Korku
Hayatın muhafazası için verilen korku hissi insan davranışlarının şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bugün modern bilim de insanın tutum ve davranışlarının psişik karakter tarafından örgütlendiğini kabul eder.9
Allah'ın azabından sakınmak anlamındaki korku, bir kamçı gibi insanı rahmetin kucağına atmakta ve insanlarda verâ, takvâ ve iffet gibi güzel duyguları oluşturmaktadır. Bundan dolayı Allah, kullarının kendisinden korkmalarını farz kılmıştır. "Eğer inanmış iseniz benden korkunuz." (Al-i İmran, 3/175) Gerçek mü'minleri de Allah'tan korkanlar olarak nitelemiştir. "Üzerlerindeki Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar." (Nahl, 16/50) Korkan kimse iradesini dikkatli kullanır; şüpheli ve ihtimalli olan şeylerden dahi çekinir. Bu tür korkuların kişide meydana getirdiği ideâl duruma takvâ denilir. Kur'an'da elbisenin insanların mahrem yerlerini koruması gibi takvânın da insanı her türlü çirkinliklerden koruduğu vurgulanmaktadır. (A'râf, 7/26) Yine Allah'tan başka kimseden korkulmaması ve bunun sonucundan kazanılacak mükafat şu ayet-i kerimelerle anlatılır: "Eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun. (Al-i İmrân, 3/175) "İman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlar. Bu söylenenler hep Rabbinden korkanlar ve ona saygı gösterenler içindir." (Beyyine, 98/7-8)10
Acelecilik
İnsan çok çeşitli arzulara sahiptir. İçinde bulunduğu zaman dilimini taşarak o nimetlere bir an önce sahip olmak ümidi ile aceleci davranır. "İnsan aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır." (Enbiya, 21/37) Oysa acelecilik fıtrî bir zaaf olarak kabul edilir. Çünkü acelecilik sıhhatli düşünmeye engeldir. Halbuki sağlıklı ve serinkanlı düşünemeyenler hedeflerine ulaşamaz ve çoğu kez de başladıkları noktaya tekrar dönerler. Bu tür insanlar içlerinde doğan güzel duyguların etkisinde kalarak her şeyin bir anda olmasını isterler. Hislerine kapılarak acele verilen karar ve söylenen sözden dolayı yıllarca pişman olan bir çok insan vardır.11
Acelecilik, Allah'ın kâinatta uyguladığı en umumî sünneti olan tedrici hareket ilkesine de aykırıdır. Allah dünyadaki işlerin çoğunu belirli sebepler altında ve sırasıyla yaratmaktadır. Bunda insana yönelik önemli bir ders de vardır. Teenni ve dikkatle hareket etmeyenler işlerin gerçekleşmesindeki sıralamayı ihmal ederler.
Bir ekmeğin vücuda gelmesinde, tarla, harman, değirmen, fırın işçisi ve satıcı olmak üzere bir çok insan vardır. Aynen bunun gibi, işlerin düzeninde de bir "teennî-i hikmet" vardır. İnsan hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamaklara uymaz; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.12 Bu tespitler iyi niyetli bir çok teşebbüsün nasıl çıkmaza girdiğini de açıklar. İnsanların pek çoğu eşyadaki hikmet ilkesini gözardı etmektedir.
Kıskançlık
Barışın temeline dinamit koyan huy ve kötü duygulardan birisi de kıskançlıktır. Her insan fıtraten kıskançlık hisseder. Kendisine ait olan şeyleri başkasından kıskanır. Namus, mal, vatan gibi değerlerin korunmasına hizmet eden kıskançlık normaldir. İnsanların din, vatan ve namusla ilgili kıskançlığını kaybetmesi, insan için manevi bir felaketin başlangıcıdır. Ancak bu türden yüce hedeflerin dışında bazı insanlardaki kıskançlık, içten içe yanan bir ateş gibidir ki sahibini sinsice kemirir. Kıskançlık duygusunun ardında, ferdin kendini, "ihmal edilmiş, başkalarından farklı tutulmuş" hissetmesi gibi sebepler olabilir.
