Ebû Talib (535-619)

Peygamber Efendimizin (asm) amcası ve Hazreti Ali’nin babası olan Ebu Talib, 535 yılında doğdu. Abdülmuttalibve Fatıma bint Amr bin Aiz el-Mahzumiyye’nin evladı olarak dünyaya geldi. Asıl adı Abdülmenaf olup, Talib adlı oğlundanötürü, Talib’in babası anlamına gelen "Ebu Talib" lakabıyla tanınmaktadır. Künyesi Ebu Talib Abdülmenafbin Abdülmuttalib bin Haşim el-Kureyşi el-Haşimi şeklindedir.

Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin (asm) önce babası ve daha sonra annesi de vefat edince dedesi tarafındanyetiştirildi. Abdülmuttalib, hastalanıp ölümünün yaklaştığını hissedince oğullarını ve Hazreti Muhammed’i(asm) çağırarak, kendisinden sonra mübarek torununa bakacak kimseyi tespit etmek istedi. "Vefatımdan sonra hangiamcanın himayesinde kalmak istiyorsun?" sorusu üzerine Hazreti Muhammed amcası Ebu Talib’in boynuna sarılarak onunyanında kalmak istediğini belirtti. Bu seçim Abdülmuttalib’in hoşuna gitti ve oğluna şu vasiyette bulundu:

"Onu sana emanet ediyorum. O, İlahi bir emanettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasınada olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin". Bunun üzerineEbu Talib; "Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden eminolabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum",diye karşılık verdi ve hayatı boyunca da verdiği bu söze sadık kaldı (Salih Suruç, Kainatın EfendisiPeygamberimizin Hayatı, I. C. s. 102-103).

Kainatın Efendisini himayesine alan Ebu Talib, hem son derece fakir hem de ailesi kalabalık idi. Dolayısıylageçim sıkıntısı çekiyordu. Çok merhametli ve dürüstlüğüyle tanındığından Kureyşliler tarafından çok fazlasevilip hürmet görüyordu. Üstün vasıfları ve değerli şahsiyetinden dolayı da yörenin ileri gelenlerindendi. Oysa,o zamana kadar fakir olup da büyük olarak kabul ve saygı gören pek kimse gelmemiş ve böyle birisi kavminin başına geçmemişti.Ebu Talib adeta bir istisna idi.

Ebu Talib, Peygamber Efendimiz’e çok yakın alaka göstererek gittiği her yere onu da götürür,kendisiyle bir arkadaş gibi sohbet eder, yetişmesine de özel önem verirdi. Evinde de benzer hava hakimdi. O olmadan sofrakurulmaz, sofrada olmadığı zaman Ebu Talib, "Muhammedim nerede, çağırın gelsin" demek suretiylehassasiyetini hemen belirtirdi. Peygamber Efendimiz de aynı sevgi ve saygıyı göstererek büyükleri sofraya oturmadan veyemeğe başlamadan yemek yemezdi. Onun bulunduğu her sofra bereketlenir ve herkes doymuş bir vaziyette kalkardı. O olmadığızaman aksi olurdu.

Ebu Talib’in önemli özelliklerinden birisi de cahilliye döneminin çirkinliklerine bulaşmamış ve böylebir yaşantıyı ömrü boyunca yaşamamış olmasıdır. Hiçbir zaman içki içmezdi, Kainatın Efendisini himaye etmeyelayık bir hayat tarzı vardı. Mekke’de Kabe’nin perdedarlığı ve hac mevsiminde hacılara su içirme hizmetindebulunuyordu. Ancak, bu hizmetler önemli masraf gerektirdiğinden ve imkanlarının da elvermemesinden dolayı kardeşiHazreti Abbas’a devretmek zorunda kaldı.

Ebu Talib, ticaret kervanıyla Suriye’ye gitmeye karar verdikten sonra Hazreti Muhammed’i de yanında götürmeyekarar verdi ve böylece yine yanından ayırmamış oluyordu. Bu Suriye seferi sırasında Busra’da konakladıkları sıradameşhur bir rahip olan Bahira tarafından misafir edilmişlerdi. Bahira Peygamber Efendimizi görüp, onun ilerde geleceğikutsal kitaplar tarafından müjdelenen peygamber olduğunu anlayınca hemen Ebu Talib’i yanına çağırarak şutavsiyelerde bulundu:

"Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüpde, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyükşan ve nam kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür" (Salih Suruç, s. 119). Bu tavsiye üzerine Ebu Talib Şam’agitmekten vazgeçip hemen geri döndü.

