Sulhun Duygusal Engelleri – III

İhlâs ve Müspet Hareket

Faziletli bir davranış olarak, Müslüman, zalime karşı hakkı çekinmeden söyler, neticesine de katlanır. Bu imrenilecek bir hal olarak azimeti temsil eder. Ancak, insanların pek azı buna muvaffak olabilir. Hz. Peygamber bile küfrün hakim olduğu yerde, mü'minlerin, "dilleriyle söylemek kaydıyla" görünüşte İslâm'a zıt bazı ifadeler sarf edebileceğine izin vermiştir. Bu, zaruret halinde tatbik edilen bir ruhsattır. Çoğunluk ruhsatlar ile amel eder. İşte, ruhsata göre doğrunun söylenmekten imtina edileceği yer de vardır: "Her söylediğin doğru olmalı, ancak her doğruyu söylemek doğru değildir." Doğruyu söylemek kimi muhatabın damarına dokunur. Aksi tesir yapar." Zararlı kişiyi tahrik etmek hükmüne geçer ve uzun vadede hayırlı olmayabilir. "Attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmeli" deyişi buna işarettir.

Zalim ve zorbanın baskısına katlanmak, yerine göre tahammül ve sabır hükmüne de geçer. İnandığı davasına daha iyi hizmet edebilmek isteyen kimselerin bu türden fedakârlığı az değildir. Bediüzzaman'ın kendi hayatından verdiği şu örnek buna girer. "İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur: "Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.

"Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur'ân'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur'ân'a havale ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir."17

Müellifin "Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır" başlığını taşıyan bir mektubunda müspet hareket prensibinin neticelerine yer verilir: "Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: 'Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun' dediler.

"Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, (Kur'an tefsiri olan bu eserleri okumakla binlerce insan imanını kurtarmıştır) o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara'ya gönderilen Risale-i Nur'un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim."18

Zalimlerin zulmani işlerini Allah'a havale ederek, onların ıslahı için dua etmek, evladı ve eşi gibi yakın masum insanların zarar görmesine sebep olabilen bir bedduadan bile çekinmek, ancak, çok yüce bir ihlâs ile açıklanabilir. Şu durum, İslâm ülkesindeki zalimlere karşı mücadelede nasıl hareket edileceğinin orijinal ve Kur'an ahlâkıyla süslenmiş müstesnâ bir nûmunesidir.

Müspet hareket tarzının bir parçası olan azimet ve ruhsattan hangisinin tercih edileceğini şartlar ve kişinin vicdanı belirler. İslâmi şeâire savaş ilân edilen bir dönemde Bediüzzaman'ın sarıkla ilgili şu tespitleri buna bir örnektir :

"… O zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer'iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmibeş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama "inad ediyor, bize muhaliftir" denilmez. Haydi inad dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilayetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükûmetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz?… "Ne yaparsanız minnet çekmem!" dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu."19

Müellif görüldüğü gibi bu ifadelerinde, bir İslâm nişanını muhafaza etmek için her şeyi göze almakta, şer'an zaruret sebebiyle terketmesi mümkünken, "yedi milyar insanların" kıyafetine girmeyi, yani azimeti tercih etmektedir. Risale-i Nur'un önemli bir hizmetinden birisinin de azimetle amel etmek olduğunu ifade eder. "Risaletü'n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez."20

Bediüzzaman, kuvvet ve nüfuzunu dahildeki asayişi bozacak tarzda kullanmayı tercih etmemiştir. Böyle bir usul, masum insanların suçlanması, haklarının gasbı ve bir kaç yanlış yapan insan yüzünden masumların hayati zararlara uğramasına yol açabilirdi. Şu ifadeler bu saikle söylenmiş olmalıdır: "Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risale-i Nur'undur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez."21 Müspet hareket etmek, kendi gurur ve şahsiyetinden Kur'an hakikatları için fedakarlıkta bulunmaktır. Çünkü asrımız enaniyet ve gurur asrıdır. Haklı dahi olsa enaniyetin, küçük bir izi, yüce hakikatları bulandırır, tesirini kırabilir:

"Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike, benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir."22

Bu prensibi tamamlayan şu tespitler daha önemlidir: Ben, "Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, hatta beddua edemiyorum. Hatta en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddi, belki beddua ile de, mukabeleden beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın ya peder ve validesi gibi, ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi ve manevi darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan helal ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve asayişe kat'iyyen ilişmediğimiz gibi bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim…"23

Tenkit

Aynı inancı paylaşan, ortak hedefe yürüyen insanların birbirine karşı müsamahalı olması önemli bir özelliktir. Hoşgörü ve müsamaha, iyi niyetten ya da eksik bilgiden kaynaklanan hatalar içindir. Bu insani ve İslâmî bir vazifedir. Olmayan kusurları insanlara izafe etmek töhmet ve iftiradır. Var olan kusurları aramak ise gıybettir. Gıybet Kur'an âyetinde kardeşinin etini yemekle eşdeğerde tutulmuştur. "Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" (Hucurât, 49/12) "Ayetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet, aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve milliyeten mezmumdur [çirkin görülmüştür]… Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez…. Meşhur bir zat demiş: "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır."24

Kusur aramanın başka şekilleri de vardır. Ve bunlar beklenen kardeşlik atmosferinin teşekkülüne engeldir. Bunun dikkat çekici örneklerinden birisi Nur Müellifinin eserinde de yerini almıştır. "Bir zaman, müslim olmayan bir zat, tarikatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta (manen düşük bir durumda) görmüş. O zat (mürşid) ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış.

"Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir.

"Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardır."25

Benlik Damarı

Fitne ve imtihan, kişiye, zamana, mevkiye ve şartlara göre şekil değiştirir. "Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat -hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa- enâniyetten, hodfuruşluktan vazgeçmeleri lâzım"dır. Dindarların ziyadesiyle maruz kaldıkları imtihanlardan birisinin enaniyet olduğu söylenebilir. "Gaflet ve dünyaperestlik" enaniyeti şişiriyor. Bu sebeple dine hizmet dava edenlerin "meşru da olsa" benlik ve hodfuruşluktan (kendini beğendirmeye çalışmak, öğünmek) kaçınması manevi hizmetlerin önemli bir prensibi olarak gözükmektedir.

Çünkü nifak sahiplerinin Müslümanlarla ilgili en önemli tuzaklarından birisi, onları birbiriyle vuruşturmaktır. Haksız, nefsani ve şeytani tenkitler bunun başlangıcını teşkil eder. Akibet malumdur : Onlar, "…Müşterek bir meselede böyle kaçınmak ve birbirini tenkit etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur…"26

Bu meyanda o, bazı bid'alara taraf olmuş hocalarla tartışmaya karşıdır:

"Çok dikkat ve ihtiyat ediniz… Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz… mümkün olduğu kadar musalâhakârâne davranınız… enâniyetlerine dokunmayız… bid'at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedilerle (bi'dat taraftarı) uğraşıp onları, dinsizlerin tarafına sevketmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları münafıkların ellerinde bir sened olur."27

Bu tür tartışmalar çoğu zaman nefisleri tahrik eder. Nefis konuşmaya başlayınca muhakeme ve akıl devre dışı kalır. Hatta inatlaşma başlar. İnadın ise gözü kördür. "İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse, "Melektir" der, rahmet okur. Muhalifinde melek görse, "Libasını değiştirmiş şeytandır" der, lânet eder."28

Hatta Bediüzzaman, "İslam parça parça olacak" diye yazan bir mütefekkirin, tespitinin doğrulanabilmesi için İslâm aleminin parçalanmasını istediğini söyler. "Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muhteris, (ihtiraslı bir kişi) bir intikamla veya muntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden (gizli bir arzuyu barındıran) bir fikirle demiş ki, "İslâm parçalanacak veyahut hilâfet mahvolacak." Sırf, o meş'um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini – el'iyazübillah – uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelmez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister."29

Görüldüğü gibi, "ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam (eklense) etse, öyle ekberü'l-kebâiri (en büyük günahları) icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir."30