Bediüzzamana Göre İdeal İnsan Keyfiyeti

Kişi emniyet ve bütünlüğünü ancak "Allah’a ve kanunlarına teslim olmakla" koruyabilir vegeliştirebilir. Böylece Kur’an’da sık sık ism-i fail olarak kullanılan Müslim kelimesi de "kendini Allah’a veAllah’ın kanunlarına teslim eden kişi" anlamına gelmektedir. Müslüman kelimesiyle ilgili ilginç bir nokta da,Kur’ân’ın Müslim sıfatını tüm kainat için kullanmasıdır. Kainat—yanlış olarak tabiat kanunları da denen—ilâhikanunlar vasıtasıyla Allah’a teslim olduğundan, kendisinden Müslüman olarak söz edilir.1

Bu noktada Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar, cüz’îküllî her şey O’nun tasarrufuyla ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve "lâ ilâhe illallah"kelimesiyle, mülkünde hiçbir ortağı olmadığına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa "Bir Allahvar" deyip, bütün mülkünü sebeplere ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmündeesbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve emirlerini tanımamak ve sıfatlarını vegönderdiği elçilerini tanımamak, peygamberlerini bilmemek elbette Allah’a iman hakikatinin gereği değildir. İdealinsan keyfıyeti de ancak, kendini en güzel şekilde yaratan ve besleyip büyüteni tanımakla oluşur.

İnsanın fıtrî halini ele alan Said Nursî, kendini ve eşyayı bir yaratıcının eseri olarak görmektedir.Yaratıcının, yaratmasında bir kasd ve hikmet vardır. Bu yaratılış amacı doğrultusunda insanın, hayatının tümalanlarında sorumluluk ve yükümlülükleri vardır. Ki, bu yükümlülükler kısaca "ibadet" terimi içerisindeözetlenmektedir. Bediüzzaman’a göre kâinat, her bir yanıyla, O’nun yaratışının eseridir. İnsan da O’nun bir mahlukuve "eser-i sanatı" olarak, şuuruyla bu yaratılışı tasdik edip, buna göre davranmak durumundadır. Bu da herbir ânın O’nu tanıyarak, yani O’nun adına geçirilmesi demektir. Böylece, her bir mevcut O’nun varlığını bildirir veO’na işaret ederken, kendisinin O’nun adına kullanılması gerektiğini de ihtar eder. Mevcudatın bu sesine kulak vermek,onların kendilerine vücut verenin rızası dairesinde kullanılmaları sonucunu getirir. Bu kullanımın alanını ve sınırlarınıise, tekvîni ve tedvîni şeriat belirler.

Her bir eşya, Said Nursî’ye göre bu bakışla birer nimet halini almaktadır. Nimet ise karşılığında"şükür" gerektirir. Şükür ödevi ise onları yerli yerinde kullanmakla yerine getirilmiş olmaktır. Demekki, ideal insanın özelliklerinden diğer biri de etrafında bulunan eşyayı tanımak olduğu gibi kullandığı bunimetlere karşı şükür ile mukabele etmektir. En mutlu insan toplumu, ahlâki ve toplumsal kanunları (şeriat-ı garra)ve fıziksel kanunları (şeriat-ı fıtriye) en iyi uygulayan, diğer bir deyişle İlahi iradeye boyun eğmesini, itaatetmesini bilen toplumdur.2

Özellikle sosyal zorunluluk gereği uygulamak zorunda olduğumuz sünnet dışı normları sadece zorunluolduğumuz için uyguladığımızın bilincini hiç akılımızdan çıkarmamamız gerekir. Sünnete dayalı bir hayat tarzıüretebilmek için ilk olarak güçlü bir irade ile yeniden sünnete dönme gereği vardır. Bu konuda ilk olarak günlükyaşamaya ilişkin normları sünnete uydurmak için yoğun bir sünnet araştırması yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki,sünneti hayatımıza rehber yapıp, en küçük bir sünneti tatbik etmek, sağlam bir îman ve sebat gerektirmektedir. Bualandaki eksiklerimizi giderip, insanı yaratılış gayesine uygun yaşamaya sevk eden sünnete sarılmamız gerekir. Sosyalhayatta burjuva değer sisteminin normlarını zorunlu olarak uygularken kişisel hayatımızda sünnetin en ufak varyantınıbile uygulamız mümkündür. Servet veya gelir düzeyimiz arttıkça tüketim çeşit ve kalıbını fazla değiştirmeden,israf ve konfora sapmadan yaşayabilme, sünnete uygun yaşama anlamına gelir.

Bediüzzaman, İmam-ı Gazali gibi yepyeni bir medeniyetin temelini atmak üzere her türlü düşünce vemotivasyonu geliştirmiş ve bizlere miras bırakmıştır. Bu medeniyet sadece rasyonel ve seküler kurumlardan ibaret değildir.Bunların yanında, bu kurumlara ruh verecek takva, rıza, iktisat, kanaat gibi nitelik ve derinliklerin olmaması durumundasadece kurumların yaygınlaşması, beşeri sermayenin nicelik olarak çoğalması, fazla bir anlam ifade etmez. Medeniyetinmaddi cephesi ekonomik ve bilimsel gelişme ve kurumlarla donatılırken, manevi cepheleri de yeniden sünnete dönerek ve sünneti,"yaşayan gelenek" haline getirerek donatılacaktır.3

Günümüz İslâm düşünürleri de kâinatın sembolik boyutuna dikkat çekmiş ve onun bize Allah’ı tanıtanboyutunu vurgulamışlardır. Ancak kâinat kitabını en coşkulu şeklide okuyan ve ondaki manaları keşfedenlerin başındaSaid Nursî gelmektedir. Risale-i Nurlarda, kâinat kitabının mütalaası büyük bir yer tutar. İslâm’ın sistemden dışlandığı,her türlü dini eğitimin yasaklandığı, daha önemlisi alfabenin değiştirilmesiyle tüm kültürle tam bir kopuşun yaşandığıbir dönemde Nursî, kâinat kitabını okumuş ve herkese de nasıl okunacağını öğretmiştir.4

Konuyu Said Nursî’nin, "Evet hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hatta hayal vesair kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine layık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgulolmaktır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerininher çeşitlerini, hatta en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalp ve aklını nefs-i emmareye musahhar edip yardımcıverse; o, terakki değil sukuttur."5 ifadesiyle bağlarsak, ideal insanın keyfıyeti de daha iyi anlaşılmışolur.