Bilimin İki Ucu

Bilim iki üç bin yılda, tartışmaya hiç mahal yok, muazzam bir mesafe kat etti. İnsan oğlu mağarakovuklarında yaşadıktan sonra; sırasıyla, kerpiç, kargir ve nihayet betonarme evler inşa etti; ses geçirmeyen. Ölümcülbir çok ince hastalığın aşısını geliştirdi. Yanmaz, kurşun geçirmez elbiseler imal etti insanlık… Atomu parçaladı,soğuk füzyonun pratiğini yapma noktasına geldi. Ama hiçbir zaman kendini tam olarak güvende hissedemedi. Biliminilerlemesi insanın korkularını azaltmadı, sadece yönünü değiştirdi. Halbuki, "bilim kilisesinin" müdavimipek çok insana göre bilim, günün birinde insanı "anlamsız korkulardan" kurtaracaktı.

Pozitivizmin fikir babası A. Comte, "din ve ilahiyat (metafizik) dönemini geride bırakan insanlığın,artık bir daha geçtiği bu ilkel yola (sözüm ona dine) geri dönmeyeceğini" savunuyordu. Ona göre, tabiat karşısındaşimdiye kadar mağlup olan insanın artık hükmetme zamanı gelmişti. Dünyanın büyüsü bozulmuştu bir kere. Öyleyse,insanlar dine niçin ihtiyaç duysundu? İnsanlık akla hayale gelmeyen keşiflerle ileriye doğru yoluna devam edecekti. İlerisiiçin, insanlığın katedeceği söylenen merhale, yaratana nisbet edercesine bir gövde gösterisine, şımarıklıkraddesine varan bir arz-ı endama dönmüş oluyordu. Pozitivizm dininin su katılmadık müridlerinden, üstelik bu toprağıninsanlarından biri; "insanlığın, zamanı geldiğinde fen (teknoloji) ile siyah toprağı altın yaparak, özlediğicennete kavuşabileceğine" inanmaktaydı. Şair, insanlığın bu nev-zuhur (türedi) dinine karşı şöyle imantazelemekteydi: "Şeytan da biziz, cin de; ne şeytan, ne melek var." (Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, 8. b., İstanbul:Dergâh Yayınları, 1993, s. 97)

Eski çağın firavunları, şeddadî binalar ve kuleler yaparak, zanlarınca yaratıcıya meydan okuyup, buçocuksu mübarezeden sonra güya rakipsiz kalıyorlardı; sünnetullahı (Allah’ın kainata koyduğu kurallar, âdetler) keşfederek,ayağı yerden kesilen şimdiki pozitivist/modern insan da; bu nimetin şükrünü eda edeceği yerde, yeni bir firavunculukoyununa giriyordu. İnşa ettiği gemi Allah’ın emriyle yüzüyordu; ama o, "bu gemiyi tanrı bile batıramaz" küstahlığıiçindeydi. Allah’ın denizinde, Allah’ın emriyle yüzen gemi, çelikten gövdesiyle Allah’ın emriyle okyanusun derin sularınagömüldü; "Titanik battı" dediler. Ayın yörüngesinde dolaşan ilk insan Yuri Gagarin: "Gittim, tanrınınizine rastlayamadım" tafrasındaydı; onun da âkıbeti malum. Sahi, son dönemlerde bir uzay gemisinin adı da"Challanger" (meydan okuyan) değil miydi? Rastgele bir isim miydi bu? Yoksa insanın yine firavunculuk oynayacağımı tutmuştu? Neye meydan okuduğunu, hangi güce kafa tuttuğunu tahmin etmek güç değil. Yaşı yirminin üzerindeolanlar onun da sonunu iyi hatırlarlar. Bunlar seçilmiş örnekler. Böyle bir âkıbetten masun kalanların misallerielbette vardır. İmtihan dünyasındayız. Ölümlerin-kalımların arkasındaki sebeplerin hikmetini en iyi, Allah bilir.İbret şu ki: tabir yerindeyse "tanrıcılık oyunu"-bu tabiri özellikle ve bilerek kullanıyoruz-insana iyigelmiyor.

Dönüp dolaşıp gelmek istediğimiz nokta, "müstehaklarını buluyorlar işte" yargısı değil.Diğer yandan-çoğunlukla buna varmış olsa da-"ilim bir kıyl ü kal imiş" mantığına yaslanıp, onda gerikalmışlığımızın acısını hafifletme gayreti hiç değil. Bin yıldan beri uyuşup, ilimde teknikte geri kalmışlığınınacısını yanlış bir kader inancıyla hafifletmek isteyen Müslüman toplumların sorunu, bu ölçüler içine sığmaz.Bilime güvenilmez deyip işin içinden çıkmak kolaydır; "İslam ilim dinidir" gibi, doğru, harekete geçiricibir "emr"i oyalayıcı bir söze indirmek bundan da kolay. Gerekli ama zor olan, "bilimi" elde edipkullanırken, bilim olmayandan ayırmak ve kulluğun sınırını aşmamaktır. Bu, ilave bir çaba ister. Müslümanbireylerin/toplumların, alametlerinin dökümünü yapıp kıyameti beklemekten çok daha önemli böyle bir mesuliyetlerivar.

Şu halde, Batı neyi kaybettiğini, Müslümanlar ise ne arayacaklarını/tercih edeceklerinibilememektedir. "O halde ne yapmalıyız?" Hemen her Müslüman’ın ikide bir sorup durduğu bir sorudur; demekhala akıl bir seçim yapamamıştır. (Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, 2.b., Çev. İ. Kutluer, İstanbul:İnsan Yayınları, 1986, s. 16) Daha tam olarak yürüyeceği yolun tercihini yapamayan bizlerin, bilimi ve bilimsel çabayıküçümsemeye hakkımız yok.

