Tarihin Sonu Değil Sonun Başlangıcı: Terör

11 Eylül (2001) tarihinde Amerika’da Dünya Ticaret Merkezinin bulunduğu ikiz kulelere yapılan ve binlerceinsanın ölümüne neden olan saldırı, bütün dünyada geniş yankı uyandırdı. Bu menfur hadise, hayalleri zorlayanplanlanma tarzı ve meydana getirdiği yıkımın büyüklüğü ile tarihte belki de misli görülmemiş bir saldırıhareketi olarak kayıtlara geçti. Teknolojik ilerlemenin kötü niyetlere alet edilmesi durumunda insanlığın ne tür birtehlike ile karşı karşıya bulunduğu, böylece, bir spekülasyon olmaktan çıkıp realite halini aldı. Çünkü ikizkuleleri yapan teknoloji, onu yıkan teknolojiyle aynıydı. Teknolojik gelişimin insana dünya cenneti sağlayamayacağı böylecegörülmüş oldu.

Sözkonusu olayın, tarihte bir dönüm noktası olduğu, bundan böyle işlerin eskisi gibi gitmeyeceği,"küreselleşme", "tarihin sonu", "tek kutuplu dünya" gibi son zamanların hüsnükabul görenya da en azından gerçeklikleri belli derecelerde onaylanan kavramların hiçbir zaman eski güvenle kullanılmayacağıkonusunda oldukça ikna edici görüşler ortaya atıldı. Saldırıların simgesel dili belki çok daha fazla şey anlatıyorolmalıydı; bundan böyle sadece iktisadi ve savaş gücü üstünlüğü kurarak dünyayı zapt-u rapt altına alma düşüncesietrafında şekillenen yayılmacı emeller ve politik kurgular temelinden yara almıştı. Dünya halkları arasında gayr-iadil gelir dağılımının doğurduğu açlık, sefalet ve diğer olumsuzlukların bir kıvılcımla, gözü kara intikamalevlenmelerine dönüşebileceği, dünyayı bekleyen problemler listesinin en yukarılarındaki bir mesele haline geldi.

Olayın müsebbiplerini taharride derhal, Batının bilinçaltı harekete geçerek İslam’a odaklanmıştır.Mamafih, "İslam adına cihat" sloganıyla yola çıkan bazı çevreler, -söz konusu olayla doğrudan ilgililerivar ya da yok- bu güne kadar izledikleri yöntemlerin tabii bir sonucu olarak, Batının gözündeki sevimli olmayan Doğu (İslam)imajının kuvvetlenmesine sebebiyet vermişlerdir. Bazı kişi ya da akımlar, son dönemlerde artan fanatizmlerine rağmen,genel Müslüman tavrına hitap etmekten çok uzaktır; lakin, terörün meydana getirdiği korku; dikkatleri failin şahsiözelliklerine değil, onu harekete geçiren saiklere yönelttiği için, bazı Müslümanların davranışlarına yansıyankaba ve haşin eylemler kolayca İslam’a mal edilebilmektedir. İslam ve terör kavramı, sadece lügat anlamları ilebirlikte düşünüldüğünde bile, bir araya en son gelebilecek iki kavram iken; bazı insanların İslam adına terörhadiselerine ya bizzat bulaşması ya da bu eylemleri hoşlukla seyretmesi nasıl mümkün olabilmektedir? Öte yandan,"Doğu Doğudur, Batı da Batıdır, bu ikisi hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir" cümlesi Batı menşelidir vebu hüküm cümlesi, masum bir sosyolojik tespit değildir. Doğu ve Batı arasında köklü düşmanlıklar olduğunu imaeden bu kabil açıklamalar, kutuplaşmaları sertleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Gelmiş-geçmiş en büyükterör hadisesi olarak tanıtılan bu yıkım hareketi ile başlayan yeni süreçte, muhtemelen hiç kimse kültürel, dinivs. farklılıkları keskinleştiren hüküm cümlelerini kullanma vebalini taşımak istemeyecektir. Yukarıdaki cümleyi şöylecedeğiştirerek ilk adımı atma zamanı gelmiştir: "Ne Doğu, yalnızca Doğudur ne de Batı yalnızca Batıdır; ikisihiçbir zaman ayrı kalamayacaktır."

Medeniyetler düzeyinde oto-kritikler; dini anlayışlar üzerinde tartışmalar, doğru dini telakkilerindesteklenmesi, dinler arasında ortak işbirliği alanlarına yönelik girişimlerin sıklaşacağı bir tarih diliminegirildiğini söylemek mümkündür. Nitekim, temenniden çok bir mecburiyet söz konusudur. Zira, 11 Eylül olayları,ertelenen belki de yok sayılan bazı gerçekleri bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir: Sadece maddi gelişmeve teknolojik gelişmeye rampalanmış bir dünyanın (Batı), manevi değerlerden uzak kalmayı bir hayat biçimine dönüştürerekinsanlığa ilerisi için çok daha fazla bir şey vaad edemeyeceği gün yüzüne çıkmıştır. İnsanoğlu ferdi olarakdinsiz huzur bulamayacağı, insanlığın ise, yanlış dini telakiler yüzünden belki de hiçbir zaman huzura kavuşamayacağıda. 11 Eylül; gelişme ve ilerleme için yegane kriterler olarak gayri safi milli hasıla, ihracat miktarı, ödemelerdengesi vs. alan madde-perest Batı’nın manevi sefaletini ortaya koymuş; diğer taraftan da, insanlığın "doğrudin"e olan ihtiyacının şiddetini açığa çıkarmıştır.

Kısaca 11 Eylül olayları, cehaletten gelen taassup ve dinsizlikten çıkan dünya-perestlik ve heva vehevesin putlaştırılmasının acı meyvesidir. Bediüzzaman, pek uzak olmayan bir tarihte, din ve diyanetten ayrılanAvrupa’nın (ikinci Avrupa) sağ elinde sakim bir felsefeyi, sol eline ise muzır [zararlı] medeniyeti tutarak beşeriyetesaadet getirme davasını güttüğünü ancak ikinci Avrupa tarafından beşere sunulan "hediye"lerin en baştakendi başını yiyeceği (sonunu getireceği) ikazında bulunmuş idi; bu tespitlerin ne kadar doğru olduğu 11 Eylül saldırılarıylateyid edilmiştir. (Ancak, Fukuyama, Huntington gibi teorisyenlerin fikirleri karşısında Bediüzzaman gibi bizden biriningörüşlerine yeterli itibar gösterildiği söylenemez.) Bundan böyle, çok farklı din ve milletlerden gelen insanların,grupların ve hatta siyasi partilerin dinsizliğe ve bilgisizliğe karşı ortak tavırlar, politikalar sergileyeceklerinibekleyebiliriz. İslam’ın, doğru anlaşılan bir İslam’ın, tarihin bu kesitinde çok önemli roller üstleneceğimuhakkak.

11 Eylül olaylarını görmediği halde, Batının kıvrak zekalarından pek çoğu, insanlık tarihindezorlu dönemeçlerden geçtiğimizi zaten söylemekteydiler. Fakat bu kadar erken bir sorgulama sürecine girileceğini belkide hiç kimse ummuyordu. Pozitivizmin, birbirinden tecrit ettiği nesneler ve kişilerden oluşan parçalanmış bir dünyadan,her varlığın ancak diğeriyle olan ilişkisiyle var olduğunu ve böylece bir mana kazandığı bir dünyanın yaşanmışvahdaniyet şuurunu yeniden diriltme bilincinin uyanmasına olan ihtiyaç birden bire kendisini gösterdi. Tarihçi ArnoldToynbee, hayalen geleceğe doğru bir yolculuk yapmakta, en son insanlığın din alanında birleşeceğini söylemekteydi;fakat bu tarih pek yakın bir tarih sayılmazdı: 5047. Ona göre insanlığın gelecek tarihi için tahminleri şöyleydi:Geleceğin tarihçileri yirminci yüzyılın en önemli olayını, Batı medeniyetinin dünyada yaşayan diğer toplumlar üzerindekietkisi olarak göreceklerdir. Bu etkinin, kurbanlarının hayatlarını mahvedecek derecede kuvvetli ve kalıcı bir etkiolduğunu söyleyecektir. Bu; kadın, erkek, çocuk herkesin davranışını, duygularını, inançlarını değiştirip,insan ruhunun el değmemiş yerlerine korkunç bir şekilde ve insafsızca dokunan bir etki. Bunları geleceğin günümüzebakacak tarihçilerinin M. 2047 yılından önce söyleyeceklerine eminim. 3047 yılında Batı Medeniyeti, İslam, Hinduizmve Uzak Doğudan etkilerle yeni bir hale dönüşebilir. Bu gün saldırgan Batı medeniyeti ile onun kurbanı diğermedeniyetler arasında belirginleşen farklılık, 4047 yılında belki de sona erecek ve 5047 yılının tarihçileri?Zannederim onlar insanlığın birleşmesinin öneminin ne teknik alanda, ne askeri ve ne de siyasi alanda; fakat din alanındaaranması gerektiğini söyleyeceklerdir. (Arnold Toynbee, Medeniyetler Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul 1991, AğaçYayıncılık, s. 190-191).

