Rızk kazanılmış değildir; ihsan edilmiştir

Risâle-i Nurda İktisat – 2

ab. İnsanın tanımı:

Said Nursî eserlerinde insanı, "tüm mahlukat içinde en âciz ve en muhtaç" olarak tanımlamıştır.Bu tespitinin gerekçesi ise, diğerleri az bir rızıkla yaşamlarını sürdürebilirken, insanın hadsiz rızıklara muhtaçolmasıdır. Çünkü insan, diğerlerinin aksine, maddî bir bedenden ibaret değildir. Akıl, kalb, ruh gibi donanımları,onu kâinattaki her bir mevcutla ilgili kılmakta ve hepsi de doyurulmak isteyen sonsuz duyguları, arzuları, istekleribulunmaktadır.29

Bu ince duyguları, arzuları, istekleri sayesinde tüm yaratılmışlara muhatap olabilme imkânı veonlarla ilişkide bulunma zorunluluğu bulunan insan, muhatap olduğu bu eşyayı yorumlayarak Yaratıcısının onlarda görünenözelliklerini tanımaktadır. Said Nursî’ye göre, "eşrefi mahlukat" sıfatına lâyık görülen insanı"halife-i arz" yapan da budur. Bu noktada şöyle demektedir:

"Cenab-ı Hak insanı bütün esmâsına câmî bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeheratınıtartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mîzanaçekecek âletleri hâvi bir halife-i arz sûretinde halketmiştir."30

Said Nursî’ye göre, insan, insaniyetine lâyık bir hayat sürmek ihtiyacı ile halkedilmiştir. İnsaniyetindevarolan duyguların tam anlamıyla tatmin bulduğu bir düzene ihtiyaç duymaktadır. Öncelikle en temel ihtiyaçları olanbarınma, beslenme ve giyimi karşılamak için çok çeşitli sanatları işlemek durumundadır. Bunda sadece kendi gücüyeterli olmayacağı için, diğer insanlarla birlikte çalışmak, işbirliğinde bulunmak ihtiyacı vardır. Bu ilişkininsonucunda gelebilecek maddî düşkünlüklerin getireceği haksız tecavüzler sebebiyle adalete ihtiyaç duyulur. Ancak,adaleti mutlak anlamda kurmaya, oluşturmaya insan aklı yetmeyeceğinden, bunu temin edecek kapsamlı kanunlar gerekir. Bukanunları yürütecek bir kanun koyucuya ihtiyaç duyulur. Kanun koyucunun hâkimiyetini sağlaması için ise, farklı veüstün bir konumda olması gerekmektedir. Bu üstünlük ise ancak Sâni-i âlem tarafından seçilmiş ve görevlendirilmişolmakla sağlanır. Sâni-i âlemden bağlantıyı koparmamak için de, ibadete ihtiyaç vardır. Böylece Sânie bağlanmakla,O’nun koyduğu düzene uyulur. Bu da mutlak düzeni sağlar.31 İnsan, bir düzene ihtiyaç duymaktadır. Ancak budüzeni sağlamaya kendi gücü yetmeyeceğinden, kendi üstünde bir Düzen Koyucuya gereksinmesiyle Rabbini tanır ve kulluğununfarkına varır.32

Bu şekilde, insan, imanı yaşamasıyla sadece bu kısa dünya hayatında değil, ebedî bir hayatta saadetielde eder. Ebediyeti kazanmakla, en büyük ve en önemli ihtiyacı tatmin bulur. Onun ifadesiyle: "İman nuru lezâiz-imeşrûanın zevale başladıkları zaman hâsıl olan elemleri, emsâlinin vücud ve gelmekte olduklarını göstermekleizale eder. Ve keza, nimetlerin devam edip tenâkus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder."33

