Ülke birliği (1)

Allah’ın birliğine inanan insanların, sosyal hayatta birliği bozmadan hürmet ve muhabbetle kardeşlik içinde yaşamaları inançlarının gereğidir. Bu bakımdan aynı Allah’a ve Peygambere inanan Alevîler ve Sünnîlerin arasında niza ve husûmet çıkması, olsa olsa dinsizlik hesabına geçecek menfî davranışların sonucu olabilir ki, hakiki bir Müslüman şiddetle bundan kaçınır.

GİRİŞ

Türklerin Abbasileri müteakiben bin senelik muazzam idareleri ve hilâfet sürmelerinin ardından, Birinci Dünya Savaşı meydana gelmiş, materyalist ve sömürgeci güçler, tevhide dayanan Osmanlı topraklarını istilâ ve hükûmet merkezini işgal etmişlerdir. Osmanlı Devletinin dağılmasıyla İslâmın ebedî düşmanları, Müslümanlığın mahvolduğu kanaatine varmışlardır.

Milletimiz, Allah’ın yardımı ile iman gücü ve Kur’ân’a olan bağlılığı sayesinde Anadolu’dan işgal kuvvetlerini yaptığı Kurtuluş Savaşı ile kovmuştur.

Sömürgeci Batı; yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin mülkî tamamiyetini, yani ülkenin toprağı üzerindeki bağımsızlığını kabul etmekle birlikte, Türk milletini manevî cepheden vurmak ve mazisindeki ruh ve mukaddesatı, kendi öz adamları eliyle kökünden koparmak için, sinsi planını yapmış ve bu planı uygulama mevkiine koymuştur.

Mutlâkiyet, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan Bediüzzaman Said Nursî, çöküş sürecinde yaşanan olayların kendisinde yol açtığı etkiyi; “Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum.” sözü ile ifade ederek, Osmanlıyı çöküşe götüren sebepleri teşhis etmiş ve zamanın şartlarına uygun çareler sunan görüşlerini açıklamış, bu hususta eserler telif etmiş ve makaleler yayınlamıştır.

İstanbul’u işgal eden İngilizlerin İslâm âlemi ve Türkler aleyhindeki sömürgecilik siyasetini ve tarihî düşmanlığını etrafa duyurarak Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, İstanbul’daki bu çok önemli hizmetinden dolayı Ankara hükûmetinin, kendisini takdir ederek Ankara’ya dâvet etmesi üzerine Bediüzzaman, milletin idaresinin başına geçen yeni hükûmette, doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanan bir medeniyeti meydana getirecek gayeyi aşılamak üzere 1922 sonlarına doğru Ankara’ya gelmiştir. Mecliste Batılılaşmak bahanesi altında Türk milletinin övünç kaynağı kutsal değerlerine karşı soğukluk olduğunu görmüş, ibadetin ve özellikle namaz kılmanın önemine ve gerekliliğine ilişkin bir beyanname yayımlayarak, mebuslara dağıtmıştır. 19 Ocak 1923 tarihli bu beyannamede; eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa bunun, milletin manevî değerlerine uygun olması gerektiğini, aksi takdirde ileride çaresi bulunamayacak problemlere yol açılacağını belirterek, çok önemli gördüğü temel hususlara dikkat çekmiştir. Ayrıca, İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, İslâmî şeairleri tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslâm âlemine büyük zarar vereceğini hatırlatmıştır.

Yine bu dönemde Bediüzzaman, düşmana kaşı elde edilen galibiyetin sevinci içindeki milletin fikirleri arasında, müthiş bir gizli dinsizlik fikrinin aldatıcı bir şekilde çalıştığını fark etmiştir. İmanın esaslarına ilişip cemiyeti tahrip edecek bu fikrin izalesi için Allah’ın varlığını ve birliğini ispat sadedinde “Tabiat Risalesi” isimli Arapça bir eser telif ve neşretmiş, ancak Arapça bilen ve meselenin önemini kavrayan az olunca bu da maksada yeterli olmamıştır. Böylece, İslâm âlemini ilgilendiren, bin üç yüz yıldır ümmetin tehlikesinden Allah’a sığındığı dehşetli bir zamanda olduğunu anlayan Bediüzzaman için artık çok zorlu bir dönem başlamıştır.

