Tarihin doğruladığı bir hareket: Müsbet iman hizmeti

Doğru İslamiyeti yaşamak, başlangıcından bu yana Müslümanları düşündüren bir konu olmuştur. Hz.Peygamber (SAV) zamanında çıkan herhangi bir problem, anında Allah Resulüne sorula bildiğinden büyümeden çözüle biliyordu. Ancak sonraki dönemlerde karşılaşılan problemler İslam toplumlarında farklı yaklaşımların yaygınlaşmasına zemin hazırladı.

Müslümanların karşı karşıya bulunduğu bu olgu Dört halife devrinin sonlarından itibaren zihinleri meşgul etmeye başladı. Fakat, Emeviler’le birlikte İslam, Meliklerin veya hükümdarların icraatı şeklinde uygulandığından bu konuyu yeteri kadar tartışma imkanı olmadı. Ancak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru batılı değerlerin bütün dünyada yaygınlaşmaya başlaması Müslümanın yeni veriler karşısında yerinin belirlenmesi zaruretini ortaya çıkardı.

“İcab-ı asra intibak” reddedilemez bir vakıa olarak İmparatorluğun kurumsal yapısına olduğu gibi toplumsal yapısına da giriyordu. Bu asrın icaplarına uyma süreci, Cumhuriyet döneminde elitistlerin kendi belirledikleri kodlara uygun toplum yapısı üretmesi şeklinde anlaşıldı. Bu eğilimi modernleşme ideolojisinin yeni yeni girmeye başladığı bütün İslam toplumlarında görmek mümkündü. Bağımsızlığını yeni kazanmış İslam ülkelerindeki yönetici elitler “Batılı bir toplum yapısı” inşa etme çabası içine girmişlerdi.

Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Müslümanların her açıdan çıkış noktası aradığı bir zaman dilimi oldu. Yerkürenin kuzeyinde yaşayan İslam toplumları, Stalinizmin ağır baskısı altında ezilirken, Kuzey Afrika, Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkeleri fakirlik ve Batının manevi istibdadı altında eziliyordu. Hilafet-i İslamiyeyi temsil eden Devlet-i Aliye’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti giderek tamamen dünyevi esaslar üzerine oturmuş, ve din ‘laiklik’ adı altında tamamen kamusal alandan uzaklaştırılmıştı.

Bu şartlarda modern dönemin verilerini dikkate alan yeni bir yaklaşım gerekiyordu. İslam düşüncesinin yeniden inşası anlamına da gelecek bir tutumla doğru İslam yeni görünümünü kazanacaktı. Bu amaçla farklı İslam toplumlarının içerisinden çıkan birçok öncü yeni fikirler üretiyordu. Bu öncülerin arasındaki en temel bir fark hem muhtevada, hem de metotta kendini gösteriyordu.

Böyle bir zamanda İslamı nasıl yaşamak gerekmektedir? Kur’anın ve hadislerin gösterdiği hakikatleri nasıl anlayabiliriz? Bundan on dört asır evvel nüzul eden hakikatler bugün nasıl anlaşılmalıdır? gibi sorular bu öncü alimler tarafından çözümlenmeye çalışılıyordu. Bu çabalar iki ana noktada düğümleniyordu:

Bunlardan ilki, devlet kadrolarının elde edilmesi ile her şeyin düzeleceğine inanan siyasi görüşlerdi. İkincisi ise İman ve İnsan merkezli bir yaklaşımı savunarak, gelişmenin tavandan değil tabandan olacağını savunuyordu. Bu iki görüşün en yerinde ve kayda değer örnekleri Mısır’da kurularak gelişen İhvan Hareketi ve Türkiye’deki Nur hareketidir. Her iki hareketin de tarih içerisinde yer aldıkları süreç hemen hemen aynı zaman dilimine rastlar.

Müslümanlar, geçen asrı bu iki ekolün tecrübeleriyle geçirdi. Yirminci yüzyıl adeta bir”toplumsal laboratuvar” olmuş, bu hareketlerin başarısı test edilmiştir.

Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikasında (390) İsa Abdülkadir’in Bağdat’ta yayınlanan Eddifa’ gazetesinde yayınlanan yazısından yaptığı alıntıda belirttiği gibi farklılık hem içerikte, hem de yöntemde idi.

