Kesrette Boğulmak

İnsanoğlu garip bir varlık. Varlık içinde varlıkla alakadar ve varlığı anlamlandıran bir konumda. Bu açıdanhayat önemli bir zemin ve pek çok güzellikle bu zeminde belirip, yeşeriyor. Hayatın hemen hemen tüm özelliklerini ve güzellikleriniyansıtan ve yaşatan insan, çoğu zaman algılarının sınırlılığından kurtulamıyor. Varlığın maddi boyutunamuhatap ya da kesretine yönelik algılar ise varlığın içine sığmayan, maddenin ifade edemeyeceği ruhi güzellikleriboğuyor. Kesrette boğulmak bu olsa gerek! Ruhlar aleminin, mana boyutunun özelliklerini taşıyan ruhlarımız, sınırlıbedenlerimizde, kafesteki kuş misali zaman zaman bunalıyor, sıkılıyor. Bir teneffüs için ruhun kendini daha serbesthissettiği manevi ortamlar arıyor. Evet, biz insanlar garip varlıklarız, çünkü kendimizi tam anlamıyla yaşadığımız,içinde bulduğumuz aleme ait hissetmiyoruz. Bize ait olduğunu zannettiğimiz, kendimizin olarak hissettiğimiz şeylerinhangi sınırdan itibaren bize ait olduğunu bilemiyoruz. Zaten, biz kimiz? Bu sorunun cevabı da kafamızda netleşmiş değil.Varlığın gerçek anlamını iç alemimizde netleştirmemişiz. Dolayısı ile zaman zaman kendimizi varlığa ve kendimizeyabancı hissediyoruz.

Bir yerlere ait olmak istiyoruz. Bu arzumuza ailede, arkadaş çevresinde, şehirde ve ülkede birlikte olduklarımızlacevap bulmaya çalışıyoruz. Kolektif bir şuur, ortak bir benlik ve toplumsal özelliklerle "biz" anlayışınıpekiştirmeye çalışıyoruz. Çevremizle, diğer insanlarla, hatta diğer varlıklarla birlikte oluşturduğumuz ilişkilerağı içinde benliğimize, kişiliğimize bir dayanak, eşya ve kesret içinde boğulmamak için bir tutanak arıyoruz.

Gündelik hayatın işleyişi içinde kurduğumuz ilişkiler ağı işimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, şehrimizle sınırlı.Zaman zaman dünyayı nadiren de uzayı içine alabiliyor. Çoğumuzun hayatı ev ve iş arasında sınırlanmış, meslekîproblemlerin çözümü, ailemizin ekonomik sıkıntıları ve kısmen de memleket meseleleri içine sıkışmış vaziyette.Ülke yönetimini, alınan ekonomik kararları, seçim sonuçlarını, borsayı, ülkemizin futbol maçlarında kazandığıgalibiyetleri çok önemsiyoruz. Hayatımız bu türden ilişkiler yumağı içinde sürüp gidiyor. Ancak şehrin şatafatlıyaşantısı, gökyüzünü gizlemek istercesine delen yüksek binalar, kısa vadeli, çoğu zaman günü birlik arzular veendişelerin çizdiği çerçeve içine sıkışmış hayatımız bizi oyalıyor, pek çok şeyi; bazen düşünmeyi bileunutturuyor. Nefsanî arzuların tatmini, "ben"e yönelik isteklerin yerine getirilmesi ile geçici mutluluklar dayaşayabiliyoruz. Yeni aldığımız ev, yenilediğimiz araba, yaz tatili planları kulübecik şekline dönüştürdüğümüzküçük dünyamızı dolduruyor. Daha üst düzeyde düşündüğümüzde Filistin’deki dram, Afganistan’ın problemleri,Ortadoğu sorunu, Kıbrıs sorunu gibi konular gündeme geliyor. Oysa, sonsuz izlenimi veren bir uzayda, milyarca galaksininiçinde yerini bulmakta güçlük çekeceğimiz bir Samanyolu galaksisi içinde toplu iğne ucu kadar bile yer işgal etmeyenbir dünya da bütün bunların ne önemi var ki? Yani bunlar varlığın aslı ile, bizim gerçekliğimiz ile ilgili neifade ediyor olabilir ki? Uzaydan baktığımızda, ufacık bir mavi top içinde dönen bunca olay, çok şaşırtıcı bilegelebilir.

Sonra bütün sonsuzluğu, akıl almaz genişliği ile semâ ve uzay olarak yaptığımız tanımlar, yalnızca algılarımızaulaşanlardan oluşuyor. Algılarımızın dışında pek çok maddi ve maddi olmayan varlıkların bulunduğunun da çok sayıdaişaretleri var. Bunların da bizim ve alemimizin gerçekliği ile ilgili bir anlamı, kendi ve çevre tanımımızda biryeri olmalı. Alem-i ervahtan şehadete, bir büyük patlamanın ardından birbirini takip eden silsilelerle genişleyen varlıkaleminde, esrarengiz bir yolculuk halindeki ruhumuzda, özümüzde bu alemlerden de birer parça olmalı. Zaman zamanruhumuzun derinliklerinde hissettiğimiz tarifi güç duygular, bir anlam veremediğimiz arayışlar, kim bilir hangi aleminruhumuzda yansıması. Kendimize ve ruhumuza yabancı oluşumuz, bu yansımaları anlamsızlaştırıyor ve anlamsız yansımalar,karşılıksız iletişim zaman zaman benliğimizi ve ruhumuzu boğuyor.

Aslına çözüm çok kolay! Bütün alemleri, uzayı, sayısız galaksileri, dünyamızı ve bizi aynı anda gören, aynıanda yaratan, Kadîr-i Zül’celâl’e dayanmak, O’na kulak vermek, her şeyin aslını ve özünü kuşatan Alim-i Külli Şey’idinlemek bizleri sanki varlığın kargaşası ve boğuculuğunun dışına çekiyor. Kur’ân okunurken ruhta hissedilenrahatlık ve en sıkıntılı anlarda bile bir huzur buluşumuz, bu halin bir tazahürü olmalı.

Aslında eşyanın kesretinden esmanın vahdetine doğru gidildikçe ruhta bir ferah, kalpte bir inşirah hali kendinihissettiriyor.

Varlığın boğucu işleyişlerinden, mülkün karmaşık ilişkilerinden sıyrıldıkça aslımızı buluyoruz. Belki de buyüzden kendimizi sanki ait olduğumuz yerde ve olmamız gereken konumda hissediyoruz. Varlıktan ve "ben"den ayrılmışve O’ndan uzaklaşmış bir ruh, sanki efendisinden kaçmış bir köle gibi sıkıntılı, huzursuz ve gergin… Sanki çağımızınhastalığı olarak adlandırılan stres bu durumun bir tezahürü. Oysa, O’nun ile bütünleşmiş, O’na dayanan, O’ndankaynaklandığının farkında olduğumuz "ben", varlık ve ruh daha uyumlu bir bütün oluşturuyor. Böyle birvahdanî ya da tevhidî birliktelik ruhun aslını ve özünü bulduğu mükemmel bir ahenk sergiliyor.

Cemiyet içinde mutlu ve huzurlu yüzlerle endişeli, gergin, sıkıntılı ve isyankâr yüzler bu durumu daha net anlatıyor.

Rahîm-i Zül’cemâl’e dayanan o rahmetin sıcaklığını, bütünlüğün rahatlığını ruhunun ta derinliklerindehissediyor. Aynı şekilde O’ndan uzak olan, O’ndan ayrılığın cehennemî azabını daha dünyadayken yaşıyor. Kesretteboğulmanın karmaşa ve bunalımı depresyonlar, intiharlar, panik ataklar, anksiyeteler, bunaltılar şeklinde dünyamızayansıyor.