Birey

1. Birey (Mahiyeti ve tekâmülü)

İnsan yaratılış ağacının bir meyvesi ve kâinatın küçültülmüş bir misalidir. Kendisine verilen akıl, kalp, sır ve duyguların zenginliği ile bu gerçekleşmektedir. Çünkü insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmasına ayine olmak için yaratılmış ve ayine-i samed olmuştur. İnsan üç cihetle Allah’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir: 1. Nihayetsiz acz ve fakrıyla Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğine, 2. İnsana verilen sınırlı ilim, görme, işitme ve diğer duygularıyla Allah’ın ilim, irade, kudret gibi Subuti sıfatlarına, 3. Üzerinde nakışları görünen esma-i İlâhiyeye ayinedarlık eder İşte bu hususiyetleriyle insan, eşref-i mahlûkat olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, insana verilen her cihaz için bir hedef tayin etmiştir. Meselâ, aklın gayesi Allah’ın isim ve sıfatlarını kâinat sayfalarından okuyarak anlaması, yani marifetullahdır. Hisler muhabbetullah için verilmiştir. Her cihazını, belirlenen en yüksek gayesine ulaştırılabilen insan, kâmil insan olmaktadır. Kâmil insanın en mükemmel örneği de Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir. (asm)

Ferd ism-i azamının tecellisi olarak bakılmaya en lâyık mahlûk insandır. İnsan o kadar önemlidir ki, bir ferdi diğer türlerin tamamına mukabil bir kıymete haizdir

İnsan kâinat içinde diğer varlıklardan farklı olarak tanımlandığında; ruh ve bedenin birleşiminden öte, soran, sorgulayan, akıl eden, irade sahibi, değişen ve değiştirme yeteneğine sahip bir varlık olarak Yaratıcının yeryüzündeki halifesi ünvanını kazanmıştır. Bu makama ulaşması ona verilmiş bazı özellikler ve kendisinin değişme yeteneğini kullanarak kazandığı hasletlerle mümkün olmuştur. İnsan aklıyla âlemi anlama, duygularıyla hissetme, sınırlı iradesiyle tüm bunlara karar verebilme ve bedeniyle bütün bunları hayata geçirme becerisini sergiler. İnsan diğer varlıklardan farklı olmanın yanında kendi hemcinslerinden de farklıdır. Her bir insan sahip olduklarıyla kâinatta tektir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın san’atının tecellisi olarak başka bireylerden de farklılaşır, biricikleşir. Her insanın kâinatta biricik olması, onu değerli kılan en önemli özelliğidir. Bu sebeple hayatın dokunulmazlığı kutsaldır. Burada kendi hayatına son vermek anlamında dokunulmazlığın yanında, onun biricikliğini korumak da bu dokunulmazlık sınırları içinde görülmelidir.

Devlet, aile veya diğer teşekküller, insanın bireyselliğini sınırlamaktadır. Ancak bunun iyi etüt edilmesi gerekiyor. Bireyselliği abartan Batı düşüncesinde, insanın egosunu firavunlaştıran, gücünün yettiğine zulmü hak gören, aile ve toplumla bütün bağlarını kopartarak özgürleşmeye çalışan, ancak yalnızlığın kıskacına düşen bireyler oraya çıkmaktadır. Buna mukabil Doğu kültüründeki bastırılmış bireysellik problemi de; izzetine sahip, haklarının bilincinde, bağımsız düşünebilen insan yetişmesine çelme takmakta, sürü psikolojisine zemin hazırlamaktadır. Bunun sonuçları; başkaları benim yerime düşünsün tembelliği, yöneticileri müstebit yapmaktır. “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti müstebit yapar” hakikatında buna da işaret vardır. İslâmî olan ise, vasat nokta olmalıdır. Yalnızca Rabbine kul, kendi şahsî menfaati için en azam mahlûkata dahi tezellül etmeyen bir izzet ve kendinden daha aşağıda olanlara merhamet eden, zulme tenezzül etmeyen, Rabbiyle bağlantısı dolayısıyla kâinata sultan olan bir kul noktasına gelir. Issız yerlerde yalnız olmayan, kalabalıklar içinde boğulmayan, insanla, kâinatla, hastalıkla, sağlıkla, kurtla, kuşla, kendisiyle barışık, rıza makamını hedef ittihaz eden bir büyük ruhla Cenâb-ı Hakk’ın memnuniyetine mahzar olunabilir.

