Sosyal Bilimler ve Risâle-i Nur – III

Klasik anlamda kelâm ve tasavvuf ilimleri, belli deliller ve yollarla Allah'ı ispatlamaya ve ona ulaşmanın yollarını göstermeye çalışmışlardır. Nursî bu ilimleri Allah'ı bilmeye götüren yollar içinde zikretmektedir.

İKTİSAT

İktisat, Allah'ın kâinatta koyduğu düzenin ve Peygamberimizin yüksek ahlâkının gereklerindendir. Bu noktada; "Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur." sözü çok anlamlıdır.

İktisat aynı zamanda bir dengeyi ifade etmektedir. Bütün ekonomik dengesizlikler iktisatsızlık yüzünden ortaya çıkmaktadır. Tüketicilerin arttığı ve üreticilerin azaldığı bir toplumda herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O zaman da sosyal hayatı ayakta tutan "san'at", "ticaret" ve "ziraat" azalır, millet fakirleşir ve geriye gider. "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." (Necm Sûresi, 53:39.) âyeti ve "Çalışıp kazanan, Allah'ın sevdiği bir kuldur." hadîsi çalışmayı ve üretime katkıda bulunmayı teşvik etmektedir. Dünya ise, ancak âhiretin tarlası olması… (Keşfü'l -Hafa, 1/412/1320) cihetiyle kıymetlidir.

Bir Müslüman'ın esas görevi Allah'ın isminin yayılması ve yüceltilmesi (ilâ-yı kelimetullah) için çalışmaktır. Bu ise, maddeten zenginleşmeye bağlıdır. Peygamberimiz (asm) "İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır." (el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:481, hadis no: 4044.) buyurmakla bencilliğin önüne geçtiği gibi, sosyal ve iktisadî hayatın temeli olan dayanışmayı emretmektedir.

İktisadî hayatımıza darbe vuran birtakım yanlış anlayışlarımız mevcuttur. Bunlardan birisi olan kanaatkârlık çok önemli insânî bir değerimizdir. Bir işin sonunda ücret alırken gösterilen kanaatkarlık övgüye lâyıktır. Fakat, tahsil ve çalışmadaki kanaatkârlık kötüdür, tembelliktir. Diğeri de tevekküldür. Doğru tevekkülde çalışma ve gayret vardır. Allah'ın kâinatta koyduğu yaradılış kanunlarına uygun hareket vardır. Sonunda da Allah'ın takdir ettiğine razı olup kanaat etmek vardır. Yoksa çalışmamak ve sebepleri yerine getirmemek tevekkül değil tembelliktir.

Memuriyet, askerlik ve imaret (idarecilik), yalnız hamiyet ve hizmet için yapılması gereken mesleklerdir. Zenginlik için bu mesleklere girilmemelidir. Maîşet için normal yollar ise san’at, ziraat ve ticarettir.

Mutlak eşitlik insanın fıtratına zıttır. Çünkü her şeyi hikmetle yaratan Yaratıcı, kudret ve hikmetinin sonsuz güzelliklerini göstermek için, insanı binler nevileri sümbül verecek ve hayvanatın binler nevileri kadar tabakalar gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Hayvanlar gibi kuvvelerine, lâtifelerine, duygularına sınır konulmamış; serbest bırakıp sınırsız makamlarda gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçmiş ve arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı olmuştur. İnsanın yaradılışındaki bu hikmetin açığa çıkması için, müsbet müsabaka ile hakikî imanlı fazilet gereklidir. Bu iki değer sayesinde gelişmiş ve yüksek kabiliyetlere sahip fertlerden oluşan bir toplumun ilmî, sosyal ve ekonomik dokusunun çok güçlü olacağı şüphesizdir.

Devletler ve milletler arasındaki savaşların yerini, günümüzde artık insan tabakaları arasındaki savaşlar almıştır. İnsanlık eski devirlerdeki köleliği ve esirliği kabullenmeyip kaldırdığı gibi, şimdi de ücretli çalışma tarzını beğenmeyip geride bırakma aşamasındadır. Giderek herkes kendi malının sahibi ve kendi işinin patronu olma eğilimini taşıyor.

