Sanatta Trajik ve Taklit Üzerine

Dramatik’i olmaksızın bir sanat olamayacağı evrensel olmayan bir düşüncedir. Bizim kültürümüzünkodlarına da uymaz. Bu yüzden Tanzimattan bu yana ait olduğu toplumdan dram çıkarmaya çalışanlar hayatın içindebulamadıkları dramı muhayyilelerinde ürettiler. Namık Kemal’den domestik güldürü yazarı İbnürrefik AhmetYirmisekizinci’ye kadar farklı türlerde yazan pek çok yazar facia, haile, komedya adı altında aslında Batılıstandartlara uymayan nev-i şahsına münhasır metinler kaleme aldılar.

Dramatizasyona dayanak teşkil eden çatışmalar ise tamamen Avrupa’dan aktarma şablonların bizeadaptesinden ibaretti. Cumhuriyet eliti, sanatta ve özellikle bizim bu yazıda konu edindiğimiz tiyatroda tıpkı ortaçağpapazlarının pragmatizmi benzerî bir yaklaşım sergiledi. Kilise Hıristiyanlığın tebliğinde cahil halka tiyatroyoluyla ulaşmayı denedi. Hz. İsa’nın ve havarilerin hayatlarını anlatan olaylar dramatize edilerek papazlar tarafındanpanayır ve çarşılarda oynandı. Kemalist rejimin inanmış kadroları bir keşiş gibi davranarak tiyatroyu yeniideolojinin toplumun bütün kesimlerine yayılmasında ve benimsetilmesinde kullandılar. Halkevleri, ortaçağ kiliselerigibi hazırladığı temsillerle cumhuriyetin "söndürülmez bir nur", padişahlığın ise "köhne ve çağdışı"olduğunu anlatmaya çalıştı. Cumhuriyet edipleri büyük önderin kendilerine çizdiği doğrultuda yeni çatışmaalanları buldular kendilerine. Nesnel bir gerçekliği olmayan tamamen uydurma kişi ve olaylarla zahmetsizce yazı yazmanınnimetlerinden yararlandılar. Dilimize "temsil" diye geçen bu yazı türünde "yeni din"in kahramanlarıyüceltilirken eski dininkiler yerin dibine batırılıyordu. İşin ilginç tarafı "temsil" kıssadan hisse mantığınınbir anlatım tarzı iken, bunun yeni tiyatroya arka planına bakılmaksızın aktarılması idi. Yapılan işin Avrupa ölçülerindebir anlam taşıyıp taşımadığından kimsenin haberi yoktu. Çapsızlığın ve yüzeyselliğin cesareti ile bedava birdevlet himayesinin kanatları altında bu iş yıllarca sürüp gitti. Estetik ve sanat olarak konuyu sorgulamak mümkünolamadı. Amaç toplumun manevî temellerini sanatın mucizevî iksiriyle gerçekleştirebilmekti.

Gelenekle bağın koparılması ve Tanzimat’tan bu yana Batılı edebî türlerin millileştirilerek bünyeyealınması, ülkede sahici bir sanat birikiminin ve buna bağlı bir sanat düşüncesinin oluşamamasına sebep oldu. ÇünküAvrupa medeniyeti ile İslam medeniyeti farklı değerler sistemi üstüne bina edilmişti. Avrupa uygarlığı Rönesanshareketi ile birlikte kadim Yunanın etik ve felsefi özelliklerini tevarüs etmişti. Leyla İle Mecnun-Hüsrev ile Şirin’interennüm edildiği bir toplumda Prometheci bir tavırla semavî buyruklara kafa tutan bir edebiyat vücuda getirmeye kalkışılamazdı.Avrupa uygarlığının dramatik kahramanı, kökeni Antik Yunana uzanan Aydınlanma düşüncesinin bir meyvesiydi. Kimliği"dramatik olanı" doğuracak fikrî ve itikâdî temeller çerçevesinde şekillenmişti. Yani hayatı"cidal" tanıyan, hakkı "kuvvet"te gören bir kozmos anlayışının temsilcisiydi. Aczine ve zaafınabakmadan kaderine meydan okumuştu. Kendine "rab" olmanın kaldırılamaz yükü altında cehennemî bir hayat yaşıyordu.Çünkü semavî dinlerin koruyucu şemsiyesi altından çıkan batılı toplumlarda bu tür bir "malikiyet" tevehhümübiraz da olsa anlaşılabilir geliyordu. Ve dinin boşalttığı alanı dolduran edebiyat ve sanat, kilisenin dinî işlevlerinigören seküler kurumlar olarak ödev yapıyordu. İnsanlar okuduğu romanın ya da seyrettiği tiyatronun kahramanı ile özdeşleşerek"arınıyor"lardı. Yıkıma uğrayan trajik kahramanın kimliğinde aşırı duygularından-günahlar-temizleniyorlardı.

