Sulhun Duygusal Engelleri – I

Hem insanda hissiyat galip, aklın muhakemesini dinlemez.
—Bediüzzaman Said Nursi, 13. Lem'a

İnsanın en güçlü özelliği duygularında görülebilir. Ruhun beden ülkesinde devam etmesi de soyut ya da somut olan duygu cihazlarını kullanması ile mümkün olmaktadır. Duyguların fonksiyonlarını tamamıyla yitirmesi, insanlığın sonu demektir. Duygularımız hayır ve şerre, hidayet ve dalâlete, hak ve batıla, güzel ve çirkine aynı mesafededir. Allah'a iman etmek, hak dinin prensiplerini kabul ya da reddetmek, duygularımızın kullanma biçimini yönlendirir. Öyle ki, sıradan bir kişi, duygularını hayır yönünde geliştirmesiyle melekleri gıpta ettirecek kadar yücelirken, bir kısım insanlar da hayvanların bile lânet okuyacağı şerli işlere bulaşabilir. İnsanlar arasında olduğu gibi bitkiler ve hayvanlar aleminde de fesat ve anarşiyi körükler… Fark, duyguların ifrat ve tefritte seyretmesidir. Meselâ, insan aklı ilâhi terbiyeden müstağni olursa, cerbeze ile, hakkı batıl, batılı hak göstererek insanları şaşırttığı gibi duygular da sahiplerini zirve ya da zırvaya götürebilirler… Duygularımızla ilgili bu mütevâzî tedkik, -Risale-i Nur Külliyatı çerçevesinde- duygu hazinesinin kapısını aralama niyeti taşımaktadır.

Duygular Sınırsız

Cenab-ı Hak insanı, âleme nûmune olarak yaratmış; bir çok türlerin vazifesini ona yüklemiştir. Rabbimizin, çok değişik kudsî isim, sıfat ve fiilleri gereği olarak, insanın his ve kabiliyetleri fıtraten bir sınır altına alınmamıştır.1 Bu durum Rabbimizin, yaratmadaki zenginliğini gösterdiği gibi, insanın kıymet ve yüceliğine de işarettir. Kıymetli şeyler, sahiplerine hem nimettir hem de nikmet. Kişi için riske dönüşebilir. Çünkü insan, binlerce kabiliyet ve duygu çekirdeğine sahiptir. Bu çekirdekler uygun zeminlerde yeşerir; "mükemmel insanı" oluşturan birer ağaç haline gelir, insani eylemler şeklinde de meyve verir. Hayvan ile insanın en bariz farkı duygularının genişliğinde görülür. Duygular, insanın maddî ve manevî yükseliş ve alçalışının da sebebidir. Çünkü insanlık aleminde terakki ve tedenni (yükselme ve alçalma) mertebeleri sonsuzdur. Uluhiyete açıktan savaş ilan eden Fir'avun ile Allah'ın peygamberini ateşe atan Nemrut, bir kelimede milyonların ölüm fermanını imzalayan gaddar zalimler, hırs, kin, intikam, tahakküm, şöhret ve riya gibi duygularının etkisiyle bu tür kararları vermektedir.

İnsanın varlığını şekillendiren hisleriyle iki tür ilişkisi olagelmiştir: Duyguların esiri olmak ya da onları terbiye etmek. Peygamberler duyguları ilâhi iksirle terbiye etmişler; bu terbiye ameliyesinden evliya, salih ve sadık insan meyveleri çıkmıştır. İlahi rehberliğe müstağni kalan, hatta inkâr edenler ise insan cevherindeki duyguları kömüre dönüştürmüştür.

Allah, "kimin daha güzel amel işleyeceğini ölçmek için", insanın duygularına serbest bırakmıştır. Bu sebeple, insan, tür olarak, bir çok mahlukatın fonksiyonlarını taşımaktadır. İnsanın ilk yaratılışında meleklerin ruhaniyet ve temizliği vardır. Hayatın acımasız şartları hayvani kuvvelerini ortaya çıkarır ve geliştirir.

Psikoloji ilmi verilerini insan-hayvan bazında karşılaştırsa, dikkate değer sonuçlar bulunurdu. Böyle bir karşılaştırma sonucunda sureti bize mûnis gelen nice insanın sırtlan, kaplan gibi korkunç olduklarını görecektik. Egoist ve nefisperestliği uğruna, hemcinsinin hakkını hâk ile yeksân eden, hırsızlıkta şeytana pabucunu ters giydiren nice kişiyi, belki de çakal ve tilki şeklinde görecektik. Gafil ânda zehrini akıtmak için fırsat kollayan medeni insanların bir kısmını, yılan suretinde seyredecek ve belki de görünce ürperdiğimiz yılanlara rahmet okutturacaktı.

"Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret!

"Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mizanıdır şeriat."2

Hayvanın kabiliyet ve duyguları sınırlı olduğundan vereceği zarar ile sağlayacağı menfaat mahduttur. Meleklerin, cinlerin ve hatta şeytanın kabiliyetleri de böyledir. Fakat insan bu hususta hayvanlara benzemez. Mesela insanın intikam, benlik ve tahakküm hissi sınırsızdır. Bir kişi intikam hırsı ile milyonların bir anda ölümüne yol açabilir. Dünyayı emrine verseniz, "hel min mezid? (daha fazla yok mu?)" der.3

Duyguların Hedefleri

Duygular insana neden verilmiştir? Bunların asıl hedefleri nedir? Hangi ölçülerde beşeri ihtiyaçlara, ne nisbette ahiretle ilgili maksatlara sarfedilmelidir?

"Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye [ahiretle ilgili fiiller] ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak [ahiretle ilgili hedefleri varabilmek] için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye [dünya işlerine] tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir."4

İnsan dünyada misafirdir. Misafirliğin müddeti ise çok sınırlıdır. Bu kadar zengin kabiliyet ve duygunun hedefi dünya hayatında ebedi saadete hazırlık yapmaktır. Hadsiz hikmet sahibi Allah, mahdut hayatta sonsuz saadeti kazanabilmesi için insana çok değişik fırsatlar ihsan etmiştir. Duygularımız bize bu imkânı sunmaktadır. Bu dünyanın hiçbir şeyi duyguları tatmin etmemektedir. Bunun yüzlerce delili vardır. Öyle ise, şiddetli duyguları sadece fâni hayata sarf etmek, kırılacak camlara kıymetli elmas fiyatını vermek gibi abestir. Aslında selim bir fıtrat sahibi insan, vicdanı günah ve cehalet gibi şeylerle kirlenmemişse, duygularına doğru bir hedef tayin etmeyi becerir. Ancak, bu hedefe giderken, aile, çevre ve kişinin psikolojik şartları ve sosyal ortamın da insan üzerindeki tesiri gözardı edilemez. Duyguların esas hedefi ve gerçek saadetinin ahiret hayatıyla ilgili yönelişlerde olduğunu gösteren birkaç örnek:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Bütün sevgiyi maşukuna hasrederek her şeyi onun için feda eder. Kendi hakkını da tanımaz zâtına da zarar verir. Ya da sevgilisini yüceltmek ve övmek için başkalarını kötüler, hürmetleri kırar.5 Aşık sürekli bir ızdırap ve elem içindedir. Çünkü aşkta kıskançlık vardır. "Aşk ağlatır, dert söyletir." Aşk bu elemle ferdin hayatını zindan eder. Ya da o dünyevi maşuk, aşığın bu köklü duygusunu doyuramadığı için hakiki bir sevgili arattırır. İnsan fıtratı fıtrî olmayanı çoğunlukla reddeder. Maddi kişiyle tatmin olmadığını farkeden aşık, gerçek güzele, yarattıklarına da güzelliği veren Allah'a yönelir. Leyla'ya aşık olan Mecnun'un yaşadığı budur. Onun mecazi aşkı, hakiki aşka dönüşmüştür. Ne var ki, bu türden bir geçiş, çok az insana nasib olur. İnsan ve Allah hakkında irfan sahibi olmayan kimseler, maddi perdeler arasında boğulur kalırlar. Çoğunluk hakiki aşka yönelmeden ya bunalıma düşer ya da aşkın büyüsünden sıyrılır.