İnsan görme, işitme, dokunma, koku alma noktasında hayvanlardan geri kalabilirken, farklı olarak kendisine verilen akıl, kalp, sır gibi mânevi özellikleri sayesinde kâinatın, özellikle yeryüzünün maddî ve mânevî sultanı olabilir. Kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye ve kuvve-i şeheviye noktasında, şecaat, hikmet ve iffeti muhafaza ederek sultanlığını pekiştirdiği gibi, ifrat ve tefrite düşmekle yapacağı tahribat da cezaya çarptırılmasına vesile olur.

2. Sorumluluk, gaye ve hedefler:

İnsan, Esma-i Hüsna’nın tecellilerine mümkün olan üst mertebelerde mazhar olmaktadır. Cenâb-ı Hakk’kın kendi san’atını görmek ve göstermek istemesinde bir model olmanın yanı sıra, nefis ve bedenin süfli hevesatından uzaklaşarak kalp ve ruhun ulvî hayatına girmekle Cennete lâyık bir suret alabilir. Bunu amel-i salih ve takvanın yanı sıra “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker’’ yani, iyiliği emretmek kötülükten usûlünce sakındırmak ve yaratılış gayelerine uygun bir hayat sürdürmek temin edebilir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak, ona iman edip ibadet etmektir. “Necisin?, Nereden geliyorsun?, Nereye gidiyorsun?” Suallerinin cevabını bulup gereğini yerine getirerek yaşamaktır. Esmanın tecellilerini üzerinde görüp o tecellilerin gereğince amel etmektir.

Kendini tanıyan ve bilen insanın yürüyüş çizgisi, ona bahşedilmiş sermayesiyle yaptığı ticaret ve bireyin var oluş amacına uygun yaşayıp yaşamadığını gösteren bir hayat çizgisidir.

İnsanın, yeme-içme, temizliğini/bakımını yapma, barınmasını temin etme gibi bedenine karşı sorumlulukları olduğu gibi, ibadet, sevgi, kalbine mukabil kalp arama gibi ruhuna karşı sorumlulukları da vardır. “Benim!” dediği şeyler aslında izafidir, kendisinin değildir, kendisine emanettir. İşte bu sebeple intihar edemez, böbreğini kendi menfaati için satamaz. Ana-babaya, komşuya, akrabaya ve diğer insanlara karşı sorumlulukları, İslâm’da ifadesini bulan mükemmel insanın; ertelenemez, vazgeçilemez vazifeleri cümlesindendir.

Allah, insana kendini tanıtmak için kâinatı yaratırken, onun her cihaz ve lâtifesine de bir hedef tayin etmiştir. İnsan bu yolda Rabbinin marifetine ulaşabilmektedir. Ancak, bu gayede saptırıcı unsurlar da “imtihan sırrı olarak” karşısına çıkarılmıştır. Böylece heva ve Hüda’ya göre şekillenme ve hedefler meydana gelmiştir. Zihnin, hislerin ve iradenin hedefi; Allah’ı tanımak, sevmek ve itaattir. Nefis ve şeytan devreye girdiğinde; zekâda inkâr ve isyan, hislerde sadece kendi nefsini sevmek, varlığını menfaatine hasretmek gibi hususiyetler baş göstermektedir. Böylece, insanları bir arada tutan ve sevgi bağlarını oluşturan diğergamlığın ifadesi olan fazilet yok olmaktadır.