Oysa burası bir İslam memleketi idi. Yıllarca hayat, şeriat esaslarına göre dönmüştü. Bu toplumda münasebetlermücadele esasına göre değil, yardımlaşma ve dayanışma duygularının sarmaladığı uhrevî bir boyutta cereyanediyordu. Allah insanın ve kâinatın tek sahibiydi ve bütün yarattıklarının ihtiyaç ve isteklerini anında görüyor,işitiyor ve yerine getiriyordu. Canlı cansız her varlık şuurî ve şuursuz birbirinin imdadına koşturuluyordu. Bu dünyadabüyük balıklar küçük balıkları yutarak ayakta kalmıyordu. Küçükler bir rahmet-i bînihaye tarafından kendileri büyüklerinistifadesine sunuluyorlardı. Bu muntazam bir fabrika gibi işleyen ilahî düzende emirlere itaatsizlik diye bir şey yoktu.Şaytanirracimden ve insî şeytanlardan başka herkes ve her şey emirlere musahhar ve mutî idi. İslam’a göre insanıRabb’ine karşı isyana ve günaha sevk eden nefis ve şeytan onun apaçık bir düşmanı sayılıyordu. Müslüman’ınbunlarla büluğdan ölüme kadar kesintisiz süren bir mücadelesi söz konusuydu. Bu mücadele yine Allah’ın (c.c.) inayetve desteği ile yürütüldüğü için "dramatik" veya "trajik" olarak da nitelendirilemezdi. Yani insanşeytanın ve nefsinin sözcülüğünü yapmamalıydı. Çünkü her mümin için ölene kadar tövbe kapısı açık olduğundanaffa uğrama ihtimali daima mevcuttu. Dolayısıyla "ilahlara!" kafa tutan pagan bir kültürün uzantısı olantrajedinin malzemesi olabilecek türden bir öğeye İslam toplumunda rastlamak mümkün değildi.

Hayatı ve olayları dünyaya bakan yönleri ile değerlendirip ahirete bakan yönlerini görmezliktengelince, yani uhrevî boyut ortadan kalkınca, kelimelerin ve kavramların delalet ettiği anlamlarda değişmekte. Birisindetesadüf belirleyici iken diğerinde bir kast ve iradenin tasarrufu altında işleyen bir evren tasavvuru söz konusu. Tabi iki, bu iki evren kavrayışının sanatsal düzlemde yansımaları da farklı farklı olmakta. Allah’ın izni olmadan küçücükbir sineğin kanadını bile kıpırdatamadığına inanılan imanî ve itikâdî bir atmosferde insanın kalkıp kendine"özerk" bir alan tanımaya kalkışması düşünülemezdi. Çünkü Rububiyet-i ilahiye, kâinatta böyle bir boşluğaimkân tanımıyor. Halbuki aydınlanma düşüncesinin ürünü olan birey kendi aklı ve bilgisi ile dünyayı ve olaylarıdizgini altına alma iddiasındaydı. Kudret-i Ezeliye ile intisabını koparmıştı. Firavun-u zelil olma pahasına semavîdinleri değil nefsinin ve şeytanın sesini dinliyordu. Kendini Allah’ın bir kudret mucizesi olarak gören mümin ise Mâlikininilim, irade ve kudreti altında meydana gelen hadiselere şahitlik ediyordu sadece. Zarar görürse de tevekkül etmekten başkasığınacağı kapı yoktu. Kaybettiği ve kaybedeceği bir şey de yoktu. Her kaybı, her üzüntüsü ve kederi, ahirethesabına bir kazanç olarak geçtiği için yaşadığı elem ve musibetleri dramatik olarak görmüyordu. İntisapbilinciyle olaylar onu teslimiyete ve Müessir-i hakikiye götürüyordu. Gerçek tesir ediciye ve onun rızasına…

Cumhuriyetin aydın kadroları bu itikâdî anlayışın günde beş vakit tekrar edilerek pekiştirildiğibir toplumdan; sahipsiz, hamisiz bir dünya görüşünün sonucu olan dramı ve nefsin ve şeytanın da kendi ölçülerindepaylarının ve güçlerinin vehmedildiği bir kozmos tasarımının neticesi olan trajediyi üretmeye kalkıştılar. IşığınBatıdan geleceğini uman bu insanlar, içerisine doğdukları toplum ve onun kültüründen kopuk olarak, dram sanarakmelodram yazdıklarını bilmeden, halka ışık dağıttıklarını savundular.