Bütün gizli fesat şebekelerinin ve dinsizlik komitelerinin İslâmiyet aleyhinde ittifak ederek, hem Türkiye’de, hem İslâm âleminde müthiş faaliyetler yapmakta olduğu ve taraftarlarının onları desteklediği ve İslâmî şeairlerin birer birer kaldırılıp İslâm rûhunun yok edildiği ve Kur’ân’ı toplatıp imha etmenin planlarının yapıldığı görülmektedir. Bu emellerine ulaşmanın fevkalade zorluğunu da düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini netice verecek bir planı da yaparak” uygulamaya koymuşlardır. İslâmiyeti yok etmek için tarihte görülmemiş bir tecavüz ve tahribat hüküm sürmektedir. Yeni nesillere milletin bin senelik parlak mazisi ve ecdadı unutturulmaya çalışılmakta, geçmişle bağı koparılarak komünizme zemin hazırlanmaktadır.

İslâm’ın özünde mevcut olan maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet ilkeleri yerine, dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edepsiz edip ve felsefecilerin fikir ve ideolojileri gizli dinsizler tarafından telkin edilmekte ve çok geniş bir çapta tedrîs ve talime çalışılmaktadır. Bu olay öyle küçük değil, milyonlarca insanın, özellikle gençlerin kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının îman ve inançlarına dünyevî ve uhrevî felaketlerine taallûk eden, ebedî hayatlarıyla alakadar çok büyük bir olaydır.

Bediüzzaman Said Nursî, milletimizin birlik ve beraberliğinin mayasını oluşturan manevî değerlerin yok edilmesine yönelen böylesine büyük bir olay karşısında, kendisini de alet etmek için yapılan reddedilmesi zor teklifleri reddederek, her şeyini fedâ edip her türlü zahmet ve meşakkate katlanarak, alem-i İslâm ve insanlığı aydınlatacak Kur’ân’dan gelen îman hakîkatlerini telif ve neşretmiştir. “Risale-i Nur” adı verilen ve Kur’ân’ın zamanımıza bakan manalarının keşfedildiği bu eserlerin verdiği iman şuuru, toplumda müspet tesir icra etmiş, toplumun imanı ve selâmeti için çalışan, bugün sayısı milyonları bulan mensup ve taraftarları ile Risale-i Nur cereyanı; asırlardır İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu millet içerisinde yerleştirilmek istenen ve her türlü bela ve musibetin kaynağını teşkil eden dinsizlik, îmansızlık ideolojilerini parçalamış ve dinsizliğin istilasını durdurmuştur. Milletin maddî manevî felâket ve tehlikelerden muhafazasına vesîle olmuş, ülkenin birliğine en büyük hizmeti yapmıştır.

“Ülke Birliği”ni sağlamada temel faktörler olan dil, din, vatan, millet ve milliyetçilik kavramları Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında tahlil edilecektir.

DİL FAKTÖRÜ

Dil, insanların birbirleriyle anlaşma ve iletişim kurmalarının; karışıp kaynaşmalarının en önemli araçlarından biridir. Aynı zamanda geçmişin miras ve ortak değerlerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasında da köprü görevi görür. Bu sebeple dil, insan topluluklarını birbirine bağlayan ortak bir değerdir. Böylesine önemli bir fonksiyonu bulunan dil, ülke birliğine yönelen yıkıcı hareket ve düşüncelerin hedefleri arasında yer almıştır.

Bu bağlamda; harf inkılâbı ve sonrasında öz Türkçeleştirme adı altındaki birtakım uygulamalar, dilde tahrifata yol açmıştır. Arapça kökenli olduğu gerekçesiyle birçok kelimenin yerine ya yeni kelimeler türetilmiş ya da onların yerine yabancı dillerden kelimeler ikame edilmiştir. Böylece dilin toplumda bireyler arası iletişimi sağlamada etkisi zayıfladığı gibi, bugünkü nesillerle ecdat arasındaki bağ da bir ölçüde kopmaya başlamıştır. Bu da milletin ulvî ve manevî değerlerinin yeni nesillere aktarılmasında önemli sorunların doğmasına yol açmıştır. Ecdadımızın yazdığı milyonlarla kıymetli kitap okunamaz hale gelmiş, kültür ve bilgi birikimi gelecek nesillere aktarılamamıştır.

İnsanların farklı dillere sahip olmaları kendi tercihleri değil, yaradılışlarının bir sonucudur. Bu bakımdan dil faktörü bir etnik gurubun başka bir etnik gruba karşı üstünlük kurması anlamında algılanmamalıdır. Ancak dillerin arasında, konumları itibariyle bir takım farklılıklar veya öncelikler de yok değildir. Genel kabul görmüş bir durum olarak, İngilizce’nin uluslar arası bir dil olması; Arapça’nın Kur’ân dili olması, Latince’nin tıp bilim dili olması bu bağlamda örnekler olarak gösterilebilir.

