Tevhidi görüşün temel dinamikleri: Kainat – Kur'an – Hz. Peygamber

İslam'ın temel bir ilkesi olan Tevhid'in kelime anlamı; birleme, bir Allah'tan başka ilah olmadığınainanmadır. Tevhid hem tümüyle kendinden başka şeyleri dışlayan, hem de onları ihtiva eden kavramdır. Allah mutlakkadirdir, her zaman ve her yerde hazırdır. Kâinattaki her şeyin varlığı ve hayatiyeti O'nunla kaimdir. Tevhid Mutlak'ıntabiatına ilişkin metafizik bir tasdike ek olarak bir bütünleşme metodu, kendi bütünlüğünü ve her varlığınderin birliğini gerçekleştirmenin bir vasıtasıdır. (Nasr, 1985, s. 31) Beşeri varlık planında ise bu kavram insanoğlununAllah'a teslimiyetinde birleştiğini ifade edici, güçlü bir bütünleme ilkesi oluşturur. Daha derin anlamda, Tevhidkavramı İslam'ın dikey boyutunu oluşturur. Yani dikey bir hat boyunca homojen bir bütünlük içinde insan hayatınınsiyasal, ekonomik, toplumsal ve dini görüşlerini bütünler. Söz konusu bütünlük nasıl kendi dışında evren ile bütünleşmişise kendi içinde de tutarlıdır. Saf ilahi bir yasaya dayalı bir görüşün açısı içinde tevhid, tüm varolanlarınarasındaki ilişkiyi gösterir. Yetkin bir örgünlük ve mecburilik belirten İslami görüş içinde evren, dünya hayatıve insanın, her şeyi kuşatan Tevhid ile ilişkisi vardır. (Nakvi, 1985, s. 56)

Bediüzzaman Said Nursi, Risaleler'inde “Tevhid”in “üç külli muarrif (tanıtıcı)”tenbahseder. (Nursi, Sözler, s. 219) Allah'ın birer sanatı, eseri, mahluku olma noktasında bir çok değeri muhtevi bu üçkülli değer; Yaratıcı'nın varlığına ve birliğine ait kadim kaynaklardır. Derin anlamı içinde düşündüğümüzdeTevhid'in sözü edilen üç temel değeri olan kâinat, Kur'an ve Hz. Peygamber arasında statik olmanın ötesindedinamik-fonksiyonel, aynı zamanda bütünsel bir ilişki olduğu farkedilir. Allah'ın bir san'atı ve eseri olan kâinatıntasviri ve tefsiri Kur'an, Kur'anın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed'dir (a.s.m.). Kâinat kitabı varlık âlemininkendisi, ontolojik durumudur. Kur'an varlık âleminin (fıtratın) bilgi ve teorik yönü, Peygamber (a.s.m.) ise ameli yönüdür.Bu üç önemli kaynak anlam itibariyle sırasıyla varlık-bilgi-eylem şeklinde de düşünülebilir. Burada her varlık-değer(kâinat, Kur'an-Peygamber) kendi içinde bütünlük arzettiği gibi, kendi aralarında muhkem bir ilişki bütünlüğüvardır. Tevhid ekseninde tek yaratıcıya bağlı olma anlamında, ortak ve evrensel amaca doğru akmaktadırlar. Varlık âlemininhikmeti, Kur'an bilgisiyle açıklanır, Peygamber tarafından eyleme dökülüp yaşanan bir hayat olarak insanın dünyasındayer alır. Bu anlamlı ilişkinin diğer bir ifadesi şudur. Makrokosmos evrendeki cari olan bin bir esmanın şekillendirdiğifıtrat kanunlarının, Kur'an süzgecinden süzülerek, mikrokosmos olan insanın fıtratına uygun forma getirilmesi ve buşekliyle ilgili değerlerin eyleme dönüşümüdür. Bu açıdan da Kur'an kâinatı okuyan, insan da (Peygamber) Kur'an'ıyaşayan bir kitap olarak da anılır. Kısaca biri diğerine cami bu üç varlık-değer kendi tabii (fıtri) karakterlerineuygun şekilde tek kaynaktan akarak, bütünlük içerisinde ortak-evrensel amacı seslendirirler.

