Bediüzzaman'ın İslam Muhalefet Geleneği Açısından Konumu

Bir Muhalif Olarak Bediüzzaman Said Nursi – II

Bediüzzaman, kendi tavrı ve ona yapılan muameleler açısından selefi olan mümtaz alimlere ne kadar da benziyor. O hiçbir zaman rejimin şefi M. Kemal'in kendisine yaptığı mebusluk, şarkta Şeyh Sunisi'nin yerine vaiz-i umumilik, bir köşk tahsisi gibi tekliflerini kabul etmez.1 "Mebusluk, umumi vaizlik gibi imkanları kullanıp daha iyi hizmet yaparım, bu dehşetli gücü karşıma almak yerine, yanıma alayım" demez. Bunları hizmete fayda verecek imkanlar değil, esasatını bozacak rüşvet, ayakbağı, göbek bağı olarak görür.2 Buna mukabil 1925'ten başlayarak vefatına kadar geçen otuz beş sene boyunca hapse, sürgüne, tarassuda, mahkemelere, baskılara, defalarca zehirlenmelere maruz kalır. Rejimle uzlaşmamasının bedelini kendisine çektirmek isterler, fakat o bir sepete sığan malvarlığı ve iyi bir eğitim almamış, kariyeri olmayan, az sayıda çiftçi, çoban, memurdan oluşan sadık talebeleriyle hizmetleri, sürgün, hapis ve zehirlenmelere rağmen Allah'ın inayetiyle başarır, büyük oyunu bozar. Türkiye Müslümanlarının, belki dünya Müslümanlarının önünü açar.

Mücadelesinde tıpkı seleflerinin yaptığı gibi, asla iktidara, hatta çeşitli resmi görevlere talip olmaz, prensipleri ve yüksek hakikatlerin dışında bir gayreti ve beklentisi yoktur, bunları reddetmiştir. İyiliği emir, kötülüğü men (emr-i bil ma'ruf nehyi anil münker) yapmaktadır. O kötülüğü eliyle değilse bile diliyle ve kalbiyle düzeltmeye çalışmıştır. Ehl-i Sünnetin tercihi sabır ekolünü benimsemiş, onlarla birlikte zulüm ve tağutun meşruluğunu ve haksızlığını onaylamayan, kabul etmeyen tavrını sürdürmüştür. Selefleri gibi; 1- Zalim yöneticilerle yardımlaşmamış, 2- Fıkhın ve hadisin incelenmesi yerine, daha temel bir konu olan iman esaslarının takviyesine çalışmış, 3- Kelam ve tefsir ilimleri sahasında çaba göstermiştir. Ki, Fıkıh aslında iman esaslarını da ihtiva eden bir ilim dalıdır (Fıkh'ul Ekber). Bütün vatan sathını medreseye çevirerek, Risaleler yazılmış, çoğaltılmış, dağıtılmış, okunmuş, müzakere edilmiş, hayata geçirilip modern ulus devletin pozitivist, seküler dayatmasına karşı durulmuştur. 4- Yönetenlere ve yönetilenlere öğüt vermeye (emr-i bil maruf) devam etmiştir.

Mutezile'den Şia'ya, Havariç'ten Ehl-i Sünnete kadar, İslam uleması ve Nursi zulüm karşısında devrim, sabır ve temekkün şeklinde, ama muhakkak muhalefet ettikleri halde, neden özellikle Ehl-i Sünnet ve Bediüzzaman muvafık olarak algılanmakta veya algılatılmaktadır? Bunun bir çok önemli sebebi "Adalet-i İzafiye Paradigması"nda yatmaktadır. Önemli bir sebebi de; Osmanlı döneminde bağımsız bir ulema ve arifler sınıfı olmayışı; Akşemseddin ve Molla Gürani örneğinde olduğu gibi, sultanlar ile alimler arasında bir gerilim yerine uyumun söz konusu oluşudur. Bu dönemde kardeş ve evlat katline dahi fetva veren alimler çıkmış, devletçilik ve Osmanlı Devleti bir tabu haline getirilerek "devlet-i ebed müddet" gibi itikaden problemli yaklaşımlar revaç bulmuştur.3 Cumhuriyet Türkiye'si pek çok alanda olduğu gibi Osmanlının bu anlayışını da tevarüs etmiş, devletin çıkarı için fertlerin feda edilmesi (faili meçhuller) adiyattan olmuştur. Halk da bu anlayışı tevarüs etmiş; Marksistlere, Kürtlere, hatta dindarlara yapılanlar konusunda, ehl-i dinin bir kısmı dahi "devlet daima haklıdır", "başörtülüler yasağa muhalefet etmesin, devlet iradesine uysun" fikrindedirler.

Bediüzzaman ve Nur Talebelerini "pasiflikle" ve "çiçek böcek muhabbeti" yapmakla suçlayan "sözde radikal" kesimlerin ve siyasal İslamcıların talip oldukları modern devlet ve devletçi anlayış, netameli iktidar, yüzeysellik ve güncellikle malül talepleri düşünüldüğünde, tam da modernizmin kulvarında, oyunu başkalarının koyduğu kurallara göre oynayan, oportünist bir yaklaşım ortaya çıkar. İslami geleneğin devlete ve iktidara talip olmayan ilkesel ve ihlaslı muhalefetine mukabil, kafasındaki "kutsal devlet" adına hakiki kutsalları harcamaya müheyya, iktidara biz gelelim de ne olursa olsun anlayışı, tam bir edilgen, modernist anlayıştır. Gerçek bir muhalefet değil, bir nevi muvafık bir anlayıştır. Öte yandan bin küsur yıl sonra Hz. Ali karşısında Hz. Muaviye'nin içtihadını rahat rahat eleştiren niceleri bile, gerçekte tam da onun durduğu yerde durmaktadır.4