İşte Bediüzzaman Said Nursi böylesi bir kültürel yangının içine geldi. Zorla bütün insanlığıtasallutu altına almak isteyen Batının dinsiz felsefesine tar ü taze iman ve Kur’an hakikatleriyle karşı çıktı.Dinin yerine başka hiç bir şeyin ikame edilemeyeceğini, dinsiz bir milletin olamayacağını bütün dünyaya işittirecekbir sesle haykırdı. Lemeat adlı eserinde "romancı medeniyet" dediği Batı uygarlığına sağlam eleştirilergetirdi: "Tek ilacı bulmuş o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat!Meyyit hayat veremez." İslamî roman ve İslamî sinema gayretlerinin dal budak saldığı bir kültür-sanat ortamındabu tespitleri dikkate almak ve kavramları yeniden düşünmek gerektiği kanısındayım. Said Nursi Kur’an ile felsefe kıyaslamalarınıyaptığı pasajlarda ise Batılı anlamda bir sanat ve edebiyatın ülkemizde de vücuda getirilebileceğini düşünenlerekesin susturucu cevaplar verdi: "Avrupa medeniyetinin hayattaki kanun-u teavün bedeline bir düsturu cidaldir. Cidalinşeni budur: Tenazu ve tedafü, bundan çıkar sefalet. Kur’an medeniyetinin ise hayattaki düstur-u cidal kıtal yerine düsturuteavündür. O düsturun şenidir: İnsana layık tarzda terakki ve rafahet." Zira Bediüzzaman’ı bu konuda tasdik edenmaddeci uygarlığın önemli isimlerinden N. Machiavel (1469-1527): "İnsanlar nankör, yalancı, riyakâr, tehlike karşısındacebîn, menfaat karşısında çıkarcıdırlar. İyi olmayan insanlar arasında iyi kalmak isteyen insan er geçsilinir" diyordu. Said Nursi, faziletin ve feragatin kaldırıldığı işte bu medeniyete sesleniyordu.Schophenhauer’in ifadeleri ile "kâinat mütemâdiyen birbirini yiyenlerin yeridir. Şu halde aslolan fazilet değilfaziletsizliktir. Dünya mümkün âlemlerin en kötüsüdür." biçiminde özetlenebilecek bir insan-kâinat kavramlaştırmasınaKur’an’ın eczahane-i kudsiyesinden aldığı ilaçlarla cevap veriyordu. "Avrupazâde edepse fakd-ül ahbaptan,sahipsizlikten neşet eden gamlı bir hüzün veriyor, ulvî hüzün veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör kuvvetten mülhemânealdığı bir hüzn-ü gamdar, âlem-i vahşetzâr tanır, başka çeşit göstermez. O surette gösterir, hem de mahsuntutar, sahipsiz de olarak yabaniler içine koyar, hiç bir ümit bırakmaz. Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gideilhada kadar gider, tatile kadar yol verir, dönmesi müşkül olur." Tıpkı ünlü Yunanlı Tragedya yazarıSophokles’in Antigone adlı ünlü eserinde dediği gibi "Ölümlüler alınlarına yazılmış felaketlerden asla kaçıpkurtulamazlar."

