Şükrü Bey, 1887 yılında İzmirin Ödemiş ilçesinde doğdu. İlk eğitimi ve okul hayatına Ödemişte başladı. İlk ve orta okulu burada okuduktan sonra İzmire giderek liseye devam etti. Çalışkan ve zekiliğiyle dikkat çekti. Liseyi birincilikle bitirdi. Yüksek eğitimini Ankarada devam ettirerek Mülkiye Mektebine devam etti. 1909 yılında Mülkiye Mektebinden mezun oldu ve İzmire geri döndü.
Öğrenimini tamamlayıp İzmire dönen Şükrü Bey çalışma hayatına başladı. İzmir Valiliği bünyesinde maiyet memuru olarak çalışmaya başladı. Bu ilk memuriyetinden sonra İzmir Sultanisinde matematik öğretmenliği yaptı. 1911 yılında ise yine burada bulunan İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi müdürlüğüne atandı.
Ocak 1914te devlet bursu kazanan Şükrü Bey, bu bursla Belçikaya giderek öğrenim hayatını burada sürdürdü. Bilindiği gibi 1914 yazında Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Bunun üzerine yurda döndü. Ancak, kısa bir süre sonra tekrar yurt dışına çıktı. Bu kez İsviçreye gitti. Burada bulunan Siyasi İlimler Akademisinde okumaya başladı. Dört yıl boyunca burada kaldı. Bu süre sonunda akademiyi bitirerek mezun oldu. Birinci Dünya Savaşının devam ettiği, ülkemizin de dahil olup yüz binlerce şehit verdiği felâketin sürdüğü yıllarda Şükrü Bey yurt dışında kaldı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda ittifak devletleri ile birlikte savaştan yenik ayrılan Osmanlı Devletine çok ağır şartları ihtiva eden Mondros Mütarekesi imzalatıldı (1918). Mütarekenin imzalatıldığı sırada Cenevrede bulunan Şükrü Bey, Türk Talebe Cemiyetini kurdu. Bu cemiyet adına çıkarılan ve Fransızca olarak yayımlanan dergiyi çıkardı. Bir taraftan dergiyi neşrederken, diğer taraftan cemiyetin başkanı olarak Mondros Mütarekesinin şartlarının çok ağır olduğuna dikkat çekmeye çalıştı. Avrupa kamuoyunda Osmanlı Devletinin haklarını savunmaya çalıştı.
Mondros Mütarekesinden sonra yurdun dört bir yanı işgal edilmeye başlandı. İşgal edilen yerlerden birisi de İzmir oldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında yurt dışında kalmaya devam eden Şükrü Bey, İzmir işgalinden sonra yurda döndü. İzmire döndükten sonra Kuva-yı Milliye hareketinin organizelerinde ve örgütlenmelerinde bulundu. İstanbulda toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisine İzmir mebusu olarak seçildiyse de İstanbula gitmedi ve meclis çalışmalarına katılmadı. Bilindiği gibi, son Osmanlı Meclisi işgal baskısı ve büyük tehditler altında çalışmalarını sürdürmüş ve Kurtuluş Savaşının adeta plan ve programı mahiyetinde olan Misak-ı Milliyi kabul etmişti.
İstanbulda toplanan son Osmanlı Meclisi Misak-ı Milliyi kabul ettikten sonra işgalcilerin hışmına uğradı. İstanbul işgal edildikten sonra yakalanan milletvekilleri sürgüne yollanarak vatanlarından uzaklaştırılmışlardı. Kurtulabilenler ise Anadoluya geçerek mücadelelerine devam etmişlerdi. Bu gelişmelerden sonra Ankarada Büyük Millet Meclisi toplandı. İstanbula gitmeyen, Ankarada açılan ilk meclise dahil olmayan Şükrü Bey, daha sonraki dönemde, Ankaraya İzmir milletvekili olarak gitti ve 1923 yılında Meclise girdi.
Şükrü Bey, Büyük Millet Meclisine girdikten sonra muhtelif görevlerde bulundu. Fethi Okyar tarafından kurulan kabinede Maarif Vekili olarak hükümette yer aldı. İsmet İnönü tarafından kurulan üçüncü ve dördüncü kabinelerde Adliye Vekili olarak görev yaptı. 1923-1950 yılları arasında mecliste bulunan Şükrü Bey, sözü edilen bakanlıklar dışında da muhtelif görevlerde bulundu.
Mehmet Şükrü Bey, on ikinci Refik Saydam hükümetinde ise Hariciye Vekili olarak bulundu. Saydamın 1942 yılındaki ölümünden sonra hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bunların dışında; Fethi Okyar tarafından kurulan kabinede Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) olarak yer aldı. 1942 yılındaki başbakanlığı dönemine kadar kurulan hükümetlerin hemen hemen tamamında görev aldı ve bakanlık yaptı. Böylece CHPnin sürekli bakanlıklarda bulunan önemli isimlerinden biri oldu. Bu süre zarfında; Eğitim, Adalet, Maliye, Dışişleri gibi önemli bakanlıklarda bulundu.
Bakanlıkları sırasında bazı kanunların çıkarılmasında ön ayak oldu. Avukatlık, hakimlik ve İcra İflas Kanunları onun döneminde hazırlanıp yürürlüğe sokuldu. İmralı Cezaevinin kuruluşunu da o sağladı. Cumhuriyet Halk Partisinin önde gelen isimlerinden biri olan Şükrü Bey, 1926 yılında kurulan Yunanlılarla Mübadele Komisyonuna da başkanlık etti. Pariste, 1932 yılında yapılan Osmanlı Devletinin borçlarının ödenmesinin şartlarının tesbit edilmesi görüşmelerine katıldı.
Şükrü Beyin başbakanlığı döneminde ise seçim yasası çıkarılarak iki dereceli seçim sistemi uygulandı. Başbakanlığı bir süre devam ettirdikten sonra istifa etti. İstifasından sonra başbakanlığa Recep Peker getirildi. Kasım 1948den Demokrat Partinin ezici bir çoğunlukla kazandığı 1950 seçimlerine kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığında bulundu. 1950 seçimlerinde milletvekili seçilemeyince, 22 Mayıs 1950 tarihinde Meclis Başkanlığı da sona erdi ve bundan sonra siyaseti bıraktı. 27 Aralık 1953 yılında İstanbulda öldü.
Soyadı Kanununun çıkmasından sonra Saraçoğlu soyadını alan Şükrü Bey, yoğun siyasî faaliyetlerinin yanı sıra sporla da ilgilendi ve on yedi yıl gibi uzun bir süre Fenerbahçe Spor Kulübü başkanlığı da yaptı. Bundan dolayı 22 Temmuz 1998 yılında alınan bir kararla, Fenerbahçe Stadına adı verilerek Kadıköydeki bu stadın ismi Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumu oldu.
Cumhuriyet Halk Partisinin uzun yıllar tek başına yürüttüğü tek parti iktidarı boyunca büyük sıkıntılar çeken ve sürgünden sürgüne gönderilen Bediüzzaman, kendisine yapılan bu haksızlıkları eserlerinde dile getirmiş, bazen parti ismini ve bazen de ilgili şahısların ismini zikrederek kayda geçirmiştir. Bu vesile ile ismi Risâle-i Nurda zikredilen CHPli şahsiyetlerden birisi de Şükrü Bey olmuştur. Bediüzzamanın en çok yakındığı durumlardan birisi ve belki de başta geleni laiklikle ilgili uygulamalar olmuştur. Din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak için getirildiği iddia edilen bu sistemle, dine hücum edenlere sınırsız bir hürriyet ortamı sağlanırken, İslâma ve Kurâna yapılan hücum ve eleştirilere ses çıkarılmazken; mütedeyyin insanların büyük sıkıntılar çekmesi ve baskılara uğraması sıradan uygulamalar halini almıştır. Bu çelişki sadece CHPnin uygulamalarıyla sınırlı kalmamış, bazı din adamları, mahkemeler tarafından tayin edilen bilirkişilerden oluşan bazı bilim adamları da bu çelişkilerden nasibini almıştır. Bu durumu; Ehl-i Vukufun insaflı hocalarından üç sualim var başlığı altında dile getiren, Bediüzzaman; Kurâna hücum eden dehşetli ejderhaların görmezden gelindiğini, sineklerin ısırmasıyla uğraşıldığını belirttikten sonra Dine ve terbiye-i Muhammediyeye (asm) zehir diyen Saraçoğlunu bırakıp, hakikat-i Kurâniyeyi güneş gibi gösteren ve nev-i beşerin yaralarına tam tiryak olduğunu ispat eden Siracün-Nur ile münakaşa ederek, Nurun o mecmuasının âhirine ilhak edilen bir risâlede zayıf hadislerin tevilleri var diye, o mecmuanın müsaderesine yardım etmek çıkmaz mı? Bizler siz gibi zatlardan yaralarımıza merhem sürmek ve ferasetinizle yardım bekler ve cüzî tenkitlerinizden gücenmeyiz (Şuâlar, 1994, s. 349-350 ve 384) ifadelerine yer vermiştir.