Bediüzzaman, bir Müslümanın kardeşini kıskanmasının "hem mü'min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulm ve tecavüz" olduğunu belirtir. Çünkü, "Hâsid [hasetçi, kıskanç] kendini acı bir azaba maruz bırakır. Hasmına gelen nimetlerden rahatsız olur. Nefsine zulmeder… Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud [kendisine haset edilen kişi] hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır."13
Düşmanlık
Sulhun engellerinden biri de düşmanlık hissidir. İnsanın malı, namus ve vatanı gibi hayati değerlerine yönelik tehdit unsurlarına adavet duyması kadar tabiî ve fıtrî hatta asîl bir duygu olamaz. Düşmanlığın sebep ve hedefleri yanlış tespit edilmişse durum farklıdır. Mü'min kardeşine dünyevî, hissî ve ekonomik menfaate dayalı sebeplerle düşman olmanın ise din ve dünya açısından zararı açıktır. Nefis ve şeytan devreye girince bazı kişiler, "bir gün bile adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele" edebilmektedir. Bu, "insaf ve akılla" bağdaşır bir durum olmadığı gibi, "bozulmamış hiç bir vicdana" da sığmaz. Böylesine açık bir zararı gidermek ancak şöyle düşünmekle mümkündür:
Öncelikle "mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerekir. İkincisi, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki (o kişi) nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemelidir. Üçüncüsü, insan, "kendi nefsinde görmediği veya görmek istemediğin kusurunu görerek", ona da bir pay ayırmalıdır. "Sonra kalan kısmı için de, en selâmetli ve çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele" etmelidir. "Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler." (Furkan Sûresi, 25/72) ve "Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Teğabün, 64/14) ayetleri bu yüce ahlâkı ders verir.
Mü'min zulüm ve zarardan ancak böyle kurtulabilir. Aksi halde, şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla satın alan sarhoş ve divane olmuş cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen, gelip geçici, ehemmiyetsiz dünya işlerine, güya, dünya ebedî durup beraber kalacak gibi şiddetli bir hırsla ve daimî bir kinle karşılık vermek, bir zalûmiyettir [aşırı bir zulüm] veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir. Dinini ve kendini seven şuurlu bir Müslüman, dindaşı mü'minlere karşı kin ve düşmanlık hissinin kalbine girmesine izin veremez. Şayet istemeyerek girmişse, Hafız-ı Şirazî'nin şu beytine kulak vermelidir: "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa [düşmanlık yapmaya] değsin! Fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!"14
İslamiyet sevgi ve kardeşliği getirmiştir. "Muhabbet, uhuvvet [kardeşlik] sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır." Mü'minler arasında sevgi ve kardeşlik bağı koparsa felâketler sökün eder. Bazen insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuzca, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, husumet ve adâvet, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli sebepleri hafife almak ve kıymetlerini düşürmektir. Düşmanlığın ehemmiyetsiz sebeplerini sevginin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.
Halbuki, sevgi düşmanlığa zıttır; ışık ve karanlık gibi, bir insanda gerçek haliyle birleşemezler. Her ikisi de, bir kalbe girmişse, hangisinin sebepleri üstün ise o gerçek, diğeri ise mecazi olacaktır. Meselâ, sevgi hakikatiyle bulunsa, o vakit düşmanlık şefkate, acımaya dönüşür. Mü'minlere karşı durum budur. Yahut düşmanlık hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.
"Muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin [düşmanlık] sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf [hafife almak, küçümsemek] etmek hükmünde büyük bir hatâdır."
"Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki, onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn [her şeyin kötü yönüne bakan] bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.15 İslâm ahlâkında hüsn-ü zan önce gelir. Hukuk tabiri ile berât-ı zimmet asıldır. Suçsuzluk, masumiyet esas, suç ve günah arizidir. Kötü niyet ve hainlik sebepleri, görülmediği müddetçe kişiler hakkında hüsn-ü zan edilir. Hüsn-ü zanda aldanmanın manevi mes'uliyeti yoktur. Su-i zan edilip de yanlış çıkmışsa bunun günahı vardır. O bakımdan Müslüman için salim yol birincisidir.
Bediüzzaman düşmanlık hissinin psiko-sosyal gerekçelerini ortaya koymaktadır. Sevginin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet (kavim, millet) ve insaniyet gibi "nurlu, kuvvetli zincir ve manevi kaleler"dir. Düşmanlığın sebepleri ise küçük taşlar gibi özel durumlardır. Adavete devam ederek küçük taşları kale ve zincirlere tercih etmek, akıl kârı değildir. Husumet sahibi, ağlamak için bahane arayan huysuz bir çocuğa benziyor. Bu kimseler genellikle bedbîndir. Her olayın kötü ve eksik taraflarını görür. Su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan edemez. Oysa hüsn-ü zan asıl olmalıdır. O, gözü önüne gelen çöple, dağlardaki güzel manzarayı görmeyen insana benzer ki, bir kötülük sebebiyle, iman ve İslamiyet gibi bir çok hayırlı nitelik ve fiilleri görmezlikten gelir. Bu tür insanlar barışın, kardeşliğin ve umumi manevi atmosferin teşekkül etmesine engeldirler. Halbuki insaf prensibi bunun zıddıyla muamele etmeyi gerektirir. Bir gemide, dokuz caniyle birlikte, tek bir masum bulunsa bile, hiçbir kanunla geminin batırılmasına hüküm verilemeyeceği gibi, bir insanda da bir çok hayırlı nitelikler yanında birkaç tane kötü özellikler varsa, onlara hasrı nazar ederek husumet duymak insafla bağdaşmaz.