Yakın zamanlara kadar hayatta olan düşünürün, süreçleri doğru despit ettiği, ancak bir zamanlamahatası yaptığını 11 Eylül olayları sonrasındaki ilk tepkinin ardından girişilen diyalog arayışları ortaya koymuştur.Afganistan’a yapılan müdahale, ikiz kulelere yapılan saldırıları duygusallık malzemesi yapan bazı çevrelerin vemedya yöneticilerinin bütün çabalarına rağmen, gittikçe geniş halk kitleleri katında meşruiyetini yitirmektedir.

Eşitlik, barış ve huzurun adresi, tarihin şahadetiyle günümüzde çeşitli Müslüman hareketlerininfanatizmiyle gölgelense de, İslamdır. Saplantılı bir şekilde Müslüman ve Türk düşmanı olmayanlar bu gerçeğiteslim ederler. Yine Toynbee’nin görüşlerine başvurursak: "Müslümanlar arasında ırkçılığın kaldırılışıİslam’ın kalıcı ahlaki başarılarından biridir. Günümüzde bu İslami özelliği yaygınlaştırmak zorundayız….bu gün ırkçılığın" bu denli kabul görmesi bir felaket sayılmalı, ki bu daha çok son dört yüz yıl içindeBatılı güçler arasında yarışmada, yeryüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafından körüklenmektedir.İslam ruhunun barışı seven, toleranslı ve ırkçılığa karşı olan kişilerin yararına bir takviye olabileceği aklageliyor "( Toynbee, age, s. 182-1839).

Eski yunan, Roma gibi haksızlıkların kurumsallaştığı bir kültürden gelen Batı, Hıristiyanlığıngetirdiği sevgi ve barış ile tanışmışsa da, bu idealleri hayata geçirme konusunda yeterince başarılı olamamıştır.Çünkü asırlar boyunca kazanılan alışkanlıklar ve insan zihniyeti öyle bir anda değişmemektedir. Doğunun aşk vesevgi hikayeleri ve menkıbeleri karşısında Batı da adeta kan, barut ölüm temalarıyla örülü destanların tutunmasıbu kültürel mirasla ilgilidir. İncelendiğinde görülecektir ki, Yunan destanları, baştan başa birercinayet-salnamesidir, asırlar sonra bile Batı’nın en mülayim düşünürlerinden Goethe hayata bakışını, "ya örsolacaksın, ya çekiç" sözleriyle anlatmaktadır. Halbuki, Doğu aksi kanaattedir. Sadiden, Saide( Bediüzzaman) kadarpek çok mütefekkir, İslam ruhundan ve Kurandan çıkardıkları hakikatler gereği, "Tek bir insanın hakkının bütüninsanlara için bile feda edilemeyeceğini"ni kabul ederler.

Batı siyasal tarihi içinse, "çekiç olma" rekabeti yolunda verilen mücadele tarihidir denseyeridir. St. Barthalemy katliamı, Otuz Yıl Savaşları, 1789 Devrimi öncesi ve sonrası girişilen katliamlar ve herkesinbildiği üzere Birinci ve İkinci Dünya Harpleri… Sadece iki dünya savaşında, milyonlarca insan ölmüş ya dayaralanmış, bir o kadar masum insan da -tabiri caizse- örs ve çekik arasında kalmıştır. Batı düşüncesi hayatıncidal (rekabet) yönüne, doğu dayanışma (teavün) yönüne dikkat çeker. Kapitalizmin vahşi tarafının ürünü olanhaksızlıklar; bu haksızlıklara karşı sınıf çatışmasını idealize eden sosyalist düşünceler hep Batı menşelidir.Bundan, iki bin yıl öncesinde bile Heraklitos arzulu bir "savaş" tarifi yapmaktadır: "Harb veya rekabet,her şeyin babası, fikirlerin, icatların ve müesseselerin kaynağıdır (Polemos pater panton).(Will ve Ariel Durant,Tarihten Alınacak Dersler, çev. Nejat Muallimoğlu, İstanbul 1994, s.100)

İslamda, hayatın muavenet yönüne vurgu yapılmış; bunun neticesinde, Bediüzzaman’ın da belirttiği üzereİslamlar içinde bir-iki defadan fazla dahili harp görülmemiştir. İslam’ın fetihlerle hızla yayıldığı asırlardaçeşitli ırklar, milletler -en güzel örneği Hz. Ömer döneminde tatbik edilmiştir- zımmi statüsünde İslamdevletleri içinde barış ve huzur halinde yaşamışlardır. Osmanlının her düşünceyi kendi içinde serbest bıraktığı"millet sistemini" başarıyla uygulamasının hatıraları, pek çok insanı bu gün bile heyecanlandırmaktadır.Halbuki, Batının son dönem fikir babalarından S. Mill koloniliciliği açıkça savunur. Aynı dönemde İngiliz MilletMeclisinde yapılan bir konuşmada "üstün ırkların, aşağı ırkların üzerinde tabii olarak yönetim haklarıbulunduğu", yani geri kalmış haklar üzerinde Batının mutlak üstün olduğu açıkça dile getirilebiliyordu.(Garaudy Roger, Entegrizm, Kültürel İntihar, İstanbul 1990, Pınar Yayınları.)