İnsanoğlu, esmanın tecellisinin kendisine yüklediği sorumluluklarla karşı karşıyadır. Verilen her bir cihaz onun hayatı anlaması, yaşaması, lezzet alması için araçtır. Ancak bunların kendisine yüklediği bir takım sorumlulukları da unutmaması gerekir. Meselâ, akıl cihazıyla âlemi anlar ve bir çok şeyi öğrenir. Bu hayattan lezzet alması için sahip olduğu çok önemli özelliklerden biridir. Fakat bunun yüklediği öncelikli sorumluluk; kendisinin burada bulunuş gayesini bilme sorumluluğudur. Bilme yeteneği ile yetinmeyip bildiklerini yaşaması ve başkalarına bildirmesi yüklendiği diğer bir sorumluluktur. Yine kendisine bahşedilen sevmek cihazı ile çiçeği sevmek, anne babayı sevmek, kardeşi sevmek, mal ve mülkü sevmek, dünyayı sevmek gibi hayatın lezzet kaynakları olan davranışları sergiler. Ama bu sevginin asıl mecrası İlâhî sevgiye ulaşmaktır. Bu örnekler diğer bütün eşyada tecelli eden esma için de çoğaltılabilir. Bu dünyanın lezzetleriyle sınırlandırılmaması gereken özelliklerine sahip olan insan, kendisine verilen her bir cihazın hakkını verecek bir hayat biçimini hedeflemelidir. Nefis ve şeytanın saptırmalarına meydan vermeyecek dirayette olmalıdır. İnsanoğlunun yeryüzündeki kıymeti, sahip olduğu bu özellikleri kullanarak yapacağı himmet ile orantılı olacaktır. Sadece kendisi için yaşamamak ve sahip olduklarını paylaşmak, faziletli bireyin yapması gereken şeydir.

İnsanın nihaî hedefi rıza makamıdır. Yani Allah’ın rızasına ulaşmasıdır. Rıza makamına giden süreçte sahip olduğu donanım ve istidatları en üst seviyede inkişaf ettirmesidir. Strateji ve model olarak da Hz. Peygamber’in (asm) sünnetini esas almaktır. Bilim, bütün dalları ile bu istidatların inkişafının araçlarıdır.

İnsanlar farklı fıtratta yaratıldıklarından Allah’ın isimlerinin farklı tecellilerine mazhar olmuşlardır.

İnsan sahip olduğu özellikleri itibarıyle Hukukullah ve hukuk-ı ibada riayet etmeli, insaniyete lâyık bir şerefle yaşamalıdır. Bu dünyanın; verilen cihazat ve duyguların kullanımı ve tatmini bakımından insana dar geldiği görülmektedir. Bu duygu ve cihazların, geliştirildiği takdirde Cennete lâyık bir hal alacağı ve orada tam olarak kullanılabileceği anlaşılmaktadır.

3. İhtiyaçlar:

İnsanın sahip olduğu duygu ve istidatlar kadar ihtiyaçları vardır. Her duyu ve duygunun ihtiyacı, bir mide olarak tanımlanabilir. İnsanın ihtiyaçlarının sınırlarını, hayallerinin sınırları, diğer bir deyimle sınırsızlığı belirler. Bu dünyanın saadetini arzu ettiği gibi, ebedî cenneti de arzu eder. Ebedî saadet arzusu ihtiyacın nihaî hedefidir.

Cenâb-ı Hak, insanın duygularını, özelliklerini maksada yöneltmek için, ihtiyaç kamçısıyla çalıştırmıştır. Aynı zamanda hizmet içinde ücreti yerleştirerek ve nimeti hissettirmek ihsanıyla yukarıda zikredilen hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmıştır.

İnsana yön veren belki de hayatını şekillendiren düğümlerden biri, insanın maddî ve mânevî ihtiyaçlarıdır. Fakat kilit nokta, bireyin bu ihtiyaçlarının gerçekliğini kontrol edip onları öncelik sırasına göre karşılamasıdır. Yaşamak için gerekli olan ihtiyaç maddesi, dört veya beş unsur iken, kanaatsizlik, rahat ve lüks yaşama gibi çeşitli sebeplerden dolayı 20’ye kadar çıkabilmekte, bunları karşılamaya gücü yetmeyen insan için de hayat çekilmez hale gelebilmektedir. Halbuki Yaratıcısına karşı acizliğini anlayan insan için ihtiyaçlar, Allah ile arasındaki bağı kuvvetlendirecek bir araçtır.

Hayvanların aksine insanın akla sahip olmasından dolayı cihaz ve latifeleri de bir çeşit sınırsızlık kazanmıştır. Çünkü akıl geçmiş ve gelecekten geniş bir zamanı insana açmış, duygu ve hisler de o nispette genişlemiştir. Ufkun açılışı o nispette ihtiyaçların sonsuzluğunu netice vermiş, insan gücünün sınırlığı ve ömrünün azlığı onda çelişki meydana getirmiştir. Bu ruh sağlığının teskini ve tedâvisi ancak kâinatın sahibini bulmakla sonsuz güç ve rahmetinden yardım almakla ve ahirete imanla mümkündür. Aksi halde az bir zamanda varlık âleminden silinip gider. Tarihin mezarlığı da buna açık şahittir. Servet kazanma, mal edinme duygusu ve ihtiyacı, tatmin edilmediğinden, dünya nimetleri insanın hayal ve arzularına yetmediğinden yeryüzünde boğuşulup durulmaktadır. Cihan savaşları ve çatışmalar bunun göstergesidir.