Yönetime talip olma/olmama

İsa Abdülkadir, İhvan hareketi ile Nur Talebeleri arasındaki farkı, “Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine alet yapıyorlar; ta ki siyaseti dinsizliğe alet edenlere karşı dinin kutsiyetini göstersinler. Siyasi bir cemiyetleri asla mevcut değil. İhvan-ı Müslimin ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasi cemiyette teşkil ediyorlar.” şeklinde ifade eder. (390) 1928’den itibaren bütün planlarını devleti ele geçirmek üzerine yapan İhvan hareketi etkili olduğu ülkelerde sürekli baskı altında tutularak iktidara yaklaştırılmamıştır. 1966’da hareketin öncülerinden Seyyid Kutup’un yargılanarak idam edilmesi ve 1982’de Suriye’nin Hama kentinde Hafız Esat tarafından binlerce hareket mensubunun öldürülmesi olaylarından sonra, kendini yeniden gözden geçirmek durumunda kalmıştır.

Bu hareket mensupları amaç edindikleri iktidarı elde edememelerine rağmen, İran’daki mollalar 1979 Tahran baharı ile amaca ulaşmışlardı. Ancak İran devrimi, Şii-Caferi anlayışının pratiğe dökülmesi anlamına geliyordu. İlk defa İslam adına bir halk ayaklanması yapılmış ve iktidar elde edilmişti.

Caferi mezhebi teorisine göre, imamet (yönetim) imanın bir cüzü sayıldığından hilafeti ihya etmek zaten imanî bir vecibe kabul ediliyordu. Bundan dolayı iktidarın kazanılmasında dini duygular etkili olmuştu. Yönetim müstebit şahın elinden alınmış, Mollalara teslim edilmişti. Fakat geçen zaman içerisinde, yönetimde mollalar hakimiyetinin kurulduğunu gören insanlar, “toplumun menfaatini dini lider mi daha iyi bilir? Yoksa halkın ma’şeri vicdanı mı?” sorularını tekrar ederek mevcut durumu eleştirmeye başladılar.  Dini liderin sadece din adamı olmaktan kaynaklanan yetkileri (Velayet-i Fakih) tartışılmaya başlıyordu.

İran’da İslam adına yapılan devrimi The Guardian gazetesinin İran üzerine uzman yazarı Davit Hirsti,”İslam devrimi İranlıların sonunda yalnızca mollalar tahakkümüne karşı değil, bizzat İslam inancına karşıda tavır almalarına yol açtı” şeklinde değerlendiriyordu. Bunun “dini okullara gidenlerin sayısındaki azalmadan, anne babaların çocuklarına İslam-öncesi, Fars isimlerini vermelerine kadar uzanan işaretleri her yerde görülüyor. Eğer İranlılar kendi öz kültürlerine bağlı kalma arzusunda iseler, şimdilerde bunu dinde değil milliyetçilikte arıyor.”(International Herald Tribune, 19 şubat 00) Bu örnek dinin siyasallaştırılmasının dine zarar getirdiğini gösteriyordu.

İhvan hareketi ve buna müteakip İran devrimi Türkiye’deki Müslümanların da bu yaklaşımlardan etkilenmesine neden oldu. Seyid Kutup, Hasan El Benna, Ali Şeriati, Mevdudi, Humeyni gibi kişilerin eserleri Türkçe’ye çevrilerek İslam’ın siyasal yönü olarak takdim edildi. Halbuki, bu bağlamdaki düşünceler Caferi mezhebinin ilkelerine uygunluk arzettiği halde Ehl-i Sünnet anlayışına uygun düşmüyordu. Çünkü Ehl-i sünnete göre yönetim meseleleri ile iman arasında bir bağlantı kurmak yada din adamları teokrasisinden söz etmek mümkün değildi.

Bu açıdan Bediüzzaman, devleti kutsallaştırmak yerine bir “hizmet organı” olarak kabulediyor; yöneticileri ise hâkim yerine, hizmetçi olarak tanımlıyordu. Teknik bir kavram olarak devlet, içinde yaşayan insanların temsil yetkisini almış seçilmişler tarafından yönetilmeliydi. Bir kişinin “din adamı” veya”dindar” olması ona yönetimde söz sahibi olmak için bir imkan sağlamazdı. İnsanın bozuk saatini tamir ettirmek için, mahir olmayan dindar bir kişiye götürmesinden, mahir bir gayr-i müslim ustaya götürmesi daha uygun olduğu gibi, devleti de yönetim sanatında mahareti olanlar yönetmeliydi. Aksi halde din, iktidarı elde etmek için siyasi bir araç konumuna düşebilirdi. Yönetimi ele geçirmek için din, hiçbir zaman araç olarak kullanılmamalıydı. Siyasi bir parti veya cemiyet şeklinde organize olarak yönetime talip olmanın elmas hükmündeki hakikatlerin değerini düşüreceği için, din adına siyaset yapılmamalıydı. Böyle bir yaklaşım hak ve hakikatin tekel altına alınması anlamına da geleceğinden Bediüzzaman, buna şiddetle karşı çıkıyordu.

