlayışının yattığı görülmektedir. Bu nedenle günümüzinsanın kendinî yeniden tanımaya çalışarak kâinattaki yerini, görevini ve sorumluluklarını/sorumsuzluklarınıyeniden tanımlamaya çalışıyor. Daha önce sahip olduğu izafi değerler yerine, herkesi kuşatan evrensel ve mutlak ilâhîdeğerleri koymaya çalışıyor. Postmodern olarak tanımlanan zamanımızda gözlemlenen dinî değerlerin yükselmesine veönem kazanmasına Said Nursî’nin 1911’de Şam Emeviye Camiinde verdiği hutbede işaret ettiği görülmektedir. İnsanınmahiyeti üzerine yaptığı tahlil ve tespitler sonucunda, insanlığın dinsizliğin mahiyetini ve sebep olduğu sonuçlarıistikbalde daha iyi anlayacağını ve din-i hakk’a yöneleceğini ifade ederek, şu sonuca ulaşıyor Said Nursî:

"Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetinmahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. Çünki, acz-i beşerî ile beraberhadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâtamübtelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdâd noktası, yalnız ve yalnız Sani’-i âlemitanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…"

Buraya kadar yaptığımız girişin temel amacı, bütün bu zulüm ve düşmanlıkların temelinde, çağdaşinsanın önce "kendisini", daha sonra da "öteki"sini tanımlamasında esas aldığı değer ve kıstaslarınyattığını göstermektir. Böylece, kendimizi ve ötekini tanımlama biçimimizi ve bu tanımlamanın muhtevasını değiştirmeden,bunların sonuçlarının da değişmeyeceğine olan inancımızı vurgulamaktır. Zaten asıl sorun da "kendisini"tek ve mutlak gerçek olarak tanımlayan, kendisi gibi düşünmeyen ve kendisinden olmayanları, hatta tabiî çevreyi, yani"ötekini", ele geçirilmesi, baskı altına alınması ve nihâyette yok edilmesi gereken bir varlık olarak tanımlayanzihniyetten kaynaklanmaktadır.

Eğer barış ve kardeşliği Kur’ân’ın ışığında temellendirmeye çalışıyorsak, öncelikle bununtemelini oluşturacak temel kavramları vurgulamamız gerekir. Başka bir ifadeyle, Kur’ân’ın "kendimizi" ve"ötekini" nasıl tanımladığını ortaya koymamız gerekir. Bu yapıldıktan sonradır ki, Kur’ân merkezli birbarışın ve kardeşliğin gerçek boyutları ve değeri daha iyi anlaşılacak ve takdir edilecektir. Bunu gösterebilmek içinözellikle Kur’ân’ın ortaya koyduğu ahlâkî öğretinin üç temel kavramına dikkat çekmek yerinde olacaktır: İman,İslâm ve takva.

III. İslâm ahlâkının temeli: İman, İslâm ve Takva

İslâm’ın takdim ettiği değerler sistemini anlamanın temel şartlarından birisi hiç şüphesiz İslâm’ıntemel inançlarını ve İslâmî dünya görüşünün esasını oluşturan unsurları bilmektir. Kur’ân’ın temel hedefide insanları dalâletten hidâyete, nefsin ve tabiatın karanlığından nura çıkarmaktır. Zira Kur’ân’a göre gerekinsanın kendi nefsi, gerekse tabiattaki her şey Allah’ı gösteren birer işaret [âyet] ve belgedir. Bu nedenle Kur’ânkendisini "yol gösterici bir kitap" olarak tanımlamakta, kâinat kitabını nasıl okuyacağımız konusunda bizerehberlik etmektedir.

İslâmî dünya görüşünün temelinin şu üç noktadan oluştuğu söylenebilir: Birincisi, Allah veyaTevhid inancı; ikincisi, Peygamberlik veya Nübüvvet; üçüncüsü ise, âhiret ve hesaba çekilme inancı. İşte busebeple, Müslüman birey bütün hal ve hareketlerini bu üç temel noktadan hareketle oluşturulan bir ahlâkî zemineoturtmak zorundadır. Kur’ânî öğretinin temelinde "tüm kâinatın Allah tarafından yaratıldığı" hakikatiyattığından; Ezelî ve Ebedî tek hakikat O’dur. O’nun dışındaki her şey fanidir. Her şeyin dizgini O’nun elinde, herşeyin anahtarı O’nun yanındadır. Her şey O’nun emriyle halledilir.

Bundan dolayı Müslüman kendini ve kendi dışındaki "ötekini" tanımlarken hep bu temel tevhidilkesinden hareket eder. Böylece sadece hemcinsleriyle değil, tüm kâinatla bir ünsiyet ve kardeşlik bağı kurar. Bununüzerinde daha sonra durulacaktır. Şimdi konumuzun teorik temelini oluşturacak üç temel kavram üzerinde duralım: İman,İslâm ve takva. Bu kelimeler Arapça ayrı köklerden gelmelerine rağmen, hepsi şaşırtıcı şekilde benzer anlamlarasahiptir. Fazlur Rahman’a göre bu kavramlar Kur’ân merkezli bir ahlâkın en temel anahtar kavramlarıdır.