İnsanın maddî ve cismanî ihtiyaçlarını karşılaması lezzet verir. Her gün yemek yemek, su içmek ve havayı teneffüs etmek insana usanç vermez. Mânevî ihtiyaçlar olan kalbin gıdası, ruhun ab-ı hayatı, rabbani lâtifelerin huzur verici havası ibadet ve namazların da tekrarından usanç değil lezzet alınması gerekir. Bu ibadetleri lezzet alma boyutunda yerine getirmek hem zarurettir, hem de hakkını vermektir.

4. Eğitim:

İnsanın fıtratındaki duygulara sınır konulmamış olduğundan, nihayetsiz tasarruf-u İlâhiyeyi anlamak, öğrenmek istidadındadır. Bu fıtrattaki insanın öğrenmesine engel olmamak için akla kapı açıp, vicdanı hazır hale getirerek eğitmek gerekir. Ancak bildikçe kemale eren insan; duygularını tanıyacak, ihtiyaçlarını bilecek ve Mün’im-i Hakiki’yi anlayacaktır.

Eğitimi alanın, kendi hocasını seçmesi, alacağı derslere karar vermesi, eğitimdeki baskıyı önleyebilir. Dayatılan eğitim, insanı birey olmaktan çıkarıp sürü olmaya yatkın hale getirir. Medrese usûlündeki ‘’ta’lim-i infiradi’’ ile ifade edilen, birebir eğitim önemlidir (Münâzarât, s: 129)

Bireyde bulunan teçhizatın koordinasyonunu eğitim sağlayacaktır. Özellikle eğitim birey odaklı, yani her bireyin kendine has özelliklerini dikkate alan ve ona uygun yolda yürüme yeteneğini kazandıracak olan birebir eğitimdir. Eğitimin bu önemi ile birlikte kavramın gerçek anlamını kazanması bireyi tüm bilimlerin sahibi olan Alîm bir yaratıcıya götürmesiyle mümkündür.

Eğitim, ihtiyaçların temini için istidatların sistematik geliştirilme sürecidir. ‘’İnsan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-ı hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahdır.’’ Bediüzzaman’a göre en zarurî ihtiyaç eğitimdir. Ancak eğitim yoluyla ulaşılan çeşitli felsefi bilgiler, faydalı, nurlu, ruhlu yapılarak kıymetli ilâhî bilgiler hükmüne geçirilmelidir. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.’’ ifadesi eğitimin manifestosudur.

İnsanın aklı maddeye, kalbi mânâya bakar: ‘’Vicdanın ziyası ulum-ı diniye, aklın nuru funun-ı medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder, talebenin himmeti pervaz eder.’’

Kalp, gözümüzün siyahı ise; akıl, gözümüzün beyazıdır. Şahıs bu yolda mükemmellik kazanır. Dünyanın nimetlerini elde etme, fen bilimlerinden geçerken, akıl, ruh ve kalbin terbiyesi din ilimleriyle olmaktadır. Özellikle Asya İslâm toplumlarında bu şarttır. Peygamberler ve evliyalar, bu yolda ahlâkın şekillenmesinde çekici bir özelliğin sahibi olmuşlardır. Bu sebeple Müslümanların, diğer dinlerin aksine olarak Kur’ân-ı Kerim’e bağlandıkları ölçüde medenileştikleri, bağlılıkları azaldıkça da geri kaldıkları, medeniyetler tarihi incelendiğinde açıkça görülmektedir.