Batı medeniyeti, kendisinden olmayanla (öteki) ilişkide çoğulculuğu, eşitliği yeni yeni tanımaktadır.1960’lara kadar Amerika, zencilerin normal vatandaşlık haklarını tanımıyordu. 1890’larda çıkarılan "Jim CrowYasaları"na göre, hiçbir siyah adam beyazlarla aynı mekanı paylaşamazdı. Bu yasalar, fiziksel ayrımın da ötesinde,siyahların beyazlarla olan her türlü ilişkisini yasaklıyordu. Öyle ki, el sıkışmak, selam vermek bile yasaklanmıştı.Bir dünya düzeni kurmak, sanıldığı gibi sadece maddi güçle olamamaktadır. 11 Eylül olayları münferit bir hareketolamadığına göre, demek ki, "Yeni Dünya Düzeni" denilen düzen, insanın gerek iç gerek sosyal dünyasınahakikati halde hiçbir şey katmamış.

İslam’ın "vahdet" anlayışında, elinde en fazla iktidar bulunan insan "mabudiyetten"uzak olma noktasında diğer yaratılmışlarla eşittir. Cami, her yaştan, her sosyal tabakadan insanı aynı safta birleştirir.Hac farizasıyla her bir mümin, renkleri, dilleri ayrı insanlarla, aynı Allah’a kulluk ettikleri şuuruna erişirler. Yaş,cinsiyet, meslek, ten rengi, dil gibi kriterler bir arada düşünüldüğünde her insan yeganedir, ancak bu bir imtiyazolduğu kadar bir yalnızlıktır da. Tam bu noktada, çeşitli farizalar ve emirleriyle İslam, müntesiplerinin yalnızolmadığı duygusunu aşılar; kesret içinde vahdete ulaşılmış olunur. Binlerce, milyonlarca insanla aynı Allah’ainanmak, aynı Kitabı okumak, aynı kıbleye yönelmek insana daima güvende olduğu hissi verir. Böylece, ontolojik (yaratılış)güvenliğine eren bir mümin, yalnızlıktan gelen hırçınlık ve kavgaya meyletmez.

İslam toplumlarında bu hoşgörüye dair pek çok örnek bulmak mümkündür. İslam dünyasınıngerilemesi ile birlikte, özellikle Batı sömürgesi durumuna düşen Müslüman toplumların İslam’ın tatbikata geçirdiğihoşgörü, birlikte yaşama mirasına sahip çıkamadıkları da bir vakıadır. Sulh ve barış içinde yaşama; ancakherkesin kendi dinine ve inancına göre davranmasıyla mümkündür. İslam bir din olduğu için elbette ki, mutlak doğrularıvardır. İmanın altı şartı her Müslümanı bağlar; ancak mutlak bir doğruyu dayatmaya bir müminin dinen hakkıyoktur. "Mutlak inanılan doğru" ancak tebliğ edilebilir; din tebliğ ve nasihattır, nasihatın özü ise kavl-ileyyindir. "Doğrular"ın zorla dayatılması düşüncesi, zorunlu olarak her türlü fanatizm ve terörü mübahsayma noktasına varır. Bu anlamdaki katı tutumlar (entegrism) ne yazık ki, son dönemlerde bazı Müslüman insanlar için"cihat" misyonunun bir parçası haline gelmiştir. İran entegrizmi, Cezayir entegrizmi, neredeyse, İsrailentegrizmi ile atbaşı gitmektedir. Kaynaklara dönüş derken, sürekli olarak şekillere dönülmüştür. Bu sözde İslamcıuyanış hareketleri, kitapta ve tarihteki bütünden koparılmış Kur’an’ın soyut formüllerini, kendi şiddet yöntemlerinedayanak yapmışlardır.

Kur’ani bir emir olan "cihad", yapılan yanlış telkinatlar sonucu "kıtal" şeklinde çağrışımlaryapmakta; çoğunlukla şartlı bakışa sahip üstünkörü İslam bilgisine sahip dış dünyada da, İslam sanki barışdeğil de "harp dini" gibi algılanmaktadır. Halbuki, mesela, cihad sözcüğü; cehd (c-h-d) kökündengelmektedir ve çaba sarf etmek, uğraşmak anlamına gelir. Şimdi, cihadı; tümüyle "kıtal" olarak algılayanMüslüman insanların/grupların/devletlerin; bu günkü şiddet olaylarında hiç payı yok mudur? Cihad hiçbir zaman,zorunlu olarak muharebe anlamı içermez. Dar’ül İslam (İslam Ülkesi), Dar’ül Harp (Savaş Ülkesi) şeklindekikategoriler itikadi değil, hukuki tasniflerdir ve bu kabil tarihi kategoriler üzerinde yeniden düşünmek gerekir.

Bu bağlamda, "Medenilere galebe ikna iledir, söz anlamayan bedeviler gibi icbar ile değildir"diyen Bediüzzaman, okur-yazarlık seviyesinin yükseldiği günümüz bilgi toplumunda "cihad"ın artık harflerleyapılması gerektiğine dikkat çeker. "Devlet", "parti", "iktidar" kavramları çerçevesindedeğil, Kur’ani kavramları, Allah’ın marziyatına ulaşma ekseninde, zamanın ilcaatları (gerekleri) ve şartları çerçevesindeanlar. Mesela, "Yahudi ve Nasranileri dost edinmeyin" ayetinin günümüzde "dar" yorumlanması gerektiğini,bu ayetin günümüzde Hıristiyanlar ve Yahudilerle ticari ve komşuluk ilişkilerine mani olmadığını ifade eden Bediüzzaman,bir siyasi düşünce mensubunun kendisini kurtaramayacağı nefret ve düşmanlıktan uzak bir ruh hali sergilemektedir. Aynışekilde, siyasi organizasyonlar peşinde olan bir Müslüman’ın benimsemekte çok zorluk çekeceği, silahlı fetihlerleyayılmacı bir cihadın önemini yitirdiği fikrini ileri süren Bediüzzaman; harp anlamında cihadı tek bir alana inhisarettirir; bu cihad dışarıdan silahlı bir saldırıya karşı girişilecek savunmacı (tedafüi) cihaddır. Günümüzde,topyekün savaşlar sözkonusudur. Savaşlar ordular arasında sınırlı kalmamakta, şehirler, sivil bölgeler nokta hedefseçmeyen silahalarla bombalanmaktadır. (Bu gün Amerikanın yaptığı gibi) İslamda, savaşta kadınlar, çocuklar vesivil halk masum kabul edilmektedir. İkinci Dünya Savaşında pek çok masum insanın öldüğüne değinen Bediüzzaman,bir adalet ölçüsü olarak sık sık "Birinin hatasıyla başkası mesul olmaz" (Zümer Süresi, ayet: 7) ayetineatıf yapmaktadır. Ayetten ilhamla, "Bir gemide on cani bir masum bulunsa, o gemi batırılmaz" misaline ulaşanBediüzzaman’ın bu ölçüsü, ferdi düzeyden "devlet" düzeyine kadar her seviyeye tatbik edilebilir. Bir insanıntek bir iyiliği varsa bile o insan mahkum edilemez; "bir toplum" bir-iki kötülüğü yüzünden kahır ve cebiraltında tutulamaz. Bir şehir, bir bölge bazı caniler yüzünden harap edilemez. Gayrıya (ötekine) "adalet-imahza" düsturuyla yaklaşmak Kur’ani bir düsturdur. Ferdi düzeyden milletlerarası ilişkilere kadar her seviyede budüstur esas alınması ölçüsünde, hak-şinaslık, merhamet, şefkat duyguları aksi takdirde de misilleme, öç alma, şiddetedaha büyük şiddetle karşı koyma duyguları gelişecektir. Birinci yol müsamahaya, diyaloga; ikinci yol şiddete ve teröregötürür. Beşerin başına kendi eliyle yaptıklarından bir kıyamet kopmaz ise, ikinci yolu mutlaka deneyecektir. Bediüzzaman,terör ve şiddet vakalarına karşı bütün bir insanlık düzeyinde tedbirler alınması fikri aciliyet kespetmeden epeyönce din ve fen ilimlerini bir arada okutma projesinde ısrar etmiş ve siyasi hedefler peşinde koşmaktan şiddetle kaçınmıştı.Terörizme karşı çareler aranırken, stratejik bir kaygıdan dolayı değil, imani bir ilkeden dolayı böyle bir yolutercih eden Bediüzzaman ve fikirleri mutlaka fark edilecektir.