Risâle-i Nur’da şu husus ısrarla vurgulanır: İnsan, "saadet-i ebediyye," yani "sonsuzmutluluk" istemektedir; bu ise ancak iman ile kazanılabilir. Said Nursî, "iktisadî faaliyet" kapsamınagiren üretim, tüketim, yeme-içme, barınma gibi beşerî eylemlere bu temel bakış açısıyla bakmakta; "iktisadîdavranış"ı da bu çerçevede anlamlandırmaktadır. Sözgelimi, birşey yemekle bitmiş, yani "tüketilmiş"ise, "israf" edilmiş; ama "şükür" sonucunu getirmişse, yani mutlak sıfatların sahibi Birine yöneltmiş,O’nun varlığını hatırlatmış ve O’nu tanıtmışsa, "iktisatlı" kullanılmıştır.

ac. Mal-rızk ayrımı:

Eserlerinde kâinatı gözönünden eksik etmediği, onu belli bir inancın doğrultusunda ama dikkatle gözlemlediğianlaşılan Said Nursî, kâinatı içiçe dairelerden müteşekkil görür. En dışta, hayat hakikati görünür. Âlemin tümmevcudatı hayatın devamı adına çalışırlar; hayata hizmet ederler. Hayatın içinde, insaniyet âlemi yer alır. Ziratüm canlılar insana hizmet etmekte, onun varlığının devamına çalışmaktadırlar. İnsaniyet dairesinin içinde de rızkdairesi yer alır. Çünkü, bütün insanlık rızk adına çalışmakta, hayatının gayesini rızk edinmek oluşturmaktadır.Hayatın devamı rızıkladır ve hayata hükmeden rızktır.34 O kadar ki, Risâle-i Nur’da, insanın âdeta"rızka âşık olduğu"ndan söz edilir.35

Bu tespiti takiben, Said Nursî, bütün dünya üzerindeki tüm canlıların ve üstelik en âciz ve zayıfolanlarının dahi maddî, midevî ve manevî rızklarının karşılandığını söylemektedir. Bu rızıklar ise kuru,basit ve pis bir madde olan topraktan; cansız, kuru bir odun parçası olan ağaçtan; kan, kemik ve etten ibaret olan göğüslerden;veyahut kuru, küçük, cansız bir tanecik olan tohumdan gelmektedir. Hem de, "tam vaktinde, ihtiyaç duyulduğu andave bir düzen içerisinde" gelmektedir. Bu, rızkın Gaybî bir El tarafından gönderildiğine işarettir. Bu derece şuurgerektiren işler, cansız ve şuursuz sebeplere havale edilemez. Bu bakışı, "Şüphesiz ki rızık veren, mutlakkudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır" mealindeki âyetin36 bir tefsiri olarak sunan Said Nursî, iâşe venafakayı, böylece sebeplerin elinden alıp, kudretli, merhametli, ilim sahibi bir Rabbe teslim etmektedir. Ve, "Yeryüzündehareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın. Allah, onların karar kıldıkları yeride, tevdi edildiği yeri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır"37 âyetini delil göstererekinsanın rızkının "taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altında" olduğunu söylemektedir.38

Gönderilmekte olan bu rızk, "iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir."39 Yani,bir kimse daha güçlü ve daha akıllı olduğu için daha zengin oluyor değildir. Tam aksine, en fazla âciz ve zayıf görünenmevcutlar en iyi, en rahat şekilde rızıklandırılmaktadır. Bebekler, ağaçlar, balıklar.. bunun bir örneğidir.

İktidar ve ihtiyar sarfedildikten sonra edinilen rızk da "kazanılmış" değildir. Edinilensonucun meydana gelmesini sağlayacak, daha doğrusu o sonucu öncesindeki sebeplerle beraber yaratacak bir merhamet Sahibitarafından "ihsan edilmiş"tir. Gösterilen çaba ise, farkına varılsın veya varılmasın, o sonuca ulaşmak içinyapılmış bir "fiilî dua" hükmüne geçmektedir.40

Risâle-i Nur’da rızk iki sınıfa ayrılır:

"Biri, yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hatta okadar muntazamdır ki, bedende yağ vesaire sûretinde iddihar olunan fıtrî rızk hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşeyyemeden yaşatır. Hayatını idame eder… Yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızk bitmeden açlıktanvefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefatederler.

"İkinci kısım rızık: İtiyad, israf ve sû-i istimalât ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçenmecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise, taahhüd-ü Rabbanî altında değildir, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâhvermez."41

"Rızk-ı mecazî" denilen bu ikinci kısım rızk, "hâcât-ı gayr-i zaruriye"dir.Yani, bunlar insanın hayatının devamı için zorunlu ihtiyaçlar değildir. Ne var ki, bunlar "hâcât-ızaruriye" hükmüne geçtiğinden, "rızk-ı hakikî" gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Durum bu olunca,herkesin her istediğine ulaşamaması, insanı "rızıklandırılmadığı" düşüncesine itebilmektedir.42

Said Nursî’de mal ve rızk birbirinden ayrılmıştır.43 Mal niceliksel bir ifadedir, rızk iseniteliksel bir değer taşır. Maldaki artış, rızkta da bir artışı ifade etmez. Bu yüzden Said Nursî, malı fazlaolanın daha fazla rızıklandırıldığı, dolayısıyla adaletsiz bir dağıtım olduğu düşüncesini reddeder. Bu bâbda,"marjinal verim" ve "marjinal fayda" terimlerini çağrıştıran şu yorumda bulunur:

"Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi, lezzet-i nimetini ihsasettiriyor. Bir fakirin, kuru bir parça ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın vezenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyadelezzetlidir."44

Oysa, günümüzde, Kur’ân’ın ısrarla nazara verdiği "rızıklandırılma" hakikati görülmemekte;buna mukabil, zarurî olmayan şeyler "hâcât-ı zaruriye" hükmüne geçebilmektedir.45

Rabbimizin herkesin rızkını taahhüd ettiğini ve buna kefil olduğunu vurgulamakla birlikte, Risâle-iNur, bu rızkın gelişinin belirsiz ve zahiren tesadüfî bir görünüm arzettiği tespitinde bulunur. Bu ise, insana aczive fakrı dolayısıyla kulluğu sürekli hatırlatılmak istendiğinden; insanın vazifesi ise ubudiyet-eksenli, Rabbiyle bağlantısınıkoparmadan yaşamak olduğundandır: "Tâ her vakit Rezzak-ı Kerîm’in dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamdve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın."46

ad. Şükür-şirk ikilemi:

Risâle-i Nur’da, sık sık nazarlar yeryüzüne yöneltilir ve onun insanın tüm ihtiyaçlarını karşılayan;yani, onun için "nimet" olan çeşit çeşit lezzetlerle donatılmış bir sofra hükmünde olduğu belirtilir. Busofradaki her bir lezzet unsuru, görünürdeki geliş yeriyle bağlantı kurduramayacak kadar mükemmel oluşu ile, umulmadıkbir tarzda yapıldığını anlatmaktadır. Bu hal, "sebepler"in de, "tesadüf"ün de elini sonuçtankesmekte; yeryüzünü merhametli bir Rabbin Kendini tanımak, merhametini ve rububiyetini bildirmek üzere dizdiği birsergi olarak göstermektedir. Bu sergiden tüm ihtiyaçlarını-en incesine ve en küçüğüne kadar-karşılayan insanaise, bu kadar karşılıksız ihsanın fiyatı olarak, onları Gönderene şükredip teşekkürde bulunmak düşmektedir.47

İnsanın kendisine yapılan en küçük bir iyilik karşısında dahi, o iyiliği yapana minnetdarlık göstermeşeklinde bir yaratılış özelliği vardır.48 Bu ise, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayan Rabbine teşekküretmesi gereğinin delilidir. İnsanın Rabbine teşekkür etmesi ise, o nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, onimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.49 Bu anlayışa ulaşamamanınkarşılığında ise, şirke dayalı bir tavra düşülmüş olur. Çünkü, nimetleri O’ndan bilmemek, nimetlerisebeplerden veya tesadüften bilmeyi tazammun eder. Nimetlerin kıymetini takdir etmemek, kendisini onlara muhtaç görmeyip,mutlak acz ve fakrının farkında olmamayı; dolayısıyla kendinde şu veya bu düzeyde güç ve iktidar tevehhüm etmeyitazammun eder.

