Risale-i Nurdan Esma Parıltıları

Esma-i Hüsnâ’nın, varlıklar üzerindeki muhteşem tecellilerini okumaya başladığımız zaman, bu dünyayagönderiliş sırrını anlamış ve bu şirin gezegen üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan aziz bir misafirolarak Rabbimizi tanımaya, marifetullah ve muhabbetullah deryalarında kulaç atmaya başlamışız demektir.

Neden Esmâ?

Âyet-i kerîmede, bütün Güzel İsimlerin (Esmâ-i Hüsnâ) Allah’a âit olduğu beyan buyurulur.1Bir başka âyet-i kerîmede, "Onun isimleriyle adlandırılabilecek başka birisini bilir misin?"2buyurularak bu mânâ teyid edilir. Daha başka bir âyet-i kerîmede de, Allah’a ortak koşanlar, ilâhlarına isim takmayaçağrılır,3 yani, "Allah’ın güzel isimleri gibi bir ismi, taptığınız varlıklara yakıştırabilecekmisiniz?" şeklindeki bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakılır.

Bir hadîs-i şerifte ise, Allah’ın doksan dokuz ismi bulunduğu bildirilmiş ve bu isimleri sayanlarCennetle müjdelenmiştir.4 Ancak âlimler, Allah’ın isimlerinin 99 sayısı ile sınırlı olmadığını,hadisteki murâdın, "en faziletli 99 isim" olarak anlaşılması gerektiğini belirtmişlerdir. Nitekim ResulullahEfendimize (a.s.m.) vahiyle gelen Cevşenü’l-Kebîr’de, Allah’ın bin kadar ismi sayılmaktadır. Büyük MüfessirFahreddin Razî ise, Allah’ın isimlerinin sonsuz olduğunu Tefsîr-i Kebîr’inde bildirir.

Kur’ân ve hadîsin bizi Allah’ın isimlerini öğrenmeye teşvik etmesi, sadece bir liste ezberletmekgayesine münhasır olamaz. Bu teşvikler, bize yaratılış sırrımızı açıklayan "Ben insanları ve cinleri, ancakBana ibâdet etsinler diye yarattım"5 meâlindeki âyet-i kerimenin ışığında değerlendirilmelidir. Buâyet-i kerîmeyi Bediüzzaman, Âyetü’l-Kübrâ’nın Mukaddimesinde şöyle özetler:

"İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona îmânedip ibâdet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve îmân-ı billâhtır ve iz’ânve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir."6

Bu açıklamalar bizi, Allah’a îmân ile beraber gelen "mârifetullah" bahsine getirmekte ve bunu,yaratılış ve bu dünyada bulunuş sebebimiz olarak önümüze koymaktadır. Gerçekten de, insanın dünyaya ayak basışındanbu yana gelip geçen bütün peygamberlerin ve indirilen kitapların "Allah’a îmân edin" çağrısına karşılık,beşer aklında ilk olarak uyanan şöyle bir sorudur:

Peki, kimdir o Allah? Nasıl bir zâttır? Onu nasıl tanıyacağız?

İşte, Kur’ân’da ve hadîste geçen Allah’ın isimleri, yani Esmâ-i Hüsnâ, bu soruyu cevaplandırmaktadır.

Şöyle düşünelim:

İnsan, bütün sevdikleriyle beraber darağacı önünde idam sırasını beklemekte iken, âniden meçhulbir kimsenin lûtfuyla hepsinin birden hayatının bağışlandığını öğrenecek olsa, o târif edilmez sevinçle beraberkalbinde ilk olarak uyanacak duygu, ona ve sevdiklerine bu lûtfu yapanı tanımak iştiyâkı olacaktır.

İşte, bu kararsız dünyada ne aradığını bilemeyen, bütün sevdikleri göz önünde birer birer yokolup giden, kendisi de onlarla beraber ebedî bir yokluğun pençesine düşmek üzere bulunan insan, ebedî bir hayat veebedî bir saâdet müjdesini aldığı zaman, kendisine bu müjdeyi göndereni mutlaka tanımak ister.

Kur’ân ise, ilk sûresinin başındaki besmeleden, son sûresine kadar, insana Rabbini güzel isimleriyletanıtır. İnsana düşen, artık bu isimleri okumak, öğrenmek, mânâlarını keşfetmek, o isimlerin târif vetavsiflerindeki mertebelerde dolaşmak, böylece bütün varlığını dolduran şükran hislerini sunabileceği bir yerbulmuş olmanın sevinciyle Rabbi hakkındaki bilgisini ve mârifetini arttırarak, Onu sevmek ve kendini Ona sevdirmeye çalışmaktır.