İnsanın ve hayvanın yaratılış farkından anlaşılmaktadır ki, insanın “taallümle tekemmülü’’ amaçlanmaktadır. İnsan bu dünyevî ihtiyaçlarını eğitimle karşılayabilir. Eğitim, Rabbini anlama (marifetullah) ve ibadet etme açısından da ehemmiyetlidir. İnsanın dünyaya gönderiliş gayesine uygun yaşaması eğitimin temeli olmalıdır. Çünkü: ‘’İnsanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır.’’ Kendini geliştiren, nefis terbiyesi ve muhasebesine vakit ayıran insan, eşi ve çocuklarının eğitimini de ihmal etmemelidir. Kız çocuklarının eğitimi İslâm’da özel öneme sahiptir. ‘’İki kız çocuğunu yetiştiren babaya cennet müjdesi’’ özellikle anlamlıdır. Toplum halkasına daire genişlediğinde; ‘’insanların en hayırlısının, insanlara en faydalı olanı’’ olması, faydalı ilim ile iyi yetiştirilmiş evlâdın sadaka-i cariye (ölümden sonra da devam eden sadaka) olması dikkat çekicidir.

5. Davranış, sorumluluk ve görevler:

‘’İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim âmâl-i sâlihâdır. Salih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-ı ibada tecavüz etmemekle hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir.’’ (Mesnevî-i Nuriye, 98)

İnsaniyet ve insaniyet-i Kübra olan İslâmiyetin gereği olarak insan hür olmalı ve Abdullah olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. İhtiyaçları Cenâb-ı Hakk’tan istemeli, bunu amel-i salih için ‘’Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir. Terettüb-i neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dun himmetliktir’’ prensibi çerçevesinde işin başında çalışıp, neticeyi tevekkülle beklemeli, sonuca razı olmalı ve ebede uzanan neticeler için çalışmaya daima devam edilmelidir. “İnsanlar helâk olur, ancak âlimler hariç, âlimler de helâk olur, ancak bildikleriyle amel edenler hariç, bildikleriyle amel edenler de helâk olur, ancak ihlâslı olanlar hariç, ihlâslı olanları da büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır’’ hadisinin ikazı çerçevesinde ihlâs daima muhafaza edilmelidir.

Batı; ‘’başkasının hürriyetinin başladığı’’ yeri, hak ve hürriyetlerin sınırı kabul eder. Bu, bireyin kontrolsüzlüğünü, Cenâb-ı Hakk’ın emanetini gasp cüretini; ruhu, kalbi ve bedeni yerine göre; nefsin, hakim gücün, korkunun ve menfaatin esaretine terk sürecini de beraberinde getirmektedir.

Bireye yönelik tüm kanun ve bilgilerin uygulamaya geçirilebilmesi tüm insanlığın en büyük amacı ve de sorunu olmuştur. Buna rağmen, insanlık âlemi özellikle Müslümanlar bu konuda hem avantajlı, hem de sorumlu durumdadırlar. Çünkü her konuda olduğu gibi uygulama hususunda da örnek alacağı en büyük yol gösterici Peygamber Efendimiz (asm) ve onun her asırdaki temsilcileri vardır.

İman ve İslâmiyet, insanı maddeten ve manen şekillendirir, bağlılığı oranında da melek masumiyetine çıkarır. Küfür ve felsefe (hikmet-i beşeriye) ise, insanı şeytan bir hayvan derecesine düşürür. Bunun içindir ki; canavarın insana yapmadığını insan insana yapmış, hayvanlarda bile görülmeyen vahşiliği sergilemiştir. Bu hususta köleliğe, emek sermaye mücadelesine ve cihan harplerine bakmak yeterlidir. İnsan melekleştiğinde dünya cennet olacaktır. İmanlı insanın önüne iki dünya birden açıldığından ve dünyayı ahiretin tarlası göreceğinden, maddî menfaatler üzerinde boğuşmayacak, Allah’ın rızasını kazanma, cennetin bağ ve bostanını O’ndan satın alma karşılığında insanların saadetlerine çalışmayı bir ülkü haline getirecektir.

Doğru davranışların kaynağı iman hakikatleri ve İslâm ahlâkıdır. İslâm ahlâkının temel davranış formları Sünnet-i Seniyyedir. İnsanın kemalat ve fazilet sıfatlarının özü “ihlâs’’ yani Allah rızasıdır. İnsanlığın mükemmel davranış modeli ise, Peygamber (asm) ve onun hayat tarzını en iyi kavrayarak yaşayan, Kur’ân-ı Kerim’de diğergamlık ve mü’minler için kendi menfaatini terk etmek mânâsına gelebilecek ‘’i’sar’’ hasletiyle sena edilen sahabeler olduğunu görüyoruz.