Üstelik, kâinata bakıldığında, onun tüm bağlantılarının şükür ekseninde kurulmuş olduğu görülecektir.Her bir mevcut bir diğer mevcutla ilişkisinde-bazı ihtiyaçlarını onun vasıtasıyla giderme noktasında olsun, onun bazıihtiyaçlarını giderme noktasında olsun-bir zorluk ve isteksizlik belirtisi göstermeden görevini şevkle yerinegetirmekte; nitekim, her bir mahlukun "tablacı"sı olduğu nimet ölçülü, amaca uygun ve güzel bir nimetniteliği taşımaktadır. Bu da bir nevi "şükür" mahiyeti taşır. Ki, "rızka iştiha ve iştiyak birnevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayrişuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır."50İnsan da, hayvanî olan yönüyle bu şükrü yapar. Ama insaniyeti açısından, bu şükür yeterli değildir. İnsanî açıdan,şuuruyla bu şükrü ona lâyık alana takdim etmesi, şükrünü hakikî Sahibine iletmesi gerekmektedir.51 Kâinatböylesi küllî bir şükür hali sergilerken, insanın bütün insanlığıyla bundan geri kalması düşünülemez. Gayrişuurîşükür, şuurî şükre geçmek için bir basamaktır. Gayrişuurî şükür, yani birşeyden lezzet alma ve memnuniyetduyma hali, insanı, ihtiyacının farkında olarak ve ihtiyacına karşı verilenin kıymetini takdir ederek, Verene şükretmeyegötürecektir. Bu nedenle o basamağı atlamamak, lezzetten mahrum kalmamak gerekmektedir. Ancak, ihtiyacın giderilmesineyetecek orandaki kullanımdan saf bir lezzet alınacağı da unutulmamalıdır.

Böylece insanın kendisine verilenlere karşı teşekkür etmek için herhangi bir zorlamaya girmesine gerekkalmaz. Bir yandan, insanda bulunan, verilene karşı teşekkür etme duygusu, bir yandan da verilenlerdeki "güzelsuretler, güzel kokular, güzel tatmaklar" şükrün davetçileridir.52 Bu şekilde, insanın nazarı,verilen nimet üzerine çekilmekte; insan düşünmeye sevkedilmektedir. Bu tefekkür sonunda, kendisine hiçbir karşılıkbeklemeksizin ihtiyacını gönderen bir merhamet Sahibini tanımakta; O’nun iltifatına mazhar olduğunu farketmekte ve O’nateşekkür etmektedir. Burada en küçük ihtiyacına dahi kulak tıkamayan Rabbi, insana sonsuza dek bu zevkleri tattırabilir;çünkü, insanın en büyük ihtiyacı varlığının devam ve bekası, yani ebediyettir. Böylece bakıldığında, küçükbir lezzet unsuru aslında ebedî bir lezzeti ihsas eder. Şükürsüzlük, yani hakikî adresini bulmamış, hayvanî birlezzetten öteye gidememiş bir zevk hali, insanı hem ebedî bir hayatın lezzetinden mahrum etmekte; hem de lezzetin gideceğiendişesiyle, verilenden ânlık bir lezzet alınmasını dahi engellemektedir. Şükrün pratikte yansıması ise,verilenleri, en küçüğünden en büyüğüne, kanaatle ve iktisatla kullanmak ve rıza ve memnuniyet göstermektir.53