PSİKOLOJİ

Psikoloji dalında psikolojik hastalıklar çeşitli başlıklar altında toplanmaktadır. Ancak Risâle-i Nurda bu sınıflandırmadan daha farklı ve daha kapsamlı bir sınıflandırma olduğunu görüyoruz; "akıl hastalıkları" "ruh hastalıkları" "kalp hastalıkları" "vicdan hastalıkları".

Günümüz psikoloji biliminde, ruhun tanımından ve mahiyetinden çok yüzeysel olarak bahsedilmektedir. Risâle-i Nurda; "Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-ı haricî giydirilmiş, câmi' bir hakikattir. Külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-ı emrîdir." ifadeleriyle mükemmel bir şekilde tanımlanmıştır. Psikoloji bilimi sadece ruhun davranışa yansıyan kısmını inceleyebilirken Risâle-i Nur, ruhun davranışa yansımayan birçok özelliğine de açıklık getirmektedir.

Psikolojideki "projeksiyon" terimine en kapsamlı karşılığı Risâle-i Nurda bulmak mümkündür. Projeksiyonda; saldırganlık, suçluluk, nefret gibi hisler, başkalarının üzerine yıkılmaya çalışılabilir. Meselâ saldırgan bir kişi, başkasını saldırganlıkla suçlayabilir. Risâle-i Nur, herkesin dünyaya kendi penceresinden baktığını, kendisi mutluysa herkesi mutlu olarak, hüzünlüyse çevresindekileri de hüzünlü olarak algıladığını belirtmekle insanların başkalarını suçlamadan önce kendi iç dünyalarını gözden geçirmelerini hissettirir.

Psikolojik yaklaşımlar; sevdiği bir yakınını kaybetmiş bir kişiye destek vermeye çalışmakta ise de bu destek, o kişiyi tatmin etmekte yetersiz kalmaktadır. Özellikle böyle duygusal bir travmaya maruz kalan bir çocuksa, onun ruhî ve duygusal gelişimi çok olumsuz yönde etkilenir. Bu etki onda ileride birtakım psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Böyle bir durumda, ölümün yok olup gitmek olmadığı, öldükten sonra tekrar dirilmenin kati olarak gerçekleşeceği, bir daha ölümün yaşanmayacağı ve ebedî bir cennette sevdikleriyle birlikte olacağı ümit ve inancını hoş bir müjde olarak çocukların sâfî ruhlarına estiren Risâle-i Nur, psikolojik destek ve tedavisini en iyi bir şekilde yapmaktadır.

Risâle-i Nur, psikiyatri alanının henüz gelişme aşamasında olan "geriyatrik psikiyatri" (yaşlılık psikiyatrisi) alt bilim dalında da çığır açabilecek nitelikte bilgiler içermektedir. Yok olup gitmek ve ölümden sonra yeni bir hayatın olmaması düşüncesi, ömürlerinin sonuna geldiğini hisseden yaşlıların psikolojilerini altüst edeceği gayet açıktır. Yapısı itibariyle sonsuz hayata şiddetli istek duyan insanı, böyle bir durumdayken "öldükten sonra dirilme " gerçeğinden başka hiçbir şeyin teselli edemeyeceğini Risâle-i Nur vurgulayarak gerçek teselliyi vermektedir.

Risâle-i Nur, yine psikiyatrinin yeni gelişmekte olan "konsültasyon liyezon psikiyatrisi" (hastaların psikolojisi) alanına da ışık tutacak yaklaşımları içermektedir. Hastalara ve musibetlere maruz kalanlara, hastalıkların ve musibetlerin kendileri için maddî mânevî bir çok faydalar sağladığını tatmin edici biçimde ifade ederek adeta onlara psikoterapi uygulamakta ve farklı bir yaklaşım biçimiyle orijinalliğini ortaya koymaktadır.

İnsanın gerek psikolojik, gerek ruhen, gerekse aklen ve kalben çok ihtiyacı olan duânın terk edilmemesini Risâle-i Nurun birçok yerinde ısrarla tavsiye eden Bediüzzaman; "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-ı imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." diyerek günümüzdeki psikolojik rahatsızlıkların temelinde yatan sebeplere işaret etmektedir. Bu günahlar, tevbe ve istiğfar etmek suretiyle temizlenmezse, insana büyük bir psikolojik destek sağlayan mânevi değerlerin elinden gideceği tehlikesine dikkat çekerek telafi ve tedavi yolunu da göstermektedir.

