Bediüzzaman, insanları irşad için nasıl bir yöntem belirlemeliydi? Soyut mantıksal çıkarımları esas alan klasik yöntemi mi, yoksa insanların bu çağda düşünecek zamanlarının olmadığını dikkate alarak, günlük yaşanan somut olaylardan hareket eden temsil (analoji) yöntemini mi? Bediüzzaman, Kuranî yöntem dediği ikinci yolu benimsedi ve mesleğini onun üzerine kurdu.
Bediüzzamana Göre Kuranın Yöntemi
Bediüzzaman, kendi kullandığı yöntemin Kuranî olduğunu, bu nedenle diğerlerinden daha etkili olduğunu ileri sürer. Ona göre, gerçi diğer yöntemler de Kurandan çıkarılmıştır, fakat hikmetsiz olarak o kadar uzatılmış, detaylandırılmıştır ki, amaç ortadan kaybolmuştur. Gerçekten de, Allahın ispatı konusunda klasik kelâmcıların geliştirdiği hudus ve imkân delilleri sadece Allahı ispatta kullanılabilecek bir araç olmaktan çıkmış, kendileri başlı başına bir felsefî mesele haline gelmiş ve sıradan zekâların değil, üstün zekâlı bilginlerin bile zor anlayabileceği bir şekle sokulmuştur. Bu konuda gösterilen performansın düşünce tarihimiz açısından verimliliği doğal olarak inkâr edilemez. Ancak, Kuranın izlediği tevhidî gerçekliğin, her zamanda ve herkes için, sürekli anlaşılabilir bir dille takdimi hedefine ulaşmaktan da uzak olduğu bir gerçektir.
Bediüzzamanın seçtiği yöntemin sıhhat derecesini anlayabilmek için, en başta Kuranın yöntemini belirlemek gerekir. Dikkatli bir şekilde incelendiğinde, Kuranda derin hakikatlerin, sıradan insanların anlayabileceği basit bir tarzda basit misaller yoluyla anlatıldığı görülür. Çok sayıda âyette, insanların günlük hayatlarında sürekli muhatap oldukları olgular ve ilişkilere gönderme yapılır ve yüksek hakikatler bu basit olgulara benzetilerek anlatılır. Zaten Kuran, bunu açık olarak ifade eder: Anlasınlar diye Allah insanlara örnekler verir. (İbrahim/25). Hatta kendi şeriksizliğini anlatırken Cenâb-ı Hakk, insanların ortak istememe eğilimlerini hatırlatarak, insanlar nasıl kendi mal ve mülklerine başkalarının ortak olmasını istemezlerse, kendisinin de ortak istemediğini vurgular. (Rûm/28) Aynı şekilde, insanlığa faydası olmayan bilginin taşıyıcısına fayda sağlamayacağını, değerli kitaplar taşıyan eşeğin, onlardan yararlanamayacağı temsiliyle anlatır. (Cuma/5)
Kuran; Allahın varlığını ispat sadedinde, yüksek mantıksal kategoriler yerine, sıradan insanların da rahatlıkla anlayabileceği enfüsî ve afakî olgusal deliller sıralar: Sema ve arzın yaratılışında; gece ve gündüzün farklılaşmasında; insanların yararına olarak denizde yüzen gemide; Allahın semadan indirdiği sudaki o suyla öldükten sonra yer yüzünü diriltmekte ve her türlü canlıyı yaşatmaktadırrüzgarı oradan oraya sevk etmesinde; sema ve arz arasında emre amade olan bulutta aklını kullanabilen topluluklar için deliller vardır. (Bakara/164). Bediüzzamanın da en çok atıf yaptığı bu âyette Cenâb-ı Hakk, doğrudan olgusal varlıkları delil göstermektedir. Aynı şekilde başka âyetlerde de güneş, ay, yıldızlar, insanın yaratılışı gibi olgular delil olarak tekrarlanmaktadır.
Kuranın neden böyle bir yöntemi seçtiğini inceleyen Bediüzzamana göre, yüce gerçeklikler sıradan zihinlere ancak bu yöntemle intikal ettirilebilir. Kuranın sadece elit ve entelektüel kesime değil, aynı zamanda avam ve halk tabakasına da hitap ettiğini, hatta genellikle muhatabının avam tabakası olduğunu, bu nedenle onların anlama ve kavrama düzeylerini dikkate almak durumunda olduğunu hatırlatır. İlâhî gerçeklikleri anlatırken Kuranın varlıkları delil olarak zikrettiğini, delilin sıradan zekâların bile çok kolay şekilde anlayacağı tarzda basit ve anlaşılır olması gerektiğini vurgular. Bunun da en kestirme ve kolay yolunun, insanların yaşayarak öğrendikleri bilinen olgulardan basit misaller vermek olduğunu söyler. (Nursî, Sözler 1994: 495)
Bediüzzaman; insanların zihinlerinde derin hakikatlere yeni pencereler açabilmek için onların zihinlerini yormayacak, öğrenme şevklerini kırmayacak, mevcut düşüncelerini rencide etmeyecek şekilde mümkün olduğunca basit, açık ve anlaşılır misaller vermek gerektiğini vurgular. Bir çocukla konuşurken, nasıl onun kavrama düzeyine inip onun kullandığı kavramları kullanarak onun zihin dünyasıyla temas kurmaya çalışılırsa, sıradan insanlarla da, ancak son derece basit teşbih ve temsillerle temas kurulabilir. İşte bu nedenle Kuran temsil (analoji) yöntemini seçmiştir. (Nursî, Mektûbât 1994: 94)
Bediüzzaman, İşârâtül-İcâz adlı eserinde Kuranın temsil yöntemini nasıl çok etkili bir şekilde kullandığına dair ilginç bir yorum sunar. Müfessirlerin ayakta alkışlayacağı bir tefsir örneği olan bu yorumu, kısaca hatırlatmakta fayda vardır: Kuran ilk nazarda, Araplara münafıklığın olumsuz sonucunu anlatmak istemektedir. Bunu, Arapların hemen hepsinin yakından aşina oldukları, zihinlerinde çağrışımı çok derin bir temsil geliştirerek anlatmak en iyi yoldur. Kuran da bunu yapmıştır. Cenâb-ı Allah, diliyle iman ettim deyip fakat kalben iman etmeyen, böylece Müslümanlığın sağladığı maddî menfaatlerden yararlanmak isteyen münafıkların durumunu, ateş yakan fakat ateşi sönen, karanlıklar ortasında kala kalan yolcuların ya da yerleşim yerlerinden çok uzaklarda, karanlık bir gecede, öldürücü bir yağmura tutulan, gözleri kör edecek derecede ışık saçıp hemen kaybolan şimşeklerin ve kulakların zarını patlatacak seviyede gürleyen gök gürültüsünün dehşeti içinde donup kalan yolcunun durumuna benzeterek anlatır.
Bediüzzaman Cenâb-ı Hakkın neden böyle bir misal verdiğini çarpıcı bir şekilde analiz eder. Ona göre, Arabistanda yaşayan ve Kuranın birinci derecede muhatabı olan insanlar, genellikle göçebelerdir ve bunlar yolculuk esnasında çoğunlukla bu tip maceralarla karşılaşmış ya da arkadaşlarının başından geçenleri dinlemişlerdir. Hatta toplumun hemen tüm kesimlerinde, karanlık ve yağmurlu gece yolculuklarında yaşanan sıkıntılara dair canlı bir izlenim vardır. Yolcular geceleyin aşırı bir yağmura tutulmuşlar, yollarını kaybetmişler, yırtıcı hayvanlarla dolu mağaralara sığınmışlar, zar zor ateş yakmışlar, ateşin ışığında malları ve arkadaşlarını görmeye, yırtıcı hayvanlardan korunmaya, gidecekleri istikameti belirlemeye çalışırlarken rüzgar veya yağmur ateşlerini söndürmüş, bir daha ateş yakamamışlar ve kurtulma umutlarını yitirerek, tek başlarına karanlığın ortasında kala kalmışlardır. (Nursî, İşârâtül-İcâz 1994: 115 vd. Konunun başka bir şekilde anlatımı için bkz. Ebussuud, I/55; Abdurrahman Sâlibî: 35; Ebubekir Suyûtî, 1414: I/81; Halid Taberî, 1405: I/140; Muhammed el-Cevzî, I/44; Muhammed Şevkanî, I/48; Muhammed Zerkeşî, 1391: I/486; Fahreddin-i Râzî, 1995: I/80 vd.)
Kuranın bu yöntemi, klasik ulemâ tarafından fazla dikkate alınmamıştır. Özellikle Aristo felsefesinin etkisiyle daha fazla mantıksal ilişkilere ağırlık verilmiştir. Bediüzzaman ise Risale-i Nurda Kuranın yöntemini esas almıştır. Bu nedenle Risaleler hem bilgilendirir, hem de Allahla beraber olma (huzur-u daimî) halini temin eder. Yani Risalelerde hem kelâmın sağladığı bilgi ve mantık, hem de tekkelerin sağladığı mârifet ve muhabbet vardır.
Bediüzzaman, Risale-i Nurun yönteminin Kuranî yöntem, diğerlerinin ise temelde Kuranî olmakla birlikte özünden farklılaşmış yöntemler olduğunu anlatarak, aradaki farkı şu örnekle ortaya koymaya çalışır: Bir kente su getirmek için, iki yöntem uygulanabilir; biri su borusu döşeyerek uzak yerlerden su getirilebilir, fakat bunun maliyeti yüksektir, kanal kazmak, gerekirse dağların altından tünel açmak, kayaları kırmak gerekebilir. Bu yolu her zaman sağlıklı bir şekilde kullanmak da zordur, çünkü borular tıkanabilir, kırılabilir vs. Diğer yol ise, şehrin uygun yerlerinde kuyular kazarak su çıkarmaktır. Bunun maliyeti düşüktür ve arızalanma ihtimali de azdır. İşte klasik kelâm âlimlerinin yöntemi uzaktan su getirmek gibidir; bunlar evrendeki sebep-sonuç ilişkisinden hareketle, her sonucun bir sebebi olduğunu, bunun ya ilk sebep olan Allaha kadar gidip nihayet bulacağını anlatarak Allahın varlığını ispat etmektedirler. Oysa Bediüzzamana göre bu yol uzundur. Kuran; enfüsî ve afakî âlemdeki varlıkların her birinin bir delil olduğuna dikkat çekerek, her şeyden Allaha giden bir yol bulur ve her şeye sondaj vurarak âb-ı hayatı fışkırtır. (Nursî, Mektûbât 1994: 316-318)
Sonuç olarak; çok sayıda âyetiyle Kuran, olgusal olaylardan misaller vererek ilâhî tecellileri anlattığı halde, klasik kelâmcılar ve müfessirler bu yöntemi tam olarak işletememiş, filozofların etkisiyle Aristo mantığına yönelmişler, imkân ve hudus delillerini esas alarak ilâhî hakikatleri soyut mantık ilkeleriyle anlatmaya çalışmışlardır. Bediüzzaman onlardan ayrılarak, Yerde ve gökte Allah için meseller vardır diyen âyeti esas almış ve yöntemini bunun üzerine kurmuştur.
Bediüzzamanın Yöntemi
Bediüzzaman, enerjisini genel olarak tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet konularının ispatına harcar. Muhatapları; yakın planda avam tabakası, uzak planda materyalist ve ateist filozoflardır. Temel amacı, avamın imanını kurtarmaktır. İnsanlar gelenekten koparak materyalist paradigmanın etkisi altına girmiştir. Olgusal bilimler gelişmiş, hayatın tüm cephelerini egemenliği altına almıştır. Soyut mantıksal ilişkiler geçerliliğini kaybetmiş, insanlar gördüklerine inanır duruma düşmüşlerdir. Dolayısıyla klasik kelâmcıların çağında geçerli olan zihinsel ortam tamamen ortadan kalkmış, yeni bir ortam oluşmuştur. Bediüzzaman da bu ortama uygun olarak yeni bir yöntem geliştirmiştir. Bu yöntemin esası, hemen tüm gerçeklikleri basit misallerle anlatmaktır. Yani Bediüzzaman, temel yöntem olarak temsil (analoji) yöntemini benimsemiştir.
Bilindiği gibi analoji, akıl yürütmenin temel yöntemlerinden biridir. Bu yöntemle insan zihni, olaylar arasındaki benzerliklerden hareketle, bilinenlerden bilinmeyen sonuçları çıkarır. Analoji, İslâmî literatürde kıyas-ı temsilî adını alır. Kıyas-ı temsilî, aralarında mevcut olan ortak bir vasıftan dolayı iki şeyden gizli olanı açık olana, gaip olanı görünene vs. kıyas etmektir.
Nitekim Bediüzzaman da bu kavrama birkaç defa atıfta bulunur. Sözler adlı kitabında, kendi yönteminin, kıyas-ı temsilî yoluyla gerçeğe ulaşma olduğunu vurgular ve en orijinal eseri olan Sözlerin başından sonuna kadar sayılamayacak kadar çok analojiye başvurur. Aynı yöntemi Mektûbât, Lemalar, Mesnevî-i Nuriye gibi eserlerinde de sürdürür.
Bediüzzaman, bilgiye ulaşma yöntemleri üzerinde klasik kelâmcıların durduğu yoğunlukta durmaz. Geçmiş âlimlerin bu konuyu derin bir şekilde analiz ettiklerini dikkate alarak, bunlarla pek ilgilenmez. Kıyas-ı temsilî (analoji) yöntemini benimseyip tüm düşünce sistemini bu yöntem üzerine kurar.
Analojinin Değeri
Bediüzzamanın kullandığı kıyas-ı temsilî yönteminin, fikrî konularda geçerlilik derecesini öğrenmek için önce onun bu yönteme nasıl baktığını inceleyelim. Ona göre bu yöntem, mantığın birinci ve en güçlü ilkesi olan kıyas-ı iktiranînin birinci şeklinin birinci şıkkından daha güçlüdür. Bu kavramları açıklamaya çalışalım. Kıyas-ı iktiranî önermelerden oluşur. Birinci önermeye küçük önerme, ikinci önermeye büyük önerme adı verilir. Önermelerde tekrar eden kavrama ise orta terim (hadd-i evsat) denir.
1. Kıyas-ı iktiranînin birinci şeklinde; orta terim (hadd-i evsat), birinci öncülde yüklem (suğrada mahmül), ikinci öncülde özne (kübrada mevzu)dir. Bunun birinci şıkkında ise; birinci ve ikinci öncül olumlu ve küllîdir, dolayısıyla sonuç olumlu küllî olur. Tüm cisimler sonradan yaratılmıştır, sonradan yaratılan her şey değişkendir, o zaman tüm cisimler değişkendir önermesi, kıyasın birinci kısmının birinci şıkkına girer. Bunun yanında diğer şekiller de vardır. Ancak bunlar, birinci şık önerme kadar güçlü değillerdir.
2. Kıyasın ikinci şekli; birinci ve ikinci öncül küllî, fakat birinci öncül olumlu ikinci öncül olumsuz olur, sonuç ise olumsuz küllî olarak gerçekleşir. Tüm cisimler mürekkeptir, mürekkep olan hiç bir şey kadim değildir, o zaman cisimlerden hiç bir şey kadim değildir önermesi gibi.
3. Üçüncü şekli; birinci ve ikinci öncül olumlu, fakat birinci öncül cüzî (tikel) olursa, sonuç olumlu cüzî olarak gerçekleşir. Bazı cisimler mürekkeptir, tüm mürekkep olanlar sonradan yaratılmıştır, o zaman bazı cisimler sonradan yaratılmıştır önermesi gibi.
4. Dördüncü şekli ise; birinci öncül olumlu cüzî, ikinci öncül olumsuz küllî ve sonuç da olumsuz cüzî olur. Bazı cisimler mürekkeptir, mürekkep hiç bir şey kadim değildir, öyleyse bazı cisimler kadim değildir dördüncü şıkka örnektir.
Sonucun kesinlik derecesi bakımından en güçlü önerme, birinci şeklin birinci şıkkıdır. Bu önermede sonuç hem olumlu hem de küllîdir. İkinci şık ise olumsuz küllîyi sonuç verdiğinden, birincisinden güçsüz fakat olumlu cüzî sonuç veren üçüncü şıktan daha güçlüdür. Üçüncü şık ise, ikincisinden güçsüz fakat olumsuz cüzîyi sonuç veren dördüncü şıktan daha güçlüdür. Dolayısıyla en güçsüz önerme dördüncü şıkkın ifade ettiği önermedir, çünkü bu önermenin sonucu hem olumlu hem de küllîlikten yoksundur. (Molla Fenarî, 1985: 51 vd.) İşte Bediüzzamana göre kıyas-ı temsilî yukarıda açıklanan en güçlü şekilden bile daha güçlüdür.
Bediüzzamanın kendi yöntemini savunurken kullandığı en önemli kavramlardan biri bürhandır. Kesinlik gerektiren itikâdî ve fikrî konularda, bürhan-ı mantıkîyi gerekli gördüğünden bu kavrama pek çok yerde atıfta bulunur. Burada, meselenin daha iyi kavranabilmesi için bürhan mefhumu üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Bürhan kelimesi gelişigüzel kullanıldığında, bununla sadece delil kast edilir, fakat bilimsel bilgi alanında delilden öte bir anlamı vardır. Molla Fenârîye göre bürhan, kesin sonuç elde etmek için kesin (yakînî) öncüllerden oluşan bir kıyastır. Burada kesinlik kavramından gerçeğe tam uygunluk kast edilmektedir. Bu, içinde zan, şüphe ve bilgisizlik barındırmayan bir düşünce aşamasıdır. Meselâ; Kuran Hz. Peygambere inmiştir/ Hz. Peygambere inen her şey gerçektir/ Öyleyse Kuran da gerçektir şeklindeki bir hüküm Müslümanlar için zan, şüphe ve bilgisizlik taşımayan kesinlik taşır.
Kesin kavramının içine; açıklığı kendinden olanlar (bir ikinin yarısıdır gibi), deneyle kazanılan bilgiler (ateş yakıcıdır gibi), akıl yürüterek ulaşılan olgusal bilgiler (ay ışığını güneşten alır gibi) ve yalan söylemesi mümkün olmayan bir topluluğun verdiği haberler (mütevâtir) girer. İşte bürhan da bu yollardan biriyle elde edilmiş delil olmaktadır ve bürhan-ı limmî ve bürhan-ı innî şeklinde ikiye ayrılır. Bürhan-ı limmî müessirden esere, bürhan-i innî ise eserden müessire gitmekle elde edilir. (Molla Fenarî, 1985: 59)
Bediüzzamanın kendi kullandığı yöntemi savunması bağlamında ortaya attığı tezlere kısaca değinelim: Ona göre, gerçi mantıkçılar kıyas-ı temsilînin (analoji), yakîn-i katî ifade etmediğini söylemişlerdir, ancak kıyas-ı temsilînin bir nevi vardır ki; mantığın yakîn ifade eden bürhanlarından daha güçlüdür ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha fazla yakîn ifade eder. O kısım da şudur: Bir temsil (analoji) yoluyla küllî (tümel) bir hakikatin ucunu gösterip hükmü o hakikate bina etmektir. O hakikatin kanununu, bir hususî maddede göstermektir. Öyle ki, o önemli hakikat bu yolla bilinir ve cüzî maddeler, ona tatbik edilir. Meselâ, Güneş tek iken, nuraniyet vasıtasıyla her parlak şeyin yanında bulunur. önermesiyle işaret edilen husus, Nur ve nuranî olan şeyler için sınır ve engel söz konusu olamaz. Onlar için uzak yakın, az çok eşit olur. Mekân onları engelleyemez. ilkesidir. (Nursî, Sözler 1994: 563)
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre kıyas-ı temsilî yöntemi; kâinatta söz konusu olan genel bir ilkeyi belli bir nesnede (cüzî) belirleyip, o ilkenin aynı kategoriye giren tüm cüzlerinde de geçerli olduğu sonucuna ulaşmayı öngörür. Güneşin nurlu bir varlık olmasından dolayı her parlak şeyde yansıması, cüzî bir ilkedir, bu ilkeden hareketle Her nuranî varlık parlak şeylerde yansıyabilir küllî sonucuna ulaşılabilir. Bu yaklaşımı mantığın genel ilkelerine göre, kıyasın ya tüme varım (istikra), ya da analoji (temsil) alt bölümlerinden birine dahil edebiliriz.
Sonuç olarak, en etkili ispat yöntemi olup olmadığı bir tarafa, analoji yönteminin ne kadar etkili bir ifade tarzı olduğunu yakından biliyoruz. Son derece anlaşılması zor soyut ilişkilerin, bilinen basit ilişkilere indirgenerek çok etkili bir şekilde anlaşılmasının sağlandığı, artık herkes tarafından bilinen bir şeydir. Gerçekten olgusal âlemde tüme varımın imkânsızlığına verilen timsah analojisi, olayın anlaşılması için çarpıcı bir misaldir. Aynı şekilde Gazâlînin verdiği önüne aynı renk ve aynı kalitede iki yem konulan eşeğin, tercihte bulunamayıp ölüp gitmesi örneğinden esinlenerek Batılı mantıkçıların geliştirdiği Büridanın eşeği analojisi (Öner, 1995: 20); Karl Popperin büyük ihtimalle timsah analojisinden esinlenerek geliştirdiği, tümevarımcı ampirizmin çürütülmesinde son derece etkili olan beyaz kuğu analojisi (Magee, 1982: 21); Bertrand Russelin geliştirdiği hindi analojisi (Chalmers, 1994: 51) gibi analojiler, ciltlerle kitabın anlatamayacağı gerçeklikleri basit bir benzetmeyle anlatma başarısını göstermişlerdir. Analojinin bu cephesini dikkate alırsak, Bediüzzamanın Bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler (…) bürhan-ı katî-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler (Nursî, Sözler 1994: 562) sözünün haklılığını daha iyi kavrayabiliriz. Bu yöntem esas alınarak yazılan Risaleler, ilâhî gerçeklikleri sıradan insanlara bile etkili bir tarzda anlatmayı başarmaktadır.