 

Cihad anlayışında milad

Yakın geçmişte Devleti ele geçirmeyi hedeflemiş kendince İslam referanslı siyasi hareketleri temsil eden oluşumların önemli bir kısmı bu amaca ulaşmak için şiddet kullanımında herhangi bir beis görmemişlerdir. Bu şiddet eğilimleri İslam toplumlarının tarihi tecrübeleriyle (Özellikle Haçlı seferleri) birleştirilince İslam ve şiddet kavramı yan yana düşünülmeye başlanmıştır.

Halbuki, İslam’da sulh esastır. “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz.” (Hucurat, 49/9) gibi birçok ayet-i kerime Müslümanlar arasındaki barış ve kardeşliğe dikkat çekmektedir.(Fetih, 48/29; Hucurat, 49/9; Maide, 5/32; Nisa, 4/93)

Gayr-i müslimlerle ilişkilere gelince, Hz. Peygamber (SAV) herhangi bir saldırı olmadan savaş açmamıştır. Kur’an’daki savaşla ilgili bütün ayetler Müslümanlara karşı yönelmiş fiili bir tehdit ve tecavüzü bertaraf etmek üzere nazil olmuşlardır. İnsanlığın siyasi-sosyal tarihi boyunca kaçınılmaz olan Harp hukukunu ve savaşın kurallarını tanzim etmektedirler. Hz. Peygamber (SAV)’in savaşları bu prensibin ve kuralların hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları hep müdafaa savaşlarıdır.

Mekke’nin fethi dahi Kureyşliler ve müttefiklerinin Hudeybiye barış antlaşmasına aykırı olarak Müslümanlara saldırmaları nedeniyle olmuştur. Huneyn seferi de keza Müslümanlara karşı başlatılan saldırı nedeniyle yapılmıştır. Tebük seferi ise kuzey Araplarının Bizans’ın kışkırtmasıyla Medine aleyhine birleşmekte oldukları haberinin alınması nedeniyle yapılmıştır.

Çağımızda da Bediüzzaman, dahilde ve hariçte yapılan cihadı birbirinden ayırmıştır. “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir” diyerek dahilde kuvvet kullanımını uygun görmemiştir. O’na göre, ancak ülke haricinden gelen tecavüzlere karşı kuvvet kullanılabilir ve askerlik vazifesi de bunun içindir.(Emirdağ Lahikası, 456)

Bütün bunlara bir örnek daha verecek olursak, İhvan hareketinin öncülerinden Seyyid Kutup’un Maide suresinin 44. ayetinin, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” mealindeki kısmını yorumlayış biçimi, dahilde yöneticilere karşı kuvvet kullanımını meşrulaştırmıştır. Aynı ayet-i kerimeyi Münazarat adlı eserinde tefsir eden Bediüzzaman ise, “…kim hükmetmezse…”den anlaşılması gerekenin, “…kim tasdik etmezse…” olduğunu belirtir. (Münazarat, 124) Bediüzzaman’ın bu yorumu, namaz kılmayanya da İslam’ın herhangi bir emrine uymadığına vehmedilen bir yöneticiye karşı kuvvetle müdahale eğiliminin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bununla harici refleksleriyle hareket eden kesimlerin haksızlıkları da ortaya konulmuş oluyordu.

Bediüzzaman’ın Şualar adlı esrindeki içtihadı yeni zamanlarda yaşayan Müslümanlar’ın hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir.

Bediüzzaman, Şualar’da Bakara suresinin 257. ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir edeken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasi bir ‘düstur’ haline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkiki kılıcıyla’ yapılacak olan manevi cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şualar, 79)

Bu dönem, kılıçların kınına girdiği aklın, ilmin ve marifetin hakim olduğu bir dönemdir. Dinin hakikatlerini gözlere gösterecek olan ‘Risale-i Nur’ ise manevi cihad vazifesini üstlenmiştir.

Bugün Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatından yarım asır sonra, geriye şöyle bir dönüp baktığımızda tarihin şahitliklerine gözlerimizi kapatamıyoruz. Geçen asır Bediüzzaman’ın istikrarlı ve tavizsiz çizgisine şehadet ediyor. Her kafadan bir ses çıktığı günümüzde, zamanın doğruladığı hakikatleri ihtiva eden Risale-i Nur Külliyatı günümüz insanının müracaat kitabı niteliğindedir.