İman kelimesi Arapça emene (e-m-n) fiilinden gelmekte ve "kendi içinde barış içinde olmak"veya "kendi içinde herhangi bir sorunu ve sıkıntısı olmamak", "kendinden emin olmak" gibi mânâlaragelmektedir. İmanın temel anlamı, anlaşıldığı gibi, "barış" ve "emniyettir". Ancak"inanmak" fiilinin Kur’ân’da (bi) harf-i ceriyle kullanılarak "-eye inanmak" şeklinde kullanıldığıve çoğunlukla da "Allah’a inanmak veya güvenmek" anlamında âmene billahi şeklinde geçtiği görülmektedir.Ancak Allah’a inanmanın yanında, Kitaplara, Peygamberlere, Meleklere ve Hesap Gününe inanmak olarak da sık sık geçmektedir.

Burada dikkatimizi çeken ve vurgulanması gereken önemli nokta şudur. İnanmak kelimesinin asıl mânâsının"barış ve emniyet" olduğu göz önüne alınınca, bunun Allah’a, meleklere, Kitaplara, peygamberlere ve Hesap Gününeinanmayla irtibatlandırılarak, "gerçek barış, emniyet ve huzurun" bunlarsız olamayacağının vurgulanmasıdır.Böylece kardeşliğin, barışın, dostluğun ve tüm ahlâkî değerlerin temelinde Allah’a imanın yattığı görülmektedir.Kur’ân’ın en temel ve merkezî kavramının tevhid olmasının nedeni de budur. Başka bir ifadeyle, Kur’ân’a göre,"Allah’a iman ve güven olmadan" barış ve kardeşliğin, hem bireysel ve hem de toplumsal mânâda tesisi mümkündeğildir. Zira imanı olmayan kişi, öncelikle kendi içinde barış ve emniyeti sağlayamamış, kendi bütünlüğünügerçekleştirememiş olduğundan, böyle kişilerden oluşan toplumlarda gerçek barış ve kardeşliğin ortaya çıkmasınıbeklemek ölçüsüz bir iyimserlik olur. Bu gerçeğe günümüz İslâm düşüncesinin büyük temsilcilerinden Bediüzzamanşöyle işaret eder:

"…hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, imân-ı billâhtır. Ve insaniyetin enâlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlaksaadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-iinsan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

"Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah vemuhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olmaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihâyetsiz saadete, nimete, envara, esrara, yabilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihâyetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddetenmüptela olur."

Fazlur Rahman gerçek emniyetin, barışın ve huzurun iman-ı billahta olduğunu vurgularken, Bediüzzaman’ınbuna marifetullah (Allah’ı tanıma ve bilme) ve muhabbetullahı da eklediği görülmektedir. Böylece, Allah’a inanmadan,O’nu tanımadan ve sevmeden gerçek barış ve huzurun mümkün olmayacağını her iki düşünür de vurgulamış olmaktadır.Hatta Bediüzzaman yazdığı çağdaş Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un en büyük özelliğinin, Kur’ân’ın yönteminitakip ederek, "bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette (inançsızlık ve küfürde) gösterdiği gibi, imândadahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu" açık bir şekilde ortaya koyması olduğuna dikkat çekmektedir.

İslâm kelimesine gelince, Arapça seleme (s-l-m) kökünden gelmekte ve "emin olma", "bütünlük"ve "tam olma" gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân’da bazı âyetlerde "barış" anlamında, bazen de"bütünlük" anlamında kullanılmıştır. Yine diğer bir âyet-i kerimede ise selam "barış" anlamındakullanılmıştır.

Görüldüğü gibi selam Kur’ân’da değişik bağlamlarda "barış", "emniyet" veya"barışla selamla" anlamlarında kullanılmıştır. Kelime dördüncü bâbdan esleme olarak, yani kendini teslimeden, kendini bırakan anlamında kullanılmıştır. Özellikle de sık sık esleme vechahu, yani benliğini ve kendisiniteslim etti anlamında kullanılmış ve hemen sonrasında li’llahi denilmiştir. Böylece bütün varlığı ve benliğiyleAllah’a yönelen ve teslim olan anlamına gelmektedir. Yine sözlük anlamıyla Kur’ân’da kullanılan bu anlamını bir bütünolarak aldığımızda karşımıza şöyle bir anlam çıkmaktadır: Kişi emniyet ve bütünlüğünü ancak "Allah’ave kanunlarına teslim olmakla" koruyabilir ve geliştirebilir. Böylece Kur’ân’da sık sık ism-i fâil olarak kullanılanmüslim kelimesi de "kendisini Allah’a ve Allah’ın kanunlarına teslim eden kişi" anlamına gelmektedir. Müslümankelimesiyle ilgili ilginç bir nokta da, Kur’ân’ın müslim sıfatını tüm kâinat için kullanmasıdır. Kâinat bizimtabiat kanunları dediğimiz, ancak Müslüman düşünürlerin ilâhi kanunlar dediği kanunlar vasıtasıyla Allah’ınkanunlarına teslim olduğundan, kendisinden Müslüman olarak söz edilmiştir. Aynı düşünce birçok âyet-i kerimedezikredilmiştir. Yine Hz. Nuh’tan (as) bu yana birçok peygamber ve ümmetleri için de müslim sıfatının kullanıldığınıgörmekteyiz.

Ancak burada dikkatimizi çeken en önemli nokta, İslâm kelimesi ile iman kelimesi arasındaki anlambenzerliğidir. Zira Allah’a [kanunlarına] ve iradesine teslim olmak imansız mümkün değildir. Ayrıca gerçek barış,huzur, saadet ve kardeşliğin de ancak iman ve islâmla mümkün olduğu bir kez daha vurgulanmıştır. Kur’ân’a dayalıbir barışın ve kardeşliğin temelinin Kur’ânî anlamda sahih ve sağlam bir imanla mümkün olabileceği görülmektedir.