Nihai tahlilde insana dünya ötesi adres gösteren bir diğer duygu da gelecek endişesidir. Herkes gelecek endişesi taşır. İstikbal endişesi bazı insanlarda vehim ve hastalık halindedir. Bu insanlar Allah'ın yarattığı hayat için rızık da yarattığını unutur, adetâ Allah'ı töhmet altına alır. İstikbal endişesinin bu derecesi ifrattır. Halbuki hiçbir insanın endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yoktur. Hem herkesin rızkı ilâhî taahhüd altında olduğundan, kısacık istikbal, şiddetli endişeye değmiyor. Rızkı veren Allah'tır. Rızkı Allah'ın verdiğini ifade eden bir çok âyet-i kerime vardır. Ancak rızkı veren Allah'la merzuk olan insanın vazifeleri karıştırılmasın! Allah'ın insana verdiği organlar da işlemek ister. Rızık kazanmak için bu vasıtalardan sarfı nazar ederek, "Bağdat tarrarları" gibi yan gelip yatmak, "Rızkı veren Allah'tır" gerçeğine de terstir. Diğer taraftan, rızk için, aşırı bir kaygı ile manevi vazifelerini ihmal ederek her şeyini, "maişete" bina etmek de eksikliktir. Müslüman, ölçülü ve dengeli hareket eden kişidir. İşte bu nedenle, aşırı derecedeki, "istikbal endişesi"nin yüzünü, kabirden sonraki hayata ve gafiller hakkında teminat altında olmayan ebedî istikbale çevirmesi gerekir. Allah, mü'min ve kâfir herkese rızk vermeyi taahhüt etmiş, ahiret rızkını ise, sadece kendine iman edenlere tahsis etmiştir.

Hırs duygusu da böyledir. Herkes mala ve makama karşı şiddetli bir hırs gösterir. Kontrol altına alınmayan bu duygu bir müddet sonra insanı yutan bir düşmana dönüşebilir. "Deve boynuz ararken kulağından olmuş", "Horoz ölmüş gözü çöplükte kalmış", "Kart kedi, körpe fare arar" türünden atasözleri, hırsın kötülüğünü dile getirirler. Hz. Peygamberin, "haris insanın gözünü vadiler dolusu altın yerine iki avuç toprak doldurur" ifadeleri ibretlidir. Akıllı insan için, "hırsın bittiği yerde saadet başlar." Çünkü, basiret sahibi kişi bakar ki, geçici olarak onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret; tehlikeli ve riyaya vesile olan makam, o şiddetli hırsa değmiyor. İnsan bu inceliği fark ettikten sonra, Allah yanında kıymet ifade eden, manevi mertebelere, âhiret azığına vesile olan salih amele yönelir. Böylece fena bir sıfat olan hırs, yüksek bir haslet olan gayret ve azme dönüşür.

Bir çok insan şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni işlere karşı hissiyatını sarf eder. Bazen bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat gösterir. Hatta zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Böyle kimseler, halk dilinde, "burnunun dikine gitmek, Nuh deyip peygamber dememek," türü sözlerle kötülenir. Oysa direnmek, azmetmek, inat göstermek, sürekli bir hayat içinse, hayırlı bir faaliyete yönelik yapılırsa kıymetlidir. Akıllı insan bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; inadı onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz geçici işlere vermeyip, âli ve bâki olan iman hakikatlarına ve esâsât-ı İslâmiyeye ve uhrevi hizmetlere sarf eder. O rezil haslet olan inat, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata dönüşür.

Bediüzzaman'ın -sadeleştirerek aldığımız bu ifadelerinden sonra- duygu eğitimine yönelik bir tespite varıyor: "İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'fıtratını değiştir' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak [insanın gücü üstünde] bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz'; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."6

Bazı duygular insanı milletiyle bütünleştirir. Kahramanlık, şecaat, diğergâmlık gibi. Bir kısım duygular da onu alçaltır. Hasislik, cimrilik, egoistlik, tenperverlik gibi. Yüksek şeyleri elde etmeye yönelik yarış (müsabaka) "istibdadı parça parça eden", gıpta, hased, kıskançlık ve rekabet, yenilenme (teceddüd meyli), medenileşme arzusu, insanı yücelten hislerden bir kaçıdır. Bediüzzaman bu duyguların, "şer'î hürriyeti" ortaya çıkardığını ve insanlığı, insaniyete lâyık kemâlâta sevkedeceğini ifade eder.

Bunlardan birisi de, "Şefkatle cihazlanmış [donatılmış] şehamet-i imaniyedir [akıl ve zekâ ile birleşmiş yiğitlik]". Bu duygunun insana kazandırdığı şey, "tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer'iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir."7

Duygularımız düşüncelerimize de tesir eder. Duyguların tahlili yapılmadan doğru gelişme sağlanamaz. Doğru düşünmek, insanı, olay ve olguları oldukları gibi görmek, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit etmek, doğru açıklamak, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Bu sebeple normal sınırların ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini engelleyen hususların başında gelmektedir. Doğru düşünebilmek için, insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması lazımdır.8 Haftaya, hayatın en temel yapısını teşkil eden duygulardan bir kısmını nasıl kullandığımıza bakalım.

—Devam edecek—