Ancak bu enfüsî muhasebe, egemen bir paradigma haline gelen Batı biliminin insanlık için ne vadettiğive insanlığı ne ile yüz yüze bıraktığını tartışma cesaretini yok etmemelidir. Her insan, özellikle her mümin,anlam dünyasıyla birlikte kulluk şuurunu törpüleyen; dışında kalmağa bütünüyle güç yetiremediği bu paradigmayakarşı, duruşunun sağlam olup olmadığı sorgusunu içinde devamlı taşımalıdır. On dokuzuncu asırdan bu yana bilimve teknolojideki gelişme, bir çok kimseyi bilim-perestliğe sevk etmiştir. Hatta daha gerilere giderek insanlığın yaşadığıson bin yılı-getirdiği/götürdüğü ile değerlendirdikten sonra-"İnsanı Yaralayan Binyıl" olarak tanımlamakoldukça açıklayıcı gelmektedir. (Nihat Derindere, "İnsanı Yaralayan Binyıl", Köprü, Kış/2000, S.69, s.3-11)

Geride bıraktığımız bin yılın son asrında, nefis ve enaniyetin de ilhâhıyla, terakki (ilerleme)insanlığın yeni/sahte dini haline gelmiştir. Ne var ki "modern bilim" hiçbir zaman "niçin" sorusunucevaplayamayacaktır, bu yüzden de dinin yerini alamayacaktır. "İnsan benliğinin en temel kaygısı olan ölümdensonra ne olacağı endişesi" bilimin konusu dışındadır. Halbuki modern insan için bu sorular çok daha hayatîdir.Teknolojik imkanların insanın hizmetinde olmasıyla "boş (artı) bir zaman" hasıl olmaktadır. Bu iyi değerlendirilseinsan için bir imkandır. Dua, temaşa, tefekkür ve başkalarına yardım için maişet sıkıntısı meydana getirmeyecek"artı (boş)" bir zamana ihtiyaç vardır. Bunu elde eden günümüz insanını yeni bir problem beklemektedir.Eski çağların insanları maişet derdiyle gün boyu ömür tüketerek belki bir çeşit oyalanma vesilesi bulabiliyordu.Ancak önünde epeyce boş vakit bulunan, ama manevi tarafı zayıflamış bu çağ insanının, beynine yüklenen var-oluşaait soruların altında ezilmemesine imkan yoktur.. Muazzam bir hız ve ardından kazanılan boş (artı) zamanda dinî bir iştiyakolmadan, "ben ne yapmalıyım" sorusuyla faziletli bir hayat başlatmak hiç de kolay değildir. Hazır lezzete müptelaolan insan, sınırlı bir ömürde nefsinin isteklerini niçin gemlesin? Karşılığını ebediyen göremeyeceği fedakarlıklarınaltına niçin girsin? Önünde büyük bir imkan olan boş (artı) zamanı fazilet yolunda harcamayan modern insan öldürücübir sıkıntının içine düşmektedir. Başka bir deyişle atalet sıkıntıya kaynaklık etmekte, "bu ise sefahatemuallimlik" (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri: 100) yapmaktadır.

Öte yandan, bilim marifetullahla desteklenmezse, insanın güvenliği zannedildiğinin aksine artmamakta,insan çok daha derin korkuların esiri olmaktadır. Yeni bilimsel gelişmeler, bir mümini hayrete, tesbihe sevk eder. Bu çabalarsonucu ortaya çıkan yeni, esrarlı haller ve hatta ince, dakik, elifi elifine üst üste gelen muvazene inanmayan bir insanınhayalinde ürpertici bir sayfa daha açarken, müminin hayret, tefekkür perdesine bir tablo daha ekler. Gerçekten öyle değilmi? Eski çağların insanları dünyanın şu kadar hızla gökyüzünde adeta savrulduğunu; soluduğu havanın nerdeysetamamının yakıcı hidrojen ve yanıcı azot gazından meydana geldiğini; gökyüzünde pek çok aktif kara-delik bulunduğunu;bedeninin, her biri her an anarşi çıkaracak milyarlarca hücreden meydana geldiğini bilmiyordu. Daha kıyamet kopmadaninsanın içinde kıyamet koparacak hakikatler bunlar.. Marifetullahla birlikte yürütülmeyen her yeni keşif ve buluşinsanın göğsünü bir kat daha daraltacak ve ona kendi yetimliğini bir kez daha hissettirecektir.

Bu yazıda sorgulanan ilmin fazlalığı değil, irfanın yokluğudur. Müslüman toplumlar bilimsel çabayıbırakalı hem maddi gelişmeyi hem de irfanı kaybetmişlerdir. Batı, sünnetullahı keşfederek maddî gelişmeyi sağlamış,ancak maneviyatı unutmuş, irfanı yitirmiştir. Dolayısıyla, çarşıda, pazarda, bankada, bir toplantı veya birkokteylde her dem kalabalıkların içine dalmış; yine de hep "yalnız" kalmıştır. "Issız bir dağ başında,bir katran ağacı üzerinde, marifetullaha teşne, kainatla bir yürek olup çarpmış, insanların arasında bulunmadığıvakit bile yalnız olmayan bir adamı" herkes tanıyor. Son söz yalnız olmayan adama ait: "Evet, bütün hakikîsaadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onuhakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur."