Ülke birliği – 3

MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik kavramını, milletini yüceltmek, milletinin iyiliğini istemek, menfaatini hayrını düşünmek, zarara uğramasını, kötü ve zor durumlara düşmesini istememek, onun için çalışmak, çabalamak şeklinde açabiliriz. Sosyal bir varlık olan insan, toplumsal bir düzen içerisinde adaletle yaşayabilir. Yaradılıştan gelen yapısı medenî olduğundan etrafındaki diğer insanların durumuyla da ilgilidir.1

Her şeye kendi menfaati çerçevesinde bakan, nemelâzımcılıkla başkalarının üzüntüsü, sıkıntısı ve derdiyle ilgilenmeyen, sosyal yardımlaşma ve dayanışma olgusunu tamamen dışlayan bir insanın, insanlık vasıflarını muhafaza ettiği söylenebilir mi?

Milliyetçiliği bu bakış açısı ile değerlendirdiğimizde olumlu ya da olumsuz yönde kullanılabildiğini görüyoruz. Eğer milliyetçilik, kavmiyetçilik/unsuriyet yani ırkçılık anlamında kullanılırsa, başka ırk mensuplarını sömürmek ve yok etmek gibi insanlık değerleriyle bağdaşmayan bir yönde sonuç doğurur. Müslümanlar arasında parçalanmaya ve onları birbirine düşürüp çatışmaya yol açar. Bu çatışmadan da dahilde bir fayda elde edilmez, ancak haricin işine yarar. Bu sebeple ırkçılık, ayet ve hadislerde yasaklanmıştır.2

Menfi milliyetin tarihte pek çok zararları görülmüştür. Meselâ, Emevîler, menfî milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, kendileri zarar gördüğü gibi, İslâm âlemini de küstürmüşlerdir. Ayrıca dünya savaşları da menfi milliyetin insanlığa ne kadar zararlı olduğunu göstermiştir.

Müsbet milliyet ise, sosyal hayatın içindeki ihtiyaçtan gelmekte olup yardımlaşmaya ve dayanışamaya vesile olur. Bu yönüyle yararlı bir kuvvet sağlar. Ancak müspet milliyetçilik, İslâmın hizmetinde olmalı, onun yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in verdiği kardeşlik daha geniş ve kapsayıcıdır. Dünyada kardeşlik bağlarını sağladığı gibi, bu kardeşliği ebedîleştirir. Milliyetçiliği İslâm kardeşliğinin yerine ikame etmek, kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmaya benzetilmiştir.

İşte, ecdadımız milliyetini Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kale yaparak haricin hücumunu defetmiş ve bin senedir Kur’ân’ın bayraktarlığını yapmıştır.3 Şimdi ise, birbirine muhtaç, mazlum, fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen Müslümanların, milliyetçilik fikriyle birbirine yabancı gibi davranması ve hatta birbirini düşman gibi görmesi, tarifi imkânsız büyük bir felâkettir.

Bediüzzaman milliyetçiliğin İslâmiyet’le imtizaç etmiş olduğunu, birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, din ile hayatın, birbirinden ayrılabileceğini ve Millet ile İslâmiyet’in ayrı ayrı olduklarını sanmak felâkete sebeptir. Jön Türkler bu bakımdan yanılgıya düşmüştür. Çünkü bizdeki din, hayatın esası olmuştur. Dinin yaşatılmasına çalışmak, milletin yaşatılmasına çalışmakla eşdeğerdir. Din öldürülürse, millet de ölür. Çünkü dinimize bağlılığımız ölçüsünde millet olarak yükselmişiz, dinde ihmalimiz nispetinde de millet olarak geri kalmışızdır. Bunun böyle olduğu tarihi gerçeklerle sabittir.

Bunlar birbirinden ayrıldığı zaman ortaya çıkacak unsuriyet anlamına gelen menfî milliyetçiliğin, gerçekte milletin birlik ve bütünlüğünü zedeleyeceği açıktır.

Yukarıda din birliği bölümünde belirtilmiş olmakla birlikte Bediüzzaman’ın, “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et.” sözleriyle Türklerin milliyetinin İslâmiyet’le imtizaç etmiş olduğu ve ayrılamayacağı, ayrıştırmaya kalkışılmasının kendi kendini yok etmek anlamına geleceği, onun geçmişteki övünç vesilesi icraatlarının İslâmiyet defterine geçtiği, hiçbir kuvvet yeryüzünde bunu silemediği halde, şeytanların desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silmemesi gerektiği yönündeki ikazına4 burada da değinmekte yarar görüyoruz.

Günümüzde tüm dünyada farklı ırk ya da etnik kökene mensup kişiler, aralarında aile bağları kurarak ve bir arada yaşamaktadırlar. Özellikle ülkemizde eski zamandan beri çok göçler ve değişimler olmuş, çok çeşitli kavimler gelmişler, yerleşmişler ve kaynaşmışlar, ülkemizi vatan edinmişlerdir. Bu sebeple unsurların gerçek mânâda birbirinden ayrılması mümkün değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu ancak levh-i mahfuzun açılmasıyla5 mümkün olabilir. Öyleyse, hareketi ve hamiyeti ırk esasına dayandırmak, anlamsız ve zararlıdır.

Irkçılık (menfi milliyetçilik) vatan birliğini engeller. Bediüzzaman, Kürtlere has bir özellik olarak, sosyal hayatlarının Türklerin sosyal hayat, mutluluk ve huzurları ile yakından alâkalı olduğunu belirterek gerçekçi bir tesbitte bulunmuştur.

Sonuç

Yukarıdaki tahlilde görüldüğü gibi dil, din, millet, milliyet gibi kavramlar ülke birliği açısından olumlu veya olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Bağ unsuru olarak sadece vatan ele alındığında, milletin tanımlandığı alanın coğrafî boyutu kesin bir çizgiyle ortaya konabilir. Böyle bir coğrafî alan içerisinde yaşayan insanlar için, alan dışında milliyetlerinden olan başka insanlar bulunamayacağı gibi, bağlılıkları da sadece dünyevî olan zayıf bir temel üzerine kurulacaktır.

Öte yandan iletişimin en önemli vasıtası olan dil unsuru, kültürel bir muhteva oluşturması sebebiyle boyutları belli bir vatan alanını aşar. Aynı vatan içinde yaşayan insanları, tek bir dili konuşmaları yönünde sınırlandırmak, yaradılıştan gelen özelliklerine zıt olduğu gibi, hayatı hem daraltır, hem zorlaştırır.

Başlı başına ırk özelliği ise cesetlerin biyo-fizyolojik özellikleri üzerine kurulu bir çerçeve sunar. Günümüzde saf ırkın bulunması hemen hemen imkânsız olması yanında, ırka dayanan bir milliyetçilik anlayışı, birliği bozar ve milleti bölünmeye götürür.

Bütün bu faktörlerin olumlu bir etki doğurması için, iman perspektifinden müsbet bir bakışla yorumlanması gerekmektedir ki, bunu da Bediüzzaman Said Nursî yapmıştır. Onun görüşleri ışığında konuya bakıldığında milletin birlik ve beraberliği, ülke bütünlüğü sağlanabilmektedir.

Toplumun imanla olan bağları koparıldıktan sonra artık soyut bir din anlayışının, dil, etnik köken, v.s. gibi kavramların pek bir anlamının kalmayacağı ve bunların menfî yönde kullanılmasına müsait bir zeminin meydana getirilmiş olacağı açıklıkla görülmektedir. Bu durumda ise, milletin birlik ve bütünlüğünün muhafazası fevkalâde zorlaşır. Toplumda bölünme, güç kaybetme ve nihayet dağılmaya doğru gidiş kaçınılmazdır. Böyle bir durumun da hâricî düşmanların işine yarayacağı ve onların istediği gibi bir ortamı sağlayacağı açıktır.

Öyleyse iman, bu milletin manevî harcıdır. Birlik ve bütünlüğünü sağlayan diğer unsurları olumsuzluktan çıkarıp olumlu kılan en temel unsurdur. Tamamen maneviyat ve imana karşı bir şekilde hareket edilerek Milletin birlik ve bütünlüğü adına yapılan birtakım uygulamaların milletin birlik ve bütünlüğüne bir faydası olmadığı gibi bilâkis milletin birlik ve bütünlüğünü bozan, gücünü zayıflaştıran hareketler olarak tarihte yerini almaktadır. Milletimiz her türlü oyuna rağmen, özündeki iman meşalesini canlı tutarak, birlik ve beraberliğini devam ettirmektedir.

Milletimizin muhtaç olduğu mâneviyata dünya da muhtaçtır. Her türlü sinsi planı yapıp uygulayarak Osmanlıyı parçalayan tarihteki sömürgeci devletler bile bugün kendi varlıklarını sürdürmek ve kendi cemiyetlerindeki manevî çöküntülerden insanlarını kurtarmak için bu maneviyata muhtaçtır. Bu maneviyat, milletimizin içinden çıkmış olan, çağımızın büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin öğretisinde mevcuttur ve mütevazi bir şekilde bir gonca gül gibi etrafa güzel kokular saçarak yayılmaktadır. Diğer tarafta dünyanın huzura, barışa ve adalete kavuşmasını istemeyen ruhu bozulmuş, insanlık vasıflarını kaybetmiş kişiler de boş durmamakta ve ortalığı karıştırmaya devam etmektedirler. Allah nurunu tamamlayacaktır. Çünkü kâinatta asıl maksat iyilik ve güzelliktedir. Kötülük ve çirkinlik ise asıl maksadın anlaşılması içindir. Öyleyse iyilikler ve güzellikler yeryüzünde hâkim olacaktır. Bunun için de bize düşen, muhtaç olan insanlara Allah’ın nurlu Peygamberinin mesajlarını ulaştırmaya çalışmaktır.6

Bediüzzaman’ın öğretisine gönül veren ve bizzat onun yanında hizmetinde bulunan Zübeyir Gündüzalp’in ifadesiyle: Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsi; yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletleri, selâmet ve saadet içinde idâre edecek bir iktidar ve inâyete mâliktir.”7