Giriş
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubâtındaki 22. Mektupta, sosyal hayata dair ve birbiri ile ilgili üç konuyu ele almaktadır:
Birinci Mebhasta ehl-i imanı uhuvvet ve muhabbete davet etmekte, İkinci Mebhasta Müslümanları hırstan men etmekte ve hatimede de gıybeti tarif etmektedir.
Bu çalışmada, sevginin insanî bir boyutu olan uhuvvet (kardeşlik) konusunun ele alındığı Birinci Mebhası şerh etmeyi deneyeceğiz.
Ön hatırlatma olarak şunu belirtelim ki Bediüzzaman, mektubun bir yerinde mektuba muhatap olanlara; yani bizlere yönelik olarak Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette (adavet-düşmanlık hasletinde) haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin demektedir. O halde bu bahsin yazılma sebeplerinden biri; bu mektubu okuyan kişilerin kendi iç âlemlerinde kardeşlik ve sevgi prensiplerine muhalif bir duyguya sahip olabileceklerini varsayıp, bu duyguyu teşhis ve tedavi etmelerini sağlamaktır.
Uhuvvet, ahi, ihvan gibi kelimelerle aynı kökten gelmektedir ve en bilinen anlamı ile kardeşlik demektir. Uhuvvetin Arapça dil kuralları açısından bir özelliği, bu kelimedeki kardeşliki yani kardeş olma durumunu kardeş olma kurumu biçiminde anlamamıza da yardımcı olacak bir genişlik içermesidir. Diğer deyişle uhuvvet, durumsal değil kurumsal bir kardeşlik ya da bir hadise olarak değil vakıa olarak kardeşlik şeklinde anlaşılmaya daha uygundur.
YİRMİ İKİNCİ MEKTUP
Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.
BİRİNCİ MEBHAS
Müminlerde1 nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye2 için zehirdir.
Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini3 beyan ederiz.
Birinci Vecih
Hakikat nazarında zulümdür.
Ey mümine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber4 dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir5 kanun-u adaletle6 batırılmaz7.
Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir müminin8 vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi9 sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı10 yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu11 etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür12.
İkinci Vecih
Hem hikmet nazarında dahi zulümdür.
Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar13-14.
Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine15 göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder16. Evet, mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışır17. Onun için, nass-ı hadisle, Üç günden fazla mümin mümine18 küsüp19 kat-ı mükâleme etmeyecek.20
Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer21.
Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mümin kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhuddan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mümine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı22 iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın23.
Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi24 iktiza eder.
Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları25 ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir26.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir27.
Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir28.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler29 bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mümine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve itisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.
Üçüncü Vecih
Adalet-i mahzâyı ifade eden Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.30 sırrına göre, bir müminde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir müminin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o müminin akrabasına adâvetini teşmil etmek31, Muhakkak ki insan çok zalimdir.32 sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, Benim hakkım var dersin?33
Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve inikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir34. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur35; sirayet ve inikâs etmek, şenidir. Ve ondandır ki, Dostun dostu dosttur sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir36. Hem onun içindir ki, Bir göz hatırı için çok gözler sevilir sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın37.
DEVAMI HAFTAYA