"Şükür," Risâle-i Nur’a göre, bir zorunluluktur. Rabbine şükretmiyor olmak bir "ortadaolma" veya "tarafsızlık" hali değil; "şükürden şirke düşme"nin habercisidir. Şirki şükrünzıddı olarak tanımlayan Said Nursî, Rabbine şükretmeyen insanın şirk hali yaşadığını; yani şükrünü başkaadreslere iletiyor olduğunu belirtmektedir.54

ae. Zekât ve faiz:

Risâle-i Nur, sosyal tabakalar arasındaki dengenin korunması gereğini ısrarla vurgular. Risâle’nininsana yönelik en temel prensibi olan "ubudiyet üzere yaşamak," ancak bu şekilde mümkün olmakta; öte yandan,ancak ubudiyet üzere yaşandığı sürece bu denge muhafaza edilebilmektedir.55

Said Nursî’ye göre, sosyal dengeyi bozan en önemli iki unsur, faizin varlığı ve zekâtın uygulanmamasıdır.Bu iki unsurdan faizin temelinde "Sen çalış, ben yiyeyim," zekât emrine uymamanın temelinde ise "Ben tokolayım, başkası açlıktan ölse bana ne" anlayışları yatmaktadır. İnsanlık tarihindeki karışıklıkların veahlâk bozukluklarının temelinde, bu iki anlayış bulunmaktadır.56

Sözkonusu anlayışlar, yansımasını öncelikle birey bazında bulmaktadır. Bireyin diğer bireylerle ilişkilerinibelirlemekte; ardından, bu anlayışta olan bireylerin birliği ile oluşan makro düzey uygulamaların da belirleyicisiolmaktadır. Ekonomi de bu düzeylerden biridir. Risâle-i Nur’da asıl olan, bir başka deyişle öncelik verilen hususbireyin anlayışının düzenlenmesi olduğundan, makro düzeyde geniş bir tahlile girişmez Said Nursî. Bireyin anlayışıtemel ölçüler doğrultusunda düzenlenirse, makro düzenleme zaten gerçekleşecektir. Ama, makro düzey esas alınırsa,temelde bir düzenleme sağlanamadığından, yapılanlar uzun ömürlü olamayacak, hatta hiç başlayamayacaktır.

Risâle-i Nur’a göre, toplumun hayatını koruyan düzenin en büyük şartı, sosyal tabakalar arasında uçurumveya gedik oluşmamasıdır. Havas tabakasının avâmdan, zenginlerin fakirlerden "hatt-ı ittisal"i kesecek kadaruzaklaşmamaları gerekir. Tabakalar arasında bağlantıyı temin edecek olan ise, faizin kaldırılması, zekât ve yardımlaşmanıntesisidir. Kur’ân’ın zekât verme ve faizi kaldırma emrine uyulmadığından, tabakalar arası münasebetler gittikçegerginleşir; birbirlerine ulaşma yolu ve imkânı kalmaz. Bu nedenle, aşağı tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat,bağlılık yerine isyan, kin ve hased; yukarıdan aşağıya ise merhamet, ihsan, lütuf yerine zulüm ve tahakküm tavrıgelişir. Üst tabakanın imkânları, tevazu ve merhamet vesilesi olmak yerine kibir ve gurur konusu olur. Alt tabakanınacizliği ve fakirliği, ihsan ve merhamet edilmesini icab ettirirken, esaret ve sefalete düşürülmelerini netice verir. Bütünihtilâllerin, isyanların ardında yatan bu tabloyu düzeltecek olan, zekât emrine uyulması ve faizin kaldırılmasıdır.57