Risale-i Nur'un İslam Tarihindeki Özel Yeri

Bediüzzaman'a göre; "Hulefa-i Erbaa'nın beşincisi olarak ve 'Şüphesiz hilafet benden sonra otuz sene sürecektir' (el-Fethur-Rabbani; 23:10) hadis-i şerifin hükmünü tasdik ettiren, müddet-i hilafeti, azlığıyla beraber kıymetini azim göstermek için o mana-i işarisiyle Hazret-i Hasan (r.a) gösterir."5 "Hz. Hasan'ın (r.a) altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un Cevşenü'l-Kebir'den ve Celcelutiye'den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazreti Hasan'ın (r.a.) kısacık bir müddetini uzunca bir zamana çevirerek, tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalat-i hakikiye (adalet-i mahza) ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur'dur ve onun şahs-ı manevisi, Hazreti Hasan'ın (r.a) bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir."6

Hilafet denince çoğumuzun aklına öncelikle siyaset, devlet ve yönetim gelir. Halbuki bu hilafetin ruhuna ve manasına çok da uygun değildir. Nursi'nin belirttiği gibi; Hilafet vazifesinin en ehemmiyetlisi iman hakikatlerinin neşri ve tebliğidir. Madem ki, halife, Peygamber'in (a.s.m.) yerine geçendir. Onun (a.s.m.) en birinci vazifesi ve işi iman hakikatlerinin neşri olduğuna göre, halefine düşen de odur. İkinci derecede olmak üzere, yönetim de hilafetin bir boyutu olmakla birlikte, bu yön abartılmış, asıl misyon ise ihmal edilmiştir

İman hakikatlerinin neşir ve tebliği konusunda Risale-i Nur'un önemi ve misyonu bedihidir. Bunun için devlet başkanı olmak, iktidarda olmak da zorunlu değildir. Hz Peygamber (a.s.m.) Risaletinin 13 yıllık Mekke döneminde idari bir görev almamış, 10 yıllık Medine döneminde bir konsensüs sonucu idari reislik de ifa etmiştir. Risale-i Nur da Hz. Hasan'ın beşinci halife sıfatıyla yardımcısı, tamamlayıcısı ve manevi bir evladıdır.

Beşinci halife Hz. Hasan Medayin'de karşılaştığı Muaviye ve ordusuyla, Müslümanların kanı akmasın diye savaşmamış, hilafet vazifesinden ise feragat etmiştir.7

Maddi hilafetten feragat ve manevi hilafet ve saltanat itibarıyla iman hakikatleri naşiri Risale-i Nur'a beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Muaviye ve oğlu Yezid gibi Emevi sultanlarının maddi, şekli fakat esassız hilafeti (ısırıcı saltanat) yerine manevi, içeriksel ve esaslı hilafet daha fazla hilafettir. Bir anlamda, iktidar değil de muhalefet hilafetidir.

Nursi Muhalefetinin İktisadi ve Sosyal Boyutu

Sanılanın aksine Bediüzzaman sadece dini ve imani boyutta değil, burjuvaziye ve üst tabakalara karşı mensup olduğu avam tabakasının pozisyonu dolayısıyla istibdat ve baskılara da muhalefet etmiştir:

"Evet ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım ve meşreben ve fikren "müsavat-ı hukuk" (hukuki eşitlik) mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslamiyetten gelen sırr-ı adalet ile burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme (adalet-i mahza) lehinde, zulüm ve tegallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim."8

Said Nursi, muhalefet müessesesinin kendisini, samimi, meşru bir adalet ve yönetim dengesi sağlaması yönünden zorunlu görür. "Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı, muhalefet hiçbir hükümette suç sayılmaz. Bilakis muhalefet, meşru ve samimi ve muvazene-i adalet vasıtasıdır." der.9 "Barika-i hakikat da müsademe-i efkardan doğar"; fikirlerin müsademesi için ise farklı, muhalif, aykırı fikirler gerekir.

Ülkemizin gerek maddi, gerekse manevi kalkınması, gelişmesi ve ilerlemesi için, insanımızın maddi ve manevi huzuru ve mutluluğu için en fazla ihtiyaç duyulan şey, özgürlük demokrasi ve insan haklarına saygıdır. Ve bunları halk talep edip, mücadelesini vermeden ele geçiremiyoruz. Bilgisizlik ve isteksizlikle haklarını bilmeyen bir millet ehl-i hamiyet idarecileri bile müstebit kılar. Avrupa Birliği süreci ve pek çok demokratik uyum yasalarına rağmen, Anayasayı değiştirecek güçlü ve mağdur kesimden gelen bir iktidara rağmen, demokratikleşme ve hürriyetler pek de sağlanamıyor.

Çünkü halk yeterince bilinçli ve talepkar değildir. "Nemelazımcılık" ve "bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık" almış başını gidiyor. Yılan ise sırası gelen herkesi yokluyor. Haksızlıklara, kanunsuzluklara karşı kime yapılırsa yapılsın hep birlikte karşı çıkıp, muhalif bir tavır geliştirmeden ne demokrasi, ne insan hakları ve ne de hukukun üstünlüğü olur. İktidar her rejimde var, rejimi demokratik yapacak olan sağlam ve ilkeli bir muhalefettir. Muhalefetsiz bir hukuk devleti ve insan haklarına saygı mümkün görünmüyor.

—SON—