Esmâyı Okutan Anahtar

Bir kuşa ilk baktığınızda, onun uçmak için yaratıldığını anlarsınız. Balığın yüzmek,koyunun süt vermek, devenin susuz çöllerde kumlara batmadan günlerce yol almak üzere yaratılmış ve bu gayelere uygunâlet ve cihazlarla donatılmış olduğu da ilk bakışta hemen anlaşılır.

İnsanın duygu ve kabiliyetleri ise, bütünüyle yukarıda zikredilen âyet-i kerîmeyi tefsir eder mâhiyettedir.Eğer bu dünyaya, "kâinattan Yaratıcısını sormak ve öğrenmek üzere" bir varlık gönderilecekse, bumutlaka insan olacaktır. Çünkü böyle bir vazife için neye ihtiyacı varsa, hepsi, sonsuza varan bir kabiliyetle onaverilmiş ve öylece gönderilmiştir.

Bunlardan akıl, beş duyu, konuşma ve anlama kabiliyeti gibi ilk hatıra gelenlerin yanı sıra, ülfetperdesi altında gözümüzden kaçan çok önemli bir unsuru, Bediüzzaman, Otuzuncu Sözde derinlemesine inceler. Hattâ buunsuru, "Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular.İnsan ise onu yüklendi"7 meâlindeki âyet-i kerîmede geçen emânet deyiminin bir vechi olarak tefsireder. Bu, ene adıyla bilinen "benlik" duygusundan başka bir şey değildir:

"Sâni-i Hakîm, insanın eline emânet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerinigösterecek, tanıttıracak işârât ve nümuneleri câmi bir ene vermiştir-tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyâsî olup evsâf-ırubûbiyet ve şuûnât-ı ulûhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belkihendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyâsî teşkil edebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudulâzım değildir."

"Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının mârifeti enâniyete bağlıdır?

"Elcevap: Çünkü mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihâyeti olmadığı için, ona bir şekilverilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mâhiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Ne vakit hakikîveya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîmgibi sıfât ve esmâsı muhît, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez vehissolunmaz. Öyleyse, hakikî nihâyet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. [Üstad,bahsin biraz ilerisinde "Vaktâ ki ene vazifesini şu suretle ifâ etti; vâhid-i kıyâsî olan mevhum rubûbiyetini vefarazî mâlikiyetini terk eder" diyerek bu farazî ve vehmî sınırın bir süre sonra ortadan kalkacağınıbelirtir.] Onu da enâniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhûme, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder,bir had çizer. Onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’ eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur"diye bir taksimat yapar; kendindeki ölçücüklerle onların mâhiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ, daire-i mülkündemevhum rubûbiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle Hâlıkının hakikîmâlikiyetini fehmeder. Ve "Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir" der. Ve cüz’îilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî sanatçığıyla o Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-ı sanatını anlar. Meselâ, "Benşu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hânesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ,bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat,ene’de münderictir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyâsî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsıkendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-ibeşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir."8

Elinde ene gibi bir anahtarla kâinatın kapılarını açan insan, artık duygularının kendisine getirdiğibilgileri yorumlayarak Rabbini tanımaya hazırdır. Ancak bu, soyut düşüncenin varabileceği en son noktadır. Ve ancakinsan düşüncesi, ilim ve temrinle böyle bir merhaleye varabilecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Yeteri kadar gelişmişbir insanın muhayyilesi, kâinattaki atomları tek tek saymaya ihtiyaç duymaksızın, birtakım ilmî hesaplamalarla 79 sıfırlıbir rakamı kullanabilir; yahut kâinatın büyüklüğünü anlamak için galaksi kümelerini tek tek ziyaret etmeyi aklındangeçirmeden, ışık yılını ölçü olarak kullanabilir.

