Tasavvuf ve Risâle-i Nur

"Her zamanın bir hükmü vardır. Zaman tarikat zamanı değil; imanı kurtarmak zamanıdır."

"Bu ümmetin sonu, başının kurtulduğu gibi kurtulur."

"Bizim mesleğimiz, Hz. Mehdiye kadar devam edecektir. Hz. Mehdi sahabe mesleğini açacaktır."

"Peygamberimiz (sav) hatemü’l enbiya olduğu gibi, Hz. Mehdi de hâtemü’l evliyadır. Kur’an-ı Kerim tüm kütüb-ü semaviyeyi cami olduğu gibi Mehdi de te’lif eserleriyle tüm evliyanın eserlerini cem edecektir. Eserleri tüm hakaik-i İslâmiyeyi câmi olacaktır."

Kainatta bir tekamül kanunu vardır. Fakat bu tekamül, bilkuvve çekirdek hükmündeki hakaikın bilfiileçıkıp ağaç olması, neticede yine çekirdeğe inkılab etmesi şeklindeki ilahi bir kanundur.

Kur’an-ı Kerim’in nüzulü zamanında sahabelerin İslam’ı yaşamaları, Resulullah’ın nezaretinde idi.Buna "Hulefa-i Raşidin" dönemini ilave ettiğimiz zaman elli (50) senelik bir Asr-ı Saadet dönemi yaşanmışdemektir. Bu dönem bin beş yüz (1500) yıllık bir İslam döneminin çekirdeğini teşkil eder.

Hikmet-i İlahi "tekamül kanunu" gereği böyle bir asr-ı saadet döneminin kıyamete yakın Hz.Mehdi (ra) zamanında yaşanmasını da gerektirir. Rivayetler bu yöndedir. Böylece baş ve son birleşmiş olur.

"Risale-i Nur" Kur’an-ı Kerim’in "Mucize-i manevisi" olup, Kur’an’a tam âyine olduğugibi Hz. Mehdi de Asr-ı saadete tam ayine olur. Asr-ı saadette hükümferma olan akıl, ilim, meşveret ve hak, Hz. Mehdizamanında da hâkim olacaktır. Dolayısıyla "keramet" de sahabe dönemlerinde olmadığı gibi Hz. Mehdi zamanındada hakim olmayacaktır. Nasıl ki, Kur’an’ın i’caz-ı manevisi en büyük mucize idi, Mehdi de o i’cazın neşrine ve beyanınagayret edecektir. Kur’an’ın i’caz-ı manevisi olan ilim, akıl ve hakkın üstünlüğü ile tüm ehl-i dalâlete galebegelecektir.

Müçtehitler ve mücedditler, Kur’an-ı Mûcizu’l-Beyan’dan çıkan tüm ulum-u İslamiye ve ulum-u fenniyeile her asırda, o asrın anlayış ve ihtiyacına göre ders vererek, kalbî hastalıklara devaları Kur’an’ın eczahane-imaneviyesinden almış, takdim etmiş, hastalıkları tedavi etmişlerdir. İlcaat-ı zamana göre insanlara Kur’an’ın bir yönünüders vermişlerdir. Bu babda eseler telif eylemişlerdir. İmam-ı Azam, fıkhı; Eş’âri ve Maturidi, imanı; İmam-ı Şafi,fıkıh, tefsir ve hadis usulünü (metodoloji); İmam-ı Gazali, ahlakı; Mevlana Celaleddin-i Rumi, edebi; İmam-ıRabbani, tasavvufu ve aşk yolunu Kur’an’dan istihrac edip, ders vermişler.

Bediüzzaman Said Nursi ise asrın hastalıklarını tedavi için "iman ve ihlas"ı ders vermiştirki, bu ders tüm diğer derslerin hem mebdesi, hem hülasası, hem de mütemmimidir. Dolayısıyla hepsini câmidir.

Yine o büyük zatlar İslam’ı yüceltmek, şüpheleri bertaraf etmek, hak ve hakikati izhar ve isbat etmekiçin eserler te’lif etmişlerdir. Ehl-i imana yol gösterip, dalaletten kurtarmışlardır. Mesela, İmam-ı Gazalifelsefeden gelen şüphelerin giderilmesine gayret gösterip, "Kur’an ve Sünnetin" caddesini genişletmitir.

Tarikat ve tasavvufun yaygın olduğu dönemin kendine has şartları vardı. Çıkış yeri olan"Horasan" ve Maveraünnehir"de Çin-Hint-İran mistisizmi hâkimdi. Hinduizmin ruha önem veren veriyazetlerle nefsi öldürüp, ruh gücünü ortaya çıkaran kerametvari halleri toplumun rağbetine mazhar ve halkınhissiyatına hâkim idi.

Bunun neticesi olarak akıldan ziyade hissiyat, ilimden ziyade felsefe ve ruhaniyet, Hıristiyan’ın ruhbanlığı,Brahmanizm ve Mecusiliğin mistik kültürü, efsânevi olaylar, hükümferma idi.

Bütün bunlara karşı İslam’ın yüceliğini, izzetini, şerefini ve üstünlüğünü göstermek veonlara galebe etmek ancak büyük mutasavvıfların kerametkarane hal ve etvarı, tasavvuf ve tarikatı ile olabilirdi.

Bu kıymetli görevi mutasavvıflar yapıyordu. Onlar, Hz. Peygamberin manevi emri, Hz. Hızır’ın (as) işaretive rumuzlarıyla gösterdiği kerametler ve kerametvari halleri ile halk nezdinde itibar görüp, ilimlerini yaymaya ve halkınİslam’a girmesine, Kur’an’dan, hadisten istifadesine vesile olabiliyorlardır.