Kur'an-ı Kerim'de sıkça geçtiği (41/9, 10, 11) gibi evren, doğrudan Allah'ın vahyettiği doğal (fıtri)kanunlara, boyun eğmiştir. Bu kanunlarla evrenin düzeni sağlandığı gibi, Resuller aracılığı ile insana tebliğedilen Şeriat da insan ve toplum hayat ve ilişkilerini düzene koyar. Bu nedenle maddi dünyaya hakim olan ve “Allah'ınsünneti” de denilen fiziki kanunlar ile insan ve toplumlara İslam'ın (Şeriatın) teklif ettiği ahlâki ve toplumsalkanunlar ve değerler aynı kaynaktan gelmeleri ve Allah'ın yüce iradesini temsil etmeleri bakımından uyum içinde ve içiçedirler. Allah'ın, insana söyleyeceği “mesaj”ı bu üç temel varlık-değerle ifade ettiği söylenebilir.Kur'an en güzel örneklerini kâinatın sayfalarından verir ve bir çok sûrenin ismini varlık âleminden alması, Hz.Peygamberin mucizeleri ağaçtan suya, kurttan kuşa ve Ay'dan-Güneş'e varan ontolojik hayattan olması ayrıca hatırlanmalıdır.

Diğer bir yönüyle hayat noktasında kâinat-Kur'an-Peygamber ilişkisini eşyanın varlık amacı açısındanaçıklama yoluna giden Bediüzzaman şöyle der: “Maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (a.s.m.),-âsârının şehadetiyle-şukâinatın şuuru ve nurudur. Ve Vahy-i Kur'an dahi,-hayatdar hakaikının şehadetiyle-hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-ukâinatın aklıdır.” (Nursi, Sözler, s. 100) İlk etapta bu blok cümle insana çok soyut gelebilir. Konu bütünlüğüiçinde Allah'ın kâinatı bir amaç için yarattığını düşünürsek bu amacın gerçekleşmesi her şeyin yerliyerinde olmasıyla mümkün olabilecek; bu ise eşyanın dış hikmet-faydalarının yanında özellikle iç hikmet-anlamlarınınbilinmesiyle mümkün olabilmektedir. Kitap ve peygamberlerin gönderilmesi Allah'ın bilinmesine ve de kâinatın varlıkgayesinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Eşyanın ve yaratılışın varlık gayesinin Allah'ın takdir ettiği şekildeanlaşılmasının temel dinamiği kitap ve peygamberlerdir. Ontolojik olarak şuurun kendinin ve çevrenin farkında olduğunudüşünürsek bu ontolojik şuurun epistemolojik anlamda bir üst şuura ihtiyaç duyduğu ve eşyanın bu üst anlam taşıyanşuurla okunduğu anlaşılmaktadır. Benzer şekilde ontolojik (fizyolojik) hayatın bir değerle üst anlamda bir hayatfelsefesi kazandığını biliyoruz. Bu bağlamda bu iki temel dinamiğin (kitap-peygamber) sunduğu hayat ve şuur bilinenhayatın hayatı ve şuurun şuuru olmaktadır. Kâinat, bu üst anlamı ifade eden hayat ve şuurun tevhidi evren kavrayışıylave yaşayışıyla Allah'ın “rızası” doğrultusunda seyrettiği müddetce anlamlıdır. Öyle ki bu kâinatınvarlığını ve yokluğunu gerektirecek şekilde derin bir anlam taşımaktadır. Sözü edilen derin anlamın negatifboyutunun sonucunu yine Bediüzzaman'dan takip edelim: “Eğer, kâinattan Risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa,gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belkişuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak ve kıyameti koparacak.” (Nursi, Sözler, s. 100)

Burada Hıristiyan öğretiden mülhem “Tabiat-Allah-İnsan” olarak ifade edilen ve bugün”Holistik Dünya Görüşü” diye isimlendirilen anlayışa da değinebiliriz. Tevhidi anlayış çevresinde işlediğimizüç temel külli değeri tabiat-kitap-insan olarak da ifade edebiliriz, ama bu üç değerden birinin yerine”Allah” (tabiat-Allah-insan) lafzının ilavesi pratik hayatta umulan amacı gerçekleştirmeye yetmeyecektir. Sözkonusu formda, bu üç temel faktör arasındaki ilişki niteliği “nasıl ve hangi ölçüde olmalı?” sorusununcevabı pek net değil. Tabiat-Allah-insan arasındaki ilişki bir değer sitemince belirleneceğine göre, bunun beşeriveya İlahi kaynaklı olması konusunun pek açık olmadığıdır, söylenmek istenen. Batı dünyasındaki sapmalardailgili yaklaşımın bünyesindeki sözü edilen müphemliğin küçümsenmeyecek etkisinin olduğu, üzerinde durulmasıgereken bir konudur. Holistik dünya görüşü çerçevesinde maksat işin içine Allah'ı katmaksa bunun yolu O'nu(tevhidi) seslendiren kâinat-kitap-peygamber üçlü değeri dikkate almayı gerekli kılar ki; tevhidi yaklaşımın öngörüsüde budur. Bu tevhidi öngörü temel değerler arasındaki ilişkinin, Allah'ın hikmet ve iradesine uygun gerçekleşmesinibelirleyen değer ölçüsü, Kur'an-peygamber anlamında muhtevidir. Eğer gerçekte bir holistik dünya görüşünden sözedilecekse bunun kendisinin kâinat-kitap-peygamber (insan) formülasyonuyla ayrılmaz bir bütün olarak karşımıza çıktığınıgörürüz. Holistik dünya görüşü Ortaçağ Batı dünyasındaki çalışmalarla Hıristiyan öğretiden mülhem olduğunagöre, burada kutsal olma ve İlahi takdir noktasında İslam dini Hıristiyanlıktan; Kur'an İncil'den daha mütekâmilkeyfiyet taşıması, tevhidi yaklaşımın kâinat-kitap-peygamber öngörüsünün, holistik (tabiat-Allah-insan) dünya görüşündendaha ileri ve kapsamlı olduğu öne sürülebilir.

Aslında kâinat-kitap-peygamber sistematiği insanın tarihinde genel kabul gören evrensel bir niteliğesahiptir. Allah'ın, eseri olan kâinat kitabına koymuş olduğu kanunları, Kur'an kitabı ile tasvir/tefsir etmesi ve dahasonra peygamber vasıtasıyla insanlığa sunması ve bunları hayata geçirmesi Rabbani bir metodoloji olarak da insana bu yöndeörnek teşkil eder. Bugün toplumların uyguladığı eğitim ve öğretim, bu İlahi metodun bir yansıması olarak yürürlüktedir.

Kanun koyma kudretine sahip olmayan insan bu metodoloji örneğinde olduğu gibi, evrendeki ve toplum hayatındakigeçerli kanunları, işleyişi anlama ve kavramlaştırma suretiyle beşeri hayatta uygulamıştır. Bilinmektedir ki,insanlık tarihinde bir çok icadın numunesi ve ilham kaynağı kâinattaki varlık âlemi, kurallar, olaylar vefenomenlerdir. Gerek fen ve teknik sahada gerekse sosyal ilimlerde bir çok buluşların ve paradigmaların modeli kâinattakiilgili faaliyetlerdir. Bir çok reel buluşların yanı sıra insanoğlunun yorumuyla şekillenen teoriler bulunmaktadır.Sosyal bilimlerde; sözgelimi İbn Haldun'un Mukaddime'si yaşanan toplumsal olayların ve genel geçer doğruların sosyalbilimcinin üslûbu ile tasvir/tefsiri sonucu kavramlaştırılmasından başka nedir? Medeniyetlerin doğuş-gelişme-çöküşsürecini izlemesinin dayanağı evvelemirde kozmik düzende cari olan kanunun kendisidir. Bu kanuna o düzenin bir parçasıolan insan-toplumda (insanlık tarihi) dahildir. Düşünür bunu tespit ederek bir üslûp içerisinde “kural”olarak sosyal düzlemde sistematize etmiştir. Nevton'un mekanik dünya görüşü, kâinatı negatif okuyuşu da bu cüzdendir.