Allah’ın sıfat ve isimlerini tanımak için ise bundan daha ileri bir tecrid merhalesine ulaşmış birzihne ihtiyaç vardır. Çünkü kâinatın atomları da, genişliği de sınırlıdır; İlâhî isimler ve sıfatlar baştazaman ve mekân olmak üzere, akla gelebilecek her türlü sınırlamanın üzerindedir. Ve bu isim ve sıfatlarda Allah’ınhiçbir ortağı yahut benzeri yoktur. Bu ise, onların anlaşılmasını bütünüyle imkânsız kılan bir durumdur. Öyleyse,Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak için, önce benlik duygusunun yardımına,yani kendi sınırlı kabiliyet ve faaliyetlerimizle yapacağımız karşılaştırmalara ihtiyaç vardır. Bu karşılaştırmalariçin konulacak hayalî ve vehmî sınırların hiçbir hakikati olmadığını ise, bir müddet sonra yine o duygu bize gösterecektir.Başka bir deyişle, önceleri "Sobam evimi nasıl ısıtıyorsa güneş de dünyayı öyle ısıtıyor" diyeceğiz.Sonra, yeryüzündeki hidrojen bombalarıyla güneşteki nükleer faaliyetler arasında benzetmeler kuracağız. Sonra da, güneşinmerkezindeki sıcaklığın 15 milyon derece civarında bulunduğunu hesaplayacağız. Gerçi 15 milyon derece sıcaklığınnasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman tecrübe edemeyeceğiz ve anlayamayacağız. Fakat bu konudaki âcizliğimiz, öylebir güneşte böyle bir sıcaklığın bulunması gerektiği yolundaki kesinleşmiş bilgimizi hiçbir zamanzedelemeyecektir. Çünkü elimizde bir ölçü, bir vâhid-i kıyâsî vardır ve Kelvin ölçeğine göre bu sıcaklığıifade edebileceğimiz bir rakam mevcuttur.

Elinde ene ölçeğiyle kâinattan Rabbini soran insan ise, gerek kâinatın bütününde, gerekse büyük küçükher bir varlıkta, bilhassa canlı varlıklarda aradığı soruların cevabını bulacak ve sonunda, Bediüzzaman’ın tâbiriyle,"bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sîmâ-i Rahmânî ve temerküz-üesmâî ve ‘İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn’deki hitâba muhâtap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu"ile karşılaşacaktır. Yani, şekil ve suretten sonsuz derecede münezzeh bulunan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu, varlıklardatemerküz eden isimlerinin ve yedi kudsî sıfatının meydana getirdiği bir "mânevî sîmâ" ile tanıyacaktır:

"O cüz’î zîhayatlarda pek zâhir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler,istediği gibi yapar. Âdetâ, o zîhayatın masnûiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtınmânevî bir teşahhusu, bir taayyünü îmâna görünür.

"Ve bilhassa, zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında, gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus,o kudsî taayyün, sırr-ı tevhid ile, îmanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim vekudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem nümuneleri insanda var, o nümunelerle onlara işaret eder. Çünkü,meselâ gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet,senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağıveren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sâir sıfatlar buna kıyas edilsin.

"Hem, esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehâdet eder.

"Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine zaafına,fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ sâir evsâfına şehâdet eder.

"İşte, dâire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin biresmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm zîhayat nüshalarınıçok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin tâifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve hertarafa neşreder."9

Netice olarak başta naklettiğimiz, "Şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye,bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sîmâ-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve ‘İyyâke na’buduve iyyâke nestaîn’deki hitâba muhâtap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezâhür eder" hükmüneulaşmaktayız. Bu hükme varıncaya kadar katettiğimiz merhaleleri özetlersek:

1- Gözle gördüğümüz varlıkları birer eser olarak aldığımızda, o eserin ardındaki fiili görüyoruz.Fiili teşhis ettikten sonra o fiilin ardındaki ismi okuyor, sonra o ismin ardındaki sıfatları anlıyor, sonra sıfatlarınardındaki şe’nlere varıyor, sonra da o fiil, isim, sıfat ve şuûnâtın sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin varlık vebirliğini ve cemâl ve kemâlini tasdik etmiş oluyoruz.

2- Fiiller ve isimler, her bir varlıkta iç içe daireler gibi beraberce tecellî ettiğinden, bunlarıbirbirinden tecrid ederek değil, bir arada, fakat aradaki incelikleri ayırd ederek ve tecelliyattaki zenginliği zevkederek incelemek gerekmektedir.

3- Esmâ-i Hüsnânın güzelliğini ve tecellîlerindeki nihâyetsizliği görebilmek için, cüz’îfiilleri küllî tecelliyat içinde ele almalı, yani bir varlıktaki cüz’î bir tecellîyi, kâinattaki bütünemsalleriyle beraber omuz omuza vermiş şekilde görecek şekilde bakış açımızı genişletmeliyiz.

4- Aynı şekilde, bir eserdeki bir fiil, aynı eserde ve bütün eserlerdeki isim-sıfat-şuûnâtsilsilesini de bir bütün olarak gözlerimizin önüne sermektedir.

5- Bundan bir adım ötesi ise, tek bir varlıktaki tek bir fiilin ardında kâinattaki bütün fiilleri, tekbir varlıktaki bir Esmâ tecellîsinin ardında bütün kâinatı kuşatan bