Tefekkür 2

Bediüzzaman’ın gözünde, bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıklarınyaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir. Âlemi iki daire ve iki levha şeklinde mütalâaeden Bediüzzaman, bunları şu şekilde sıralar:

"Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at.Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi, câmi bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkürve iman."

Bu levhalardan san’at levhası, yani rububiyet dairesinin izhar ettiği nihayetsiz tezyinat, buna paralelolarak, nihayetsiz bir tefekkür vazifesini gerektirmektedir ki, sadece insan ve cinlerin değil, sayısız melek cinslerininve ruhanî varlıkların yaratılışı da bu sırdan ileri gelmektedir. Ancak bütün varlıklar arasında, sahip olduğukabiliyetler itibariyle insanın misilsiz bir yeri vardır. Çünkü tefekkürün gayesi, eserdeki harikulâdelikleri müşahedeetmek, onları tek tek tartmak, bu eserlerden Saniin cemaline, kemaline, azametine, celâline ve sair kudsî sıfatlarınaintikal ederek Onu tanımak, Ona hayranlık ve muhabbet duymak ve Onun huzuruna çıkıp iltifatına mazhar olmaya bir iştiyakduymaktır. "Bu vazifeyi ifa edecek, insandır. Çünkü insan, gerçi cahil, zulmetli bir şeydir, ama öyle biristidadı vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyakati vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştırki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen,küllî bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor."

"İnsanda vedia bırakılan emaneti," Bediüzzaman, eserlerinin başka yerlerinde "ene"olarak açıklar ve insanın bu emanet vasıtasıyla Yaratıcısının sıfât ve şuunatını anlayabildiğini söyler. Yinebu emanet, insanın meleklere üstün kılınmasını netice vermiştir. Diğer yandan, "Rahmâniyetin cilveleriylenimetlenen" bir nefis, meleklere üstünlük sebebidir. "Hususan rızıktaki zevk cihetiyle [insan] pek çok Esmâ-iHüsnâyı anlar. Halbuki melekler onları o zevkle bilemezler."

İşte, diğer bütün yaratıklardan üstün kabiliyetlerle donatılmış olarak bu âleme gönderileninsan, âdetâ bir sanatkârın güzide eserleriyle donatılmış bir sergiye çağırılan seçkin bir davetli gibi, kâinatıbaştan başa fikren dolaşacak, karşısındaki her eseri inceleyecek, ondaki sanat inceliklerini çözecek, bütün varlıklarıntek tek ve hep beraber şahitliklerini dinleyecek, onların ibadet ve tesbihatlarını anlayacak ve tıpkı birliği adınatekmil veren bir komutan gibi, kendisine teshir edilmiş varlıkların ibadet ve tahiyyatlarını, onlar adına dergâh-ı İlâhîyetakdim edecektir. Bütün bunlar, ancak yoğun ve sürekli bir tefekkür faaliyetinin sonunda gerçekleşecek işlerdir. İnsanlarve cinlerin, ancak Allah’a ibadet etmek gibi bir gaye için yaratıldıkları, âyet-i kerimede beyan edilmiştir. Ancak buibadet, ruhsuz ve şekilden ibaret bir merasim değildir; kendisine kulluk edileni tanımak suretiyle Ona iman etmeyi, Onunmarifetini ve bu marifet içindeki nihayetsiz muhabbeti gerektirmekte ve yaratılışın en yüce gayesi olarak önümüzekoymaktadır. Risale-i Nur, en önemli esası olan tefekkür yoluyla bu neticeye varmak ister. Bu tefekkürün sonucu, sadeceAllah’ın varlık ve birliğini teslim eden teorik bir bilgi derecesinde kalmaz, insan hayatının bütün safhalarına nüfuzeden bir "huzuru," yani, Allah’ın varlık ve birliğini ve esmâ ve sıfâtını her yerde, herşeyde, herhadisede bulmayı, bilmeyi, hissetmeyi ve bu şuur içinde yaşamayı hedef alır:

"[Risale-i Nur’un tefekkür yolu] mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâlhesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıylaonlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir, herşeyde Cenab-ı Hakka bir yol bulmaktır."

Bir başka yerde ise, Bediüzzaman, bu nevi huzurun tahkikî iman kuvvetiyle ve marifetullahı netice verenmasnuattaki imanî tefekkürle kazanılacağını belirtir.