Ehl-i tasavvuf kerametlerini kendilerini yüceltmek için değil; İslam ve Kur’an’ı yüceltmek, Hz.Peygamber’in (sav) ve Hulafe-i Raşidinin hak yolunu ve mesleklerinin hakkaniyetinin hücceti ve delili olarak kerameti görmüşlerve göstermişlerdir. Böylece halkın iman ve itikadını takviye etmişlerdir.

O zamanda bir keramet, binler ilmi delilden ziyade halka güç verirdi; itimad telkin ederdi. Günümüzdeise kerametvari haller ilmin, tekniğin ve fennin eline geçmiştir. Keramet maddileşmiş, önemi kalmamış ve halka itimattelkin eden konumunu yitirmiştir.

Çünkü, asrımızda mâneviyattan ziyade maddiyat hakimdir. Kalpten ziyade akıl hakim olmuştur. Akıl,ilim ve hakkın hakimiyetine zemin açılmıştır. Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın hakkaniyetini kabul ettirmek, İslam’ınizzetini ve yüceliğini göstermek ancak, ilim, akıl ve bürhan ile mümkündür.

Bediüzzaman işte bundan dolayı Asr-ı Saadetin saf İslam’ını doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak, asrınidrakine sunmaktadır. Manevi işaretini, "İcaz-ı Kur’an’ı beyan et!"(Tarihçe-i Hayat, s. 174) emr-i Peygamberiile almıştır. İlim, akıl ve fen ile bu asrın maddeperestlerine i’caz-ı Kur’an’ı beyan etmektedir.

Yine asrımızda tarikat büyükleri, maneviyat erleri susturulmuş ve susmuşlardır. İslam’ı müdafaa, yüceliğinive izzetini müdafaa ve muhafaza yalnız Bediüzzaman ve Kur’an tefsiri Risale-i Nur ve onun has ve halis şakirdlerine kalmıştır.Onlar da bunu bihakkın yapmışlardır. Tarikat da vazifesini, asrın idrakine uygun Kur’an dersi veren; akıl, ilim ve fenile kalbi birleştirerek ruh terbiyesini "Cadde-i Kübra-i Kur’aniye" ve "Ehl-i Sünnet ve Cemaat"dairesinde veren Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a devretmiştir.

Bediüzzaman der ki;

"Risale-i Nur dairesi yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofimeşreb zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayeleri ile ona kuvvet vermek, genişlemesine çalışmak ve şakirtlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki ab-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir."(Kastamonu Lahikası, s. 88)

Sonuç

Tasavvufun amacı tahkiki imanı elde etmek için imanda terakki etmektir. Taklit köyünden seyr-i sülûkile tahkik şehrine ulaşmaktadır.

Tasavvufun nihayeti bazılarına göre, murakabe, bazılarına göre vahdet-i vücut, bazılarına göre isetefekkürdür. İmam-ı Rabbani "amel ve ihlastır" demiştir.

Şeriat temel, asıl ve esastır. Tarikat, hakikat ve marifet ise şeriatın yaşanması, anlaşılması vehayata geçirilmesidir. İmandan sonra önemli olan "amel"dir. İmanın gereğini yapmaktır. Amel de emr-i İlahiyeve sünnet-i seniyeye uygun olduğu takdirde rıza-i İlahiye medar olur. Sırf emr-i İlahi ve sünnet-i Nebevi olduğu içinifa edilirse ihlaslı olur.

Ahir zamanda dünya güzelleşir, cazibesi artar ve nefisler hayat-ı dünyeviyeye meftun olurlar. İnsanlarkendilerini cazibedar günahlardan koruyamadıkları için şahsi kemâlât zorlaşır. Şahs-ı maneviyi temsil eden cemaatve cemiyet ön plana çıkar. Kişi ancak bir cemaatin şahs-ı manevisine istinad ile kendisini koruyabilir.

Tarikatlar da şahsi kemalata dayandığı için fonksiyonunu yitirir. Zaman kalbi olan hissiyattan ziyadeakli ve ilmi olan maddeye yönelir. Bu durumda iman ancak aklın kabulü ve iknasından sonra kalbe yerleşir. İlmi ve akligayretin sonucu kalpte kökleşir. Çünkü zaman akla ve ilme daha çok önem verir.

Ahir zamanda gelecek olan Mehdi’nin hizmeti de tarikat şeklinde değil, akıl, ilim ve fenne dayanan"Tahkiki iman"ı ders veren "hakikat mesleği" şeklinde tezahür eder. Zaman cemaat zamanı olur, "şahs-ımanevi" ön plana çıkar. Mehdi, sahabe mesleğini açar, "asr-ı saadet modelini" uygular. Peygamberimiz(sav), sahabelere "iman dersi" verdiği gibi o da "tahkiki iman" dersi verir. Her yönüyle Peygamberin sünnetineuyar.

Çünkü her şey imana istinad eder. Amel-i salih ise iman ağacının meyvesidir. Ağaç sağlam ve sıhhatlideğil ise meyvesi de olmaz.

Bediüzzaman der ki:

"Risale-i Nur sünnet-i Peygamberi dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hülasasını ders verdiği için, ehl-i tarikat kendi dairesi gibi görüp, Risale-i Nur’dan istifade etmesi lâzım ve elzem olduğunu zaman gösterdi.(Emirdağ Lahikası, s. 297)