DİN BİLİMLERİ

İslâm tarihi

Tarihin sözlük anlamı; "tarihî bir olayın, vadesinin tayin ve tesbit" ya da "bir olayın oluş anını, zaman devresini ve kronolojisini ifade etmek" demektir. Geniş anlamı ile tarih; "geçmişte meydana gelen olayların ve yapılan işlerin tümünü ifade eder ki, bu yönüyle tarih, insanlığın hâl tercümesi, düşünce ve ortaya koyduğu medeniyetin genel panoramasıdır."

Bediüzzaman Said Nursî, tarihi ve olayları Tarih Felsefesi'nin ortaya koyduğu sistem dahilinde ele almış, pozitivist anlayışa karşı maneviyatçı bir yaklaşımla olayların kaderî ve hikmet yönlerini belirterek, tarihin gösterdiği diğer sebepleri bahaneler olarak nitelendirmiştir. Özellikle İslâm Tarihi'nin ilk dönemlerinde ortaya çıkan dahili ihtilâfları tahlil ederken Tarih Felsefesi'nin bahsettiğimiz metodunu çok kullanmaktadır. İnsanlığın geçirdiği evrelerde ortaya çıkan olayları da bu zaviyeden ele alarak beşerin İlâhî mesajdan uzaklaştığı dönemlerde büyük çatışmaların, inkılâpların ve savaşların olduğunu belirtmektedir.

Kelâm, tasavvuf

Klasik anlamda kelâm ve tasavvuf ilimleri, belli deliller ve yollarla Allah'ı ispatlamaya ve ona ulaşmanın yollarını göstermeye çalışmışlardır. Nursî bu ilimleri Allah'ı bilmeye götüren yollar içinde zikretmektedir. Günümüz kelâm ve tasavvufunun içine insan fikri karıştığı için zorlaştığını ve insan zihninde soru işaretleri bırakır hâle geldiğini ifade etmektedir. Bu anlamda kendisi marifet ve hakikat yolunu seçmiştir. Genellikle delile dayalı olarak Allah'ın isbatı yoluna gidilirken Nursî, kalp ve ruha hitap ederek sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Hakikat mesleğinin insanların imanını kurtardığını, tasavvufun ise insanlara velayet makamı kazandırdığını ifade eder.

"La mevcude illa hu"

Bediüzzaman mevcudatın hukukuna, taşıdıkları esma ve sıfatların yansımaları hasebiyle bu kelâmî metodu benimsemeyerek, tüm varlıkları reddetmek yerine tefekkür ve mütalâa maksadıyla müşahade edilmesi gereğini vurgulamıştır. Bunun yerine Kur'ân metodu olan, her yaratılmış varlığa; "Her şeyde onun birliğine olan delâlet eden âyetler vardır." mânâsında bakmak gerekliliğini ifade etmiştir.

Temsil (Analoji)

Risâle-i Nurlarda kullanılan bu tekniğe örnekleme veya örnek olay incelemesi demek de mümkündür. Bu metot Kur'ân metodu diye nitelendirilir. Bu metotla anlaşılması zor âyetler, en alt düzey bilgiye sahip insanlar tarafından da anlaşılsın diye enfüsî ve afakî deliller ve örnekler verilir. Peygamberimiz de (asm) kendisine soru sormaya gelen bedevilere cevap verirken onların dünyasından ve aşina oldukları örnekleri kullanmıştır. Nursî'nin eserlerine baktığımızda, bu yöntemi temsil metodu olarak kullandığını ve bunun da zor konuların akla yaklaştırılması ve anlaşılması noktasında büyük katkısının olduğunu görmekteyiz. Kur'ânî metotta Râzî'nin ifadesiyle beş duyu organına hitap vardır.

Tefsir

Tarih içinde yazılan tefsirlere dikkat edildiği zaman yazılış tarzına ve bakış açısına göre rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, işarî tefsir, sosyolojik tefsir vs. olarak değerlendirildiği görülür. Risâle-i Nur geçerli olan bütün tefsir çeşitlerinin özelliklerini içerisinde barındıran bir tefsir olarak karşımıza çıkmaktadır.