Tefekkür nevileri

Risale-i Nur tefekkürü, (1) âfâkî, (2) enfüsî olmak üzere iki esas üzerinde hareket eder. Bunlardanbirincisinde icmal, ikincisinde tafsil esas tutulmuştur.

— Âfâkî tefekkür —

Kâinattan Yaratıcısını soran bir gezginin gözlemlerini içine alan Âyetü’l-Kübrâ, Risale-i Nur’dakiâfâkî tefekkürün zengin örnekleriyle doludur. Bu risalede kâinat, bütün varlıklarıyla, görünen ve görünmeyenâlemleriyle incelenmekte ve Kâinat Yaratıcısının varlık ve birliğine dair şahitliği, otuz üç ayrı mertebede dilegetirilmektedir. Eserin birinci bölümünde vücub-u vücudun ispatı birinci plânda, tevhid konusu buna tâbi durumdadır.İkinci bölüm ise, kâinatı bir bütün olarak çeşitli açılardan ele alır ve tevhid konusuna ağırlık verir. Âyetü’l-Kübrâ’dageniş bir ölçekte takip edilen bu usul, Risale-i Nur’un genel yaklaşımını temsil etmektedir. Bu usulü, "bir varlıktaveya bir hadisede gözlenen bir durumu, kâinattaki benzerleriyle birlikte dikkate almak ve hadiseye kâinat kadar geniş birbakış açısından yaklaşmak" şeklinde özetleyebiliriz. Âfâkî tefekkürdeki "icmal" ile kastedilen debu olsa gerektir. Böylelikle, kesret dairelerinin fikri dağıtması önlenmekte ve kâinatta gözlediğimiz her bir varlıkyahut her bir hadise, âdetâ kâinat kuvvetinde bir marifetullah burhanı yahut huzur vesilesi haline gelmektedir.

Bu hakikati, Bediüzzaman, İkinci Şuanın başında, "Tevhid ve vahdette cemal-i İlâhî ve kemal-iRabbanî tezahür eder" ifadesiyle dile getirmekte ve bunun örneklerini sıralamaktadır.

Bediüzzaman, Dördüncü Şuada da aynı yolu takip eder ve yeryüzünü âdetâ bir küçük bahçe gibihayalin önüne getirir. Ve bu bahçede bütün yavruların birden anne sütüyle beslenmelerinde rahîmiyetin güzelliğini,bütün canlıların birden rızıklandırılmalarında Rahmâniyetin güzelliğini, bütün varlıkların birden hikmetlibir şekilde yaratılışlarında hakîmiyetin güzelliğini, bütün varlıkların yaratılışlarında hükmeden tenasüpteadaletin güzelliğini, bütün varlıkların hayatlarını koruyup devam ettirecek cihazlarla donatılmış olarak yaratılışlarındahafîziyetin güzelliğini, bütün canlıların birden kendilerine lâyık ikramlara mazhar oluşunda kerîmiyetin güzelliğiniseyreder. Gerçi bunlar "hayalî bir gözle" görülen manzaralardır; ancak hayal değil, hakikatin ta kendisidir.Çünkü anlatılanlar, etrafımızda her an cereyan eden hadiselerdir-biz görsek de, görmesek de. Ne var ki, organik gözlerbu manzarayı kuşatmakta yetersiz kaldığı için, tablonun geri kalan kısmı, ancak hayal gücünün yardımıyla vetefekkür vasıtasıyla tamamlanabilmektedir.

Bu bakış açısı yakalandıktan sonra, bir eserde bütün eserler, bir fiilde bütün fiiller, bir isimdebütün isimler görülür. Ve bir varlıkta bir ismin tecellîsinin müşahedesi, kâinatta tecellî eden bütün isimlerinMüsemmâsına fikri intikal ettirir. Bundan sonra tek bir varlık, hattâ tek bir zerre dahi bütün kâinatın fonksiyonunugörebilir. Çünkü o zerre, tek başına, Cenab-ı Hakkı zâtıyla ve sıfatlarıyla ispat etmekte ve tanıtmaktadır.