Bir milletin içerisinde yaradılıştan gelen özelliklerine bağlı olarak ana dili farklı insanlar elbette olabilir. Ülkemizde ana dili Türkçe, Kürtçe, Arapça ve diğer dillerde olan insanlarımız vardır. Millet, aynı ana dili konuşan insanların oluşturduğu bir topluluk olarak kabul edildiği takdirde, farklı diller milletin bütünlüğünü sağlamada önemli bir sorun olarak karşımıza çıkar. Böyle bir anlayış bölünmeyi doğurur.

Bediüzzaman Said Nursî hayatının önemli gayeleri arasında saydığı ve Medresetü’z Zehra ismini verdiği üniversitede, aklı aydınlatan fen bilimleri ile vicdanı aydınlatan din bilimlerinin birlikte okutulmasını, bunun için de Arapça’nın zorunlu; Türkçe’nin gerekli ve mahalli lisan olan Kürtçe’nin de konuşulmasının serbest olmasını öngörmüştür.

Yine Said Nursî, görünüşte Kur’ân’ın mânâsının anlaşılması adına yapılan ancak temelinde Kur’ân’a karşı bir sûikast yatan, Kur’ân tercümesi konusundaki teşebbüslere şiddetle karşı çıkmıştır. Kur’ân’ın hakîki tercümesinin kàbil olmadığını, âyetlerin engin mânâlarının ancak buna en uygun dil olan Arapça ile ifade edebileceğini, gerekçeleriyle ve örnekler vererek açıklamıştır.1 Ezan ve kamet dili gibi şeairlerin, Arapça’dan başka dillerde okunmasını gerektirecek haklı bir sebep bulunmadığı gibi, bu türden teşebbüslerin ülke birliğinin sürdürülmesinde olumsuz bir etkiye sahip olacağı unutulmamalıdır.

Millet, aynı dili konuşan insanların oluşturduğu topluluktan ibaret görüldüğü takdirde bu tarif, milletin tamamını kapsayıcı olmayacağından, ülke birliğini de sağlayıcı olmaz. Onun için Bediüzzaman’a göre ülke birliği, hakikî unsuriyete göre değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılmalıdır. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet vardır. Biri noksan olsa bile yine milliyet dairesine dahildir.

DİN FAKTÖRÜ

Din, milletimizin birlik ve beraberliğini sağlayan önemli etkenlerden birisidir. Milletimizin neredeyse tamamına yakını Müslümandır. Esasen cihanşumul bir din olan İslâmiyet, tüm dünya Müslümanları ile ve hatta tüm insanlarla müsbet bir ilişkiler kurmayı temin eder. “İnneme’l-mü’minine ihvetün.” ayetinin ifadesi ile bütün Müslümanlar kardeştir. “Dinde zorlama yoktur.” Âyetiyle din ve vicdan hürriyetini getiren İslâmiyet, selâmet/barış dini olmakla da tüm insanlığın huzur ve barışını temin eder.

Bediüzzaman; Müslümanlıktan çıkan Türklerin, Türklüklerini de kaybettikleri sosyolojik gerçeğine dikkat çekerek, Türk milletinin milliyetinin İslâmiyetle iç içe geçmiş olduğunu ve birbirinden ayrılamayacağını söylemiştir. Bunları birbirinden ayrıştırmaya kalkışmak, onun özünü ve benliğini kaybetmesine yol açacak bir tahribat hareketinden başka bir şey değildir.2

Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, Avrupa’nın kalkınmasının temelinde Hıristiyanlık dininden uzaklaşmasının yattığını, ülkemizin de ilerlemesi için İslâmiyet’ten uzaklaşılması gerektiğini kabul eden siyâsî güç, laiklik adı altında milletin İslâmiyet’le olan bağlarını koparacak icraatlara girişmiştir. Bediüzzaman ise, İslâmiyet’i; tahrif edilmiş bir din olan Hıristiyanlıkla mukayese etmenin yanlış olduğunu, Müslümanların ne vakit dine ciddî sarılmışlarsa ilerlediklerini, İslâma ilgisiz kaldıkları zaman da geriye gittiklerini, tarihi buna şahit göstererek savunmuştur.3

Allah’ın birliğine inanan insanların, sosyal hayatta birliği bozmadan hürmet ve muhabbetle kardeşlik içinde yaşamaları inançlarının gereğidir. Bu bakımdan aynı Allah’a ve Peygambere inanan Alevîler ve Sünnîlerin arasında niza ve husûmet çıkması, olsa olsa dinsizlik hesabına geçecek menfî davranışların sonucu olabilir ki, hakikî bir Müslüman şiddetle bundan kaçınır.4