Böyle bir psikoloji ile yaşayan bir insanın acılarına müsekkin olmak için ortaya çıkan bir sanat ilebütün varlıkların şuurî ve ya şuursuz da olsa yaratıcılarını tespih ve tenzih ettiğini varsaydığımız bir başkaruh dünyasından tereşşuh eden diğer bir sanatın duyarlılıkları elbette benzer olamazdı. Birisi ızdıraplar içerisindekibir insanı avutmaya çalışacaktı. Bunu ise Said Nursi’ye göre "yalancı bir dil" ve "fasık bir göz"ile yapacaktı. Kuşkusuz bu edebiyat Kur’an’daki "letâif-i ulviyet" ve "mezaya-yı haşmeti" göremezdi.İlkinin amacı acılar içindeki bir ruhu sakinleştirmek olduğundan hedefi "şehvetengiz bir zevki nefislerezerketmek" olacaktı. Kâinata bakarken onu bir sanat-ı ilahî olarak görmediği için, yaptığı tabiat ve hakikattasvirlerinde "maddeperest" bir tutum içindeydi. Kalplere tabiat aşkını yerleştirerek varlıkların Allah ileolan bağını kesiyordu. Yine gerçeği yansıtma, onu tasvir etme konusunda da Kur’an esasları ile telifi kabil olmayanbir yaklaşımı vardı. Said Nursi bunu şöyle açıklıyordu: "Zahiren der; sefahat fenadır, insanlara yakışmaz.Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahate öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hakimkalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez." (Sözler, Lemaat, s. 687.) Gerçeğintasvirinde realist bir tavır takınan Avrupalı sanat ve edebiyat, pozitivizmin evreni kavrayış ve izah biçimininizlerini taşıyordu. F. Mauriac’ın deyişi ile "romancı (sanatçı), insanların arasında Allah’a en çokbenzeyendir. Allah’ın maymunudur. Canlı yaratıklar doğurur, kaderler icad eder, bu kaderleri hadiseler, felaketlerledokur." Bu tür bir küçük tanrı kompleksi bir Müslüman’a yabancı bir duygudur. Mimesis-taklit-yoluyla tabiattakien saf hakikatin benzerinin yapılabileceği düşüncesi Yunana ait bir iddiadır ve Rönesans bunu miras olarak almıştır.Bunda Andre Bazin’in dediği gibi, "varlığı görünüş yardımıyla kurtarma çabası"nın bir yansımasınıbuluyoruz. (Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, s. 29. ) Bazin buna "mumya kompleksi" diyor ve Batı sanatlarınındominant karakteri olarak "yansıtma"yı, yani gerçeğin benzerini yapmak demek olan taklidi görüyor. FakatAristo’ya ait bir görüş olan "taklit, insan tabiatı için esastır" önermesi, İslam dünyasında referansolarak alınmamış ve Tanpınar’ın söylediği gibi sanatçılar arasında iyi örneklere uymak şeklinde bir nasihatolarak alınmıştır. Çünkü "an"ların aralıksız ardardalığı demek olan görüntünün hayalde kazandığısüreklilik, insanın "yaratıcı"ya benzeme isteğinin bir sonucuydu. Heykelle başlayan, bu, varlığı görünüşyardımıyla kurtarmak fikrini Andre Bazin "saçma hayranlığımızın altında biçimin sürekliliği ile zamanıaltetmek gibi ilkel bir ihtiyaç" olarak açıklıyor. (Andre Bazin, Çağdaş Sinemanın Sorunları, s. 30) Ve"sanatçının süre ırmağından çekip aldığı anlık bir görüntü ile yetinmediği ve şuuraltında bu görüntüyeardardalık (succession) kazandırma yani yaratma ihtirasının yattığını" söylüyor. "Önce bu ardardalıkroman ve tiyatroda gerçekleştirilmiş ve fotografik görüntülerin successionu ile de sinemaya ulaşılmıştır"diyor. Oysa Müslüman duyarlılığı böyle bir ihtirastan ari ve beridir. Bütün güzellikler ve sanatlı yaratıklar birCemil-i Zülcemâl’in varlık dünyasındaki tecellileridir. Her kemal ve güzellik bir esmaya bakar. Dolayısı ile bu güzelliklerinkaynağı olan bir Cemil-i Hakiki vardır. Asıl ona ulaşmak ve onu tanımak esastır.

Sanatın ve özellikle tiyatronun ana ilkelerinden olan "taklit" ve "trajik" unsuru, bizeyabancı bir medeniyetin Allah’ı tanımamaktan ileri gelen batıl tasavvurlarının ürünüdür. Bize mihenk olamaması lazımgeldiği halde olmuştur. Oysa biz hayatı ve bütün mevcudatı "Sani-i Zülcelal’in taze taze, renk renk, çeşit çeşitmucizât-ı nakşını, havarik-ı kudretini, tecelliyât-ı rahmetini kemal-i lezzetle seyir ve temaşa" ile görevliyiz.(Said Nursi, Sözler, 7. Söz, s.29)