— Enfüsî tefekkür —

Benzer bir durum, enfüsî tefekkürde de bahis konusudur. Enaniyet ve nefis gibi, genellikle manevî gelişmeninengelleri olarak görülen unsurlar, Risale-i Nur’da marifetullahın en önemli araçları olarak karşımıza çıkar. Birdefa, benlik duygusunun bu konuda yerine getirdiği fonksiyonu başka hiçbir şeyle telâfi etmek mümkün değildir. Çünkütanımakla mükellef olduğumuz Yaratıcının sıfatları mutlak, sınırsız ve benzersizdir. Eğer ene’nin "Ben nasılbu evi yaptıysam Allah da kâinatı yaptı" şeklindeki ilkel bir kıyasla başlayıp, git gide mücerret düşünceninen yüksek mertebelerine kadar varan bir silsileyle sonuçlanan benzetmeleri olmasa, kudreti her şeyi kuşatan ve dilediğinidilediği gibi yapan bir Yaratıcının ne sıfatları, ne de eserleri ve tecellîleri hakkında bir tefekkür imkânımızkalmazdı. Nitekim Kur’ân ve hadis de Kâinat Yaratıcısının sıfât ve şuunatını bize bu yolla tanıtır. Meselâ âyet-ikerimede, Allah’ın şirke müsaade etmeyişi, "kendi nefsimizden bir örnek verilmek" suretiyle ve "Siz kendikölelerinizin malınızda size ortak ve sizinle eşit olmasına razı olur musunuz?" şeklinde bir benzetme ile anlatılmaktadır.Burada, hakimiyetin rakip kabul etmeyişi, insanın zahirî ve nisbî malikiyet ve hakimiyetinden örnek verilmek suretiyledile getirilmiştir.

Enaniyet gibi, nefis de, insanın elinde önemli bir marifetullah vesilesidir; hattâ, yukarıda da gördüğümüzgibi, mazhar olduğu tecelliyat itibarıyla, meleklere bir rüçhaniyet sebebidir. Bediüzzaman bu konuda Sahabenin yaşayıştarzını kendisine örnek alır ve nefsi öldürmek veya tesirsiz hale getirmek yerine, kalbin kumandasında bir askerolarak istihdam etmek ve kendisine mahsus ibadetine sevk etmek yolunu seçer.

İnsanın tıpkı diğer varlıklar gibi İlâhî isimlere bir ayna teşkil etmesi ve noksan sıfatlarıylaYaratıcının münezzeh sıfatlarına aynadarlık etmesi gibi iki özelliği daha bu hususlara eklendiğinde, enfüsîtefekkürün üç cephesi açıklığa kavuşur. Nitekim acz ve fakr esasları, insanın noksan sıfatları olarak Risale-iNur tefekkürünün temellerini oluşturmaktadır. Ve bu esaslar, enaniyet ve nefis cihetinden gelebilecek tehlikelere karşıbir sigorta fonksiyonunu görmektedir:

"Evet, şu tarik daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruyaKadîr-i Zülcelâle verir. … Hem şu tarik daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâlarıbulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin."

Bediüzzaman, enfüsî tefekkürde tafsil taraflısı olduğu gibi, bu yolun âfâkî tefekküre nisbetle çokdaha kesin ve kestirme bir yol olduğu görüşündedir. Hattâ, âfâkî tefekkürde varılan neticenin kesinliğiniilmelyakîn mertebesi ile tarif ederken, enfüsî tefekkürde hakkalyakîn mertebesinden söz etmektedir. Nitekim, bir âfâkîtefekkür âbidesi teşkil eden Âyetü’l-Kübrâ’nın Arapça bir özeti mahiyetindeki Hülâsatü’l-Hülâsa’ya, daha sonra"mahiyet-i insaniyenin şehadeti" ile ilgili bir bölüm ilâve eden Müellif, Emirdağ mektuplarından birinde, builâvenin gerekçesini şu şekilde açıklar:

"Evet, ben Hülâsatü’l-Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikiroluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi ilmelyakîn ile iz’anetmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-i insaniyeye baktığı vakit, o câmi mikyasta, o küçükharitacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî birvicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmâyı tasdik eder."

Bahsin devamında, enfüsî tefekkürün hakkalyakîn derecesinde ve her türlü şüphe ve vesveseden uzakbir iman mertebesine ulaşma vesilesi olduğu belirtilmektedir.