Risâle-i Nur, Kur'ân'ın âyetlerini nüzul sebepleriyle birlikte sırayla ele alıp yorumlayan klasik tefsirlerden farklı olarak Kur'ân'ın bu asra bakan mânâlarını keşfedip açıklayan manevî bir tefsirdir. "Nasıl?" Sorusundan ziyade; "Niçin?" sorusuna, akla ve mantığa uygun şekilde cevaplar verir.

Hadis

Bediüzzaman, kendisinden önceki âlimlerin birçoğunun ittifakla mevzu olduğu konusunda birleştikleri hadisleri sahih olarak kabul etmiş ve kitaplarında kullanmıştır. Ayrıca mevzu hadis konusuna yeni bir açılım getirerek yeniden yorumlamıştır. Hadis uydurma ve bunun cezası konusundaki hadis ışığında Bediüzzaman'ın sahip olduğu misyon (müceddidlik) dikkate alındığında, öncekilerin mevzu diyerek kullanmadıklarını, kendisinin kullanması manidardır. Mecazî mânâları olan birtakım hadisleri yorumlayamayan bazı kimseler, bu hadisleri; "Sahih hadis değildir." diyerek inkâr yoluna gitmişlerdir. Bediüzzaman, mecazi mânâları olan bu hadisleri, fen ve felsefeye uygun olarak yorumlamak suretiyle inkâr edilmekten kurtarmıştır. (Ör: Ahirzaman hadisleri, sevr ve hut…)

Tekfir

Bediüzzaman bu kavrama karşı klasik yaklaşımın dışında bir tutum ortaya koymuştur. Küfür, dinî anlamda doğru olan bir şeyi reddetme, yalanlama veya inkâr etmek olarak nitelendirilir. Said Nursî; "Bir şeyi kabul etmemek ayrı şeydir, yokluğunu kabul etmek, yani inkar etmek ayrı şeydir." diyerek ikisinin arasındaki ince farkı ortaya koyar. Gayr-i müslim bir mü’min, imansız İslâmiyet, İslâmiyetsiz iman gibi sınıflandırmalar yapar ve ayrıntılı tahlillere tabi tutar. İmansız İslâmiyetin veya İslâmiyetsiz imanın insanlara bir fayda sağlamayacağını ifade eden Bediüzzaman, hakikî Hrıstiyanlık ile amel edenlerle insanlığa çok faydalı olan gayr-ı müslimler için Allah'ın Cehennem içerisinde azaplarını hafifletecek bir lütufta bulunabileceğini veya bir başka ifadeyle Cehennem içerisinde onlar için bir cennet yaratabileceğinin de kudret ve merhametinden uzak olmadığını ilâve eder.

İçtihat

Dinî anlamda içtihat, sonradan ortaya çıkan durumlar hakkında dört ana kaynağı esas alarak hüküm çıkarmak anlamına gelmektedir. İçtihat konusunda geçerli düşüncelerden farklı olarak Bediüzzaman, bu zamanda içtihat yapılmasının önünde engeller olduğunu ifade etmektedir. Bu engelleri kısaca;

1. Günümüzde içtihat yeteneğini geliştiren şartların, Peygamberimizin zamanına göre çok daha ağır olduğu,

2. Peygamberimizin zamanında doğrulukla yalan arasında büyük uçurumların olduğu günümüzde ise doğru ile yalanın birbirine karıştığı,

3. Peygamberimiz zamanında içtihatta bakış açısı semavî idi. Şimdi ise, arzîdir. Allah bizden ne istiyor?" dan ziyade "Kullar ne istiyor?" anlayışının hâkim olması,

4. İçtihat gerektirmeyen ve kesinlik ifade eden emirler üzerinde içtihat yapılmaya kalkışılması, olarak ifade edebiliriz.

Mezhep

Said Nursî dışarıdan bakıldığı zaman ihtilâf gibi görünen mezheplerin İslâm içindeki yerini açıklarken Kur'ân ve Sünnet yolunda olmalarını esas alır. Her düzey, tabaka ve özellikte mensubu bulunan hak mezheplerin, İslâmı yaşamakta kolaylaştırıcı birer unsur olduklarını ifade ederek bunu art niyetlilerin kötüye kullanmalarına engel olur.

—SON—