İnsanın subjektif alanına tekabül eden kavramlaştırma ve paradigmalar, subjektifliği veya tutarsızlığıölçüsünde ilgili çalışmalar evrensel ve süreklilikten uzak kalmıştır. Kâinatı yanlış veya negatif okuyuşuninsanlığa olumsuzluklar şeklinde yansıdığının somut verilerine sahibiz. Şu bir gerçek ki; insanlık tarihinde kâinata(varlık, eşya, olgu) olan yaklaşımlardaki tutarsızlığın bir çoğunun temelinde kitap ve peygamber öğretisindenyoksun kalma veya onların devre dışı bırakılması yatar. Aslında bir ateist olmayıp, ama tabii kanunlara”rehbersiz ve öndersiz” yaklaşımıyla kendisini deist kılan Newton, kendine göre tabiatı okuyarak, ilahiolanla tabii olanı birleştirme yoluna gitmişti. Diğer taraftan Darwin, daha ileri bir kontrolsüzlükle (ateistçe)tabiattaki işleyişte “hayat bir mücadeledir, kuvvetli olan zayıfı kovar ve benzeri evrimleşme” sorunsallarıtüm aşırılıklarıyla negatif kutba dahildir. Bu görüşü sosyal hayata aktaran Batı, (inanç sarsıntısınailaveten) İkinci Dünya Savaşı'nın ve şirket rekabetlerine dayanan “çatışmacı” ve indirgemeci zihniyetinarka planının sac ayaklarından birini oluşturmuştur.

İnsanlık ateist bir tutumla Allah'ı inkârın olumsuz sonuçları bir yana “deist” diyebileceğimizbir anlayışla, (Allah'ın kâinatı yarattığına inanmakla birlikte onu yarattıktan sonra kendi haline bıraktığınainanış) kâinatın yaratılış sonrası kendi kendine; mekanik bir sistem mantığıyla işlediğini öngören Newtonyenyaklaşımda, Allah'ı doğadan (deistce) gözardı etmenin doğurduğu külli olumsuz sonuçları halen yaşamaktayız.Newton'un bu deistce yaklaşımın fert ve toplum üzerinde en vurucu etkisi ateizme ön basamak teşkil ederek ona zemin oluşturmasıdır.Şu veya bu şekilde “Allah doğadan kaldırıldığında; dünya doğası, ruhu, bilinci, kavrayışı, mantığı ölçüsüve hedefi olmayan büyük, karmaşık bir leş durumuna gelir. Böylece, insan-doğa ilişkisi kendiliğinden bir yabancılaşmailişkisine dönüşür. Böyle bir dünya görüşünde dünyanın insan yaşayışıyla ilişkisi, annenin ölü gövdesindebulunan ve etkin olan bir ceninin bu ölü gövdeyle ilişkisi gibidir. Sartr bu vahim durumu kendine rağmen “dünyadanTanrı'yı kaldırdığımızda, insan doğada, doğaya yabancılaşır” şeklinde söyleyebilmişti. (Şeriati, 1992,s. 123)

Bediüzzaman kâinata yönelik aykırı yaklaşımı ve Kur'ani bakış açısını “peygamber farkı”ile şu şekilde işler. “O'nun ( Hz. Peygamber) o nurani daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinatabaksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman vecamidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.Şimdi bak: O'nun neşrettiği nur ile o matemhane-i umumi şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkilap etti. O ecnebi, düşmanmevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i sâmite; birer munis memur, birer musahhar hizmetkârvaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkirsuretine girdi.” (Nursi, Sözler, s. 220)