Burada sözkonusu iki unsuru Said Nursî’nin neden düğüm noktası olarak gördüğü sorusu da aklagelmektedir. Bu soruyla bakıldığında, onun gerek zekâtı, gerek faizi tek başına ele almadığı; bir"zihniyet"in ve bir "davranış kalıbı"nın dışa vurması olarak gördüğü anlaşılmaktadır.Faiz, bencil ve "menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden," bütün derdi kendi çıkarı olan, başka insanlarıise rakip ve hatta düşman olarak gören ve elindekileri kendinden bilen bir insana yakışır. Böylesi bir dünya görüşününaynasıdır. Zekât ise, diğergâm, başkasını da düşünen, yardımlaşmayı seven bir insanın davranışıdır. Budavranışın ardındaki zihniyet ise, öncelikle kendisinin ve herkesin bir Yaratıcının kulu ve "mahlûkiyet noktasındabir" olduğudur.58 Ve, elinde olanların, kendisine O’nun tarafından ihsan edildiğidir. Burada, eserlerindesıklıkla gördüğümüz "fıtrî şeriat" ile "bildiğimiz şeriat" denkleştirmesini yineleyen SaidNursî, "insanın medeni-i bittab" olduğuna, yaratılış itibarıyla başkalarını da düşünür halde bulunduğuna59işaret etmekte; işte zekât emri ile faiz yasağının insanın bu fıtrî özelliğiyle örtüştüğünü vurgulamaktadır.Ona göre, faizin varlığı ve zekâtın yokluğu, bir yönüyle de, ilgili kişi veya kişilerin dünyasında insaniyet açısındanbir bozulmaya delâlet etmektedir.60

Yukarı tabakadan aşağı tabakaya yapılacak ihsanların "zekât" adı altında olması, birzorunluluktur. Çünkü, zekât olarak verilmediği zaman, "Allah adına verilmiş" olmaz; zengin, kendi malındanverdiğini tevehhüm ederek, fakiri minnet altında bırakır. Minnet altında kalan fakir ise, ya minnet duygusunun getirdiğiezikliğin kabarttığı menfî duygularla, yahut âdeta rızkını verenin zengin kişi olduğu şeklinde bir anlayışla,bir eksen kayması yaşar. Öte yandan, zekât ihsanında bulunan zengin, kendisinin sadece bir "dağıtım memuru"olduğunu unutup kendi malından verdiğini düşünmekle, "nimetlendirildiğini" unutur ve kulluğundan gaflete düşer.61

Oysa, dilediğine rızkı bol veren Allah’tır. Ona bu rızkı edinme yolunda "sa’y" etmesi içinakıl, dimağ, bilek gücü gibi kabiliyetleri veren de O’dur. İnsana başkasına verme, başkalarına ihsan ve ikramdabulunma duygusunu veren de O’dur. Zekât, bunun aşamalı bir şekilde anlaşılmasını veya tescilini sağlamaktadır.62

Böylece kurulacak sistem "dünyevî" olmadığından, yapılan her bir işte, ebedî bir hayattarahmete mazhar olmak düsturu esas tutulmaktadır. Bu rahmete mazhar olmada, karşılıklı olarak yapılan duaların yeri,araya riya girmeyeceği için, çok önemlidir. Acz ve fakrının farkına varanlar, birbirlerine ebedî rahmete mazhariyetduası edecek; birbirleri namına, rahmet Sahibinden, rahmetine mazhar olabilmeyi isteyeceklerdir. Zenginin zekâtı, yanimalını Allah’tan bilerek bir kısmını muhtaçlara vermesi, fakirin duasını alarak rıza-yı İlahîye mazhar olabilmeyolunda atılmış önemli bir adım mahiyetindedir. Çünkü, elindekilerin ihsan olduğunu tekrar hatırlamak zorunluluğundakalarak, acz ve fakrını ve ilahî rahmete her vakit muhtaç olduğunu, buna mazhar olmanın yolu olarak da duaya olanihtiyacını hissettirir.

Risâle-i Nur’da, zekât, imanî bir bakışın yansıması olarak nazara sunulur iken, faiz de tam zıddıbir anlayışın, tam tersi bir kâinat ve hayat yorumunun neticesi olarak görülür. Dolayısıyla, farklı düzlemlerdeyansımaları olan faizin, gerek mikro, gerek makro alanlarda uygulamadan kaldırılması gereği vurgulanır.

—DEVAMI HAFTAYA—