İslam güneşinin doğuşu ve insanların İslam’a davet edilmeleriyle beraber bu şerefe nail olanilklerden biri de Hazreti Ali’dir. Ebu Talib, günün birinde yeğeni ve oğlunun beraber namaz kıldıklarını öğrendiktensonra, atalarının dinine bağlı kalacağını beyan etmekle beraber onlara ilişmediği gibi, Peygamber Efendimizi ömrününsonuna kadar savunmaya devam etti. İnsanların açıkça İslam’a davet edilmelerine paralel olarak müşriklerin tazyik vebaskıları arttı. Müslümanları her açıdan ablukaya almaları üzerine, Ebu Talib Haşim ve Muttalib oğullarını yardımaçağırdı. Kardeşi Ebu Leheb hariç diğerleri Ebu Talib’in etrafında toplanarak boykot ve ambargolardan etkilenme pahasınada olsa sıkıntıya katlanarak bir bakıma Müslümanlar safına geçmiş oldular.

Ebu Talib’in desteğinden dolayı Peygamber Efendimize istedikleri zararı veremeyen müşrikler O’nukendilerine teslim etmesini istediler. O teklifi kabul etmediği gibi, iman etmemiş olmasına rağmen korumaktan vazgeçmedi.

Ebu Talib’in yaşı epey ilerlemiş olup hastalığı şiddetlendi. Peygamber Efendimiz (asm), kendisini küçükyaşından beri bağrına basıp şefkatini esirgemeyen, himayesinde büyüten, kendisini koruma adına her türlü tehlikeyigöze alan sevgili amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Diğer yandan Müslüman olup ebedi saadete ulaşmasınısağlamak için elinden gayreti gösteriyordu. Amcasının hastalığı ilerleyince tekrar kelime-i şehadet getirmesini ve böylecekendisine ahrette şefaatçi olabileceğini söyledi. Bu teklif üzerine Ebu Talib;

"Yeğenim, vallahi, benden sonra sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklıkatfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü ölümden korkaraksöylediğimi zannedecekleri için söyleyemeyeceğim" diye karşılık verdi. Böylece Peygamber Efendimizin (asm)beklediği cevabı vermesi tekrar nasip olmadı. Görüş birliği olmamakla beraber, İslam ulemasının ekseriyetine göre,iman etmeden son nefesini vererek vefat etti (619).

Herkesin Peygamber Efendimize sırtını döndüğü, Müslümanların binbir eziyet ve işkencelere maruzkaldığı bir dönemde Ebu Talib’in desteği elbette ki çok büyük önem taşır. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzeretüm Müminlerin gönlünden geçen arzu, Ebu Talib’in Müslüman olarak ebedi aleme geçmesi idi. Ancak, bu gerçekleşmedi.Oysaki kainatta en büyük hak ve hakikat imandır. Bediüzzaman Hazretlerinin, II. Dünya Savaşı ile ilgilenmediğini görenler,bu olaydan daha büyük ve önemli bir dava mı var, ilgilenmiyorsun diye soranlara; her bir insanın başında ebedi hayatıkazanıp-kaybetme davası var. " …eğer İngiliz, Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o dâvâyıkazanmak için bütününü sarf edecek… Eğer iman vesikası olmazsa ve berâtı ve senedi olan itikadı sağlam birsurette elde etmezse, o dâvâyı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?" (Sikke-iTasdik-i Gaybi, s. 168-169), şeklinde cevap vermiştir.

Ebu Talib’in iman edip etmediği sorusu Bediüzzaman Hazretlerine de sorulmuştur. Risale-i Nur’un bu konudaverdiği cevap, net ve çok önemli bir konuya işaret etmesi bakımından orijinal bir tespittir. Ebu Talib’in, HazretiMuhammed Aleyhisselam’a gösterdiği muhabbetin peygamberliği cihetiyle değil de, şahsı ve zatına olan bir sevgi olduğunaişaret edilmektedir. "Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtınıgayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî birsurette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra veinada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitsede, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten hâlk edebilir. Kışta bazı yerde baharıhâlk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususîbir nevi cennete çevirebilir" (Mektubat s. 375-376).

Bu tespit, kendisine iman edilmediği halde kullarından zuhur eden güzel haslet ve amelleri karşılıksızbırakmayan Cenabı Hakkın merhametinin azametine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.