Sünneti öğrenip uygulamak için sadece Risâle-i Nur okumak yeterli midir? Yoksa hadis ve sair dînî bilgileri ihtiva eden kitapları da okumamız gerekir mi?

Soru: Sünneti öğrenip uygulamak için sadece Risâle-i Nur okumak yeterli midir? Yoksa hadis ve sair dînî bilgileri ihtiva eden kitapları da okumamız gerekir mi?

Cevap: Dinî bilgi üç gruba ayrılabilir: İnanmanın akıl, kalp ve vicdan boyutunda gerçekleşmesini sağlayan ‘iman bilgisi’, inandığını yaşamanın yollarını gösteren ‘hayat bilgisi’ ve toplum içinde davranmanın (da) kurallarını içeren ‘şeriat bilgisi’.

Temel soru galiba şudur: Risâlelerde bunların hangisi, ne oranda ve ne biçimde vardır?

Bir kişi, bir kitap yazarken, bildiklerini bildirmek ister. Yani yazarın bilgi türü ve seviyesi önemlidir. Bu durumda önce Bediüzzaman’ın neleri bildiğine bakalım:

Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlının son devrinin İslâm akademisi olarak da tanımlanan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de ilim heyeti üyesi iken, ‘mahreç’ payesi almıştı. Bugünkü karşılığı, ordinaryus (kürsü sahibi) profesör olarak ifade edilebilir. Kendi döneminde bugünkü gibi bir sınıflandırma yoktu, ancak bugünküne bakarak din sosyolojisi, felsefe (hikmet), siyaset bilimi ve ilahiyat alanlarında uzmanlaşmış olduğu söylenebilir.

Bu tür bir bilgi birikimine sahip olan bir kişi, kendisi için lâzım olan ‘iman ve hayat bilgisi’ne de, topluma yön vermek için gerekli olan ‘şeriat bilgisi’ne de sahip demektir. O halde Said Nursî’de bildiklerini bildirmek için yazdığı kitaplarında bu üç ilmi konuşturabilir(di). Ancak böyle yapmamıştır.

Gerçekten Said Nursî bütün hayatı boyunca kitaplarında iman ve şeriat bilgisine yer vermiştir. Ancak, kendisi için doğrudan ve aslî bir vazife olarak görmediğinden değil, toplumun buna acil ihtiyacı olmadığından, hayat bilgisi dersi veren kitaplar yazmamış, bu tür bir vazife yapmamıştır diyebiliriz.

Zira hakkını teslim edelim ki, önce Bediüzzaman’ın ve sonrasında ‘özellikle şimdilerde’ bütün hamiyet-i diniye sahiplerinin teşhis ettiği üzere, bu asrın bir özelliği olarak ferdin imanı sarsıntıdadır. Takviye için, ana kaynak olan Kur’ân’dan alınacak yeni bir iman dersine ihtiyaç vardır. Bu sebeple Risâle-i Nurların ve Nurcuların ana kavramı imandır. Said Nursî de eserlerinde bir iman dersi vermiştir. Ayrıca bu eserlerde iman dersinin başkalarına nasıl aktarılacağının yöntemini de bildirmiştir. Sadece hocalık yapmamış, hoca da yetiştirmiştir. Diğer deyişle Bediüzzaman aynı zamanda metodoloji, pedagoji ve özellikle androgoji (yetişkin eğitimi bilimi) uzmanıdır ve uzmanlığını konuşturmuştur. Said Nursî’nin iman alanında yaptığı, tam bir içtihattır. Risâlelerdeki bu bilgiyi, kendisi için ihtiyaç duyan ya da ihtiyacının farkına varan/varabilen/vardırılabilen herkes almıştır, almaya da devam edecektir.

Yine hakkını verelim ki-bu açıdan, hâlen rakipsizdir. Said Nursî aynı zamanda, toplumsal yapılardaki ve devlet sistemlerindeki değişimi doğru biçimde okumuş, dinî hükümlerin toplumsal hayata ve devlet sistemine uygulanması konusunda da eski çağların yaklaşımlarının yeterli olmadığını görmüş, bu sebeple bu alana yönelik olarak da çok önemli bir yeni yaklaşım geliştirmiş ve tecdit yapmıştır. Bu hususta söyledikleri de tam bir içtihattır. Diğer deyişle Bediüzzaman şeriat bilgisi de vermiştir. Ancak bu alandaki bilgilerin, meraklı ve tartışmalı bir alan olan siyaset alanına dair olması sebebiyle herkes tarafından alınmadığı ya da devşirilerek/elenerek alındığı görülmektedir.

Bunlara karşılık Bediüzzaman dinî yaşayışın bilgisini, yani ‘hayat bilgisi’ni veren eski-yeni kitapların varlığından mutlu olmuş, bunlara sadık kalmış, hatta (içtihat kapısı açıksa bile girmemek gerekir) diyerek, bu alanda içtihat yapmamış/yaptırmamış, bu alana ilişkin yeni şeyler söylemek anlamına gelen ‘dinde reformculuğa’ şiddetle karşı çıkmıştır. İhtiyaç olmadığını gördüğü için bir ilmihal kitabı yazmamıştır. Bir ahlâk kitabı yazmamıştır. Bir siyer kitabı ya da bir şemail-i şerif yazmamıştır. Yeni bir amelî mezhep kurmaya da kalkmamıştır. Zira Bediüzzaman da bilmektedir ki; iman bilgisini tamamlamış olan bir mü’min hayat bilgisi için kendiliğinden kaynak arar ve kolaylıkla bulur. Bu bilgilerden sonra, dinî referansları olan herhangi bir kitabı okuyanların hangi türden bilgiyi almak için okuduğuna bakalım:

Bir kişi bir dinî kitabı iman bilgisi almak ve aktarmak için okuyabilir. Said Nursî bu konuda titizdir ve aslında birer hoca yaptığı kendi talebelerini, vakitlerinin nakitlerinden dahi daha kıymetli olduğu hususunda uyarır ve başka dersler vermeye ve dolayısıyla başka eserlerden dersler almaya vakit ayırmamaları hususunda ikaz eder. Gerçekten bu zamanda iman dersini, özellikle eski asırlarda yazılmış olan başka eserlerden almaya çalışmak, on gram bal için bir kilo keçiboynuzu yemeye ve üstelik de bu arada dişini kırmaya sebep olmaya eşdeğerde zahmetli ve anlamsız bir iştir.

Bir kişi bir dinî kitabı, imanını hayatına aksettirmek için okur. Bu halde okunması gereken kitap, bir ilmihal, bir siyer veya bir hayat bilgisi kitabıdır. Bir defa okunup anlaşıldığında, unutulmadığı sürece, bilgi tamamlanmış, eksiklik giderilmiş olur. Hadis kitaplarında, özellikle çeşitli konulardaki seçme hadislerin yer aldığı kitaplarda bu bilgilerin tümünü bulmak mümkündür. Bu açıdan Risâleler bir kaynak değildir. Meselâ, vereceği zekâtın oranını Risâlelerden arayan bir esnaf, bulamaz. Namazın sünnetlerinin listesi de Risâlelerde yoktur. Ama hatırlatalım ki sünnete uymak bir iman meselesidir ve niçin sünnete uyulması gerektiğini en iyi Risâleler anlatır.

Bir kişi bir dinî kitabı, devlet ve toplum hayatına şekil vermek için okur. Bu açıdan Risâleler bir hazinedir. Ancak bu hazinenin açılabilmesi için, kuralları ve ilkeleri olaylara uyarlayabilecek, yorumlayabilecek, deyim yerinde ise, devamlı içtihat (cehd) yapabilecek kişilere ve bunun için gerekli bilgiye (malzemeye) ihtiyaç vardır. Diğer ifadeyle şeriatın toplumsal boyutunu çözümlemek de Risâle-i Nur’un, özellikle de onu yorumlayacak ve uyarlayacak olan Nurcuların işidir.