Müthiş Hastalık: İhtilâf
İlkel kabilelerin bile uyguladıkları bir prensip şudur ki: Dış düşmanın saldırısı esnasında, içte birbiriyle olan mücadeleyi bırakmak. Bu prensibin ihmali, "kalb-i İslâmı ağlatacak" müthiş, sosyal bir hastalıktır. Bediüzzaman İslâm cemaatine hizmet etme iddiasında olan bu tür insanların, "harici düşmanın hücumu sırasında, birbiriyle çekişmesi ve mücadele etmesini, "düşmanın hücumuna zemin hazırlamak" şeklinde yorumluyor. Bunu, İslâmiyetin toplum hayatına karşı işlenen bir "hıyânet, düşüş (sukut) ve vahşet" olarak nitelendiriyor.
Halbuki Müslümanların, "ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar"ı var. Bunlara karşı mukavemet edebilmek "uhuvvet-i İslâmiye" kalesine sığınmakla mümkündür. Zillet altında esaret altına girmemek için Müslümanların akıllarını başlarına alarak aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaları ve "Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurât, 49/10) kale-i kudsiyesinin içine girmeleri gerekir. Yoksa Müslümanların hayatlarını ve hukuklarını korumaları zorlaşır. Nitekim bugün Müslümanların vaziyetleri bunu açıklıyor.
Bediüzzaman, iman birliğinin kalpleri; kalplerdeki sıcaklığın ise toplumsal hayattaki beraberliği gerektirdiğini ifade eder. İnsan, birisiyle bir köyde, aynı taburda bulunmakla hemşehrilik, arkadaşlık gibi bağlar hisseder ve bunlar kişiler arasında yakınlık, sıcaklık vasıtası olur. Halbuki, bir Müslüman diğer kardeşi ile Allah'ın isimleri adedince birlik-beraberlik ilişkilerine sahiptir. Bunlar imanın nuruyla bilinir. "Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir… Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir… Şu birlik noktaları kocaman "kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak kadar sağlam nurani zincirler" hükmündedir. Bunları dikkate almayarak mü'mine kin ve düşmanlık beslemek de o nisbette birlik bağlarına karşı hürmetsizlik, zulüm ve haksızlıktır. Mü'-minlerin arasına atılan ayrılık, husumet ve ihtilâf tohumları ancak şu ayetlerin ilaçları kullanılmak suretiyle bertaraf edilebilir: "Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir." (Fussılet, 41/34.) "Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler-Allah ise iyilik yapanları sever." (Âl-i İmrân, 3/134)
Yardımlaşma
İnsanlar farklı coğrafi bölgelerde bulunmaktadır. Her bölge de değişik imkânlara sahip kılınmıştır. Mevsim, iklim ve coğrafî özellikler, insanlara verilen nimetlerin mübadele edilmesini gerektirir. Bunun, tanışma, yardımlaşma, birbiriyle teşrik-i mesai kurmak gibi sayısız faydaları da vardır. Ne var ki, nimet derecelerindeki farklılık, insanlar arasında tahakküm ve tuğyana da yol açmaktadır. Bu ise beşeri hayatta ahlâksızlığın ve keşmekeşin sebebidir. Bediüzzaman yardımlaşmayı katleden, tahakkümü netice veren bu durumu, "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?" "Sen çalış, ben yiyeyim," tarzındaki iki yaklaşıma bağlar.
Bu iki kelimeyi (felsefeyi) sürdüren faizin yaygınlaşması ve zekâtın terk edilmesidir. Kökünün kazınması ise zekâtın umumi bir prensip olarak tatbiki ve faizin ortadan kaldırılmasıdır. Bu durum, sadece Müslümanlar değil bütün insanlık için geçerlidir. Çünkü, beşerde, zengin ve fakir iki tabaka vardır. Zenginlerden fakirlere merhamet ve ihsan; fakir tabakadan da zenginlere hürmet ve itaati temin edecek sadece zekattır. Yoksa yukarıdan fakirlerin başına zulüm ve tahakküm iner. Fakirlerden de zenginlere kin ve isyan çıkar. İki tabaka da, sürekli bir mücadelede ve bir ayrılık kargaşasında bulunur.
Bediüzzaman yardımlaşmanın insanlar arasındaki sulhu ve kardeşliği temin etmesi için, "yardımların zekât namına yapılması, verenin Allah namına verip, muhataba minnet etmemesi" gerektiğini söyler. Çünkü, "İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faydasız gider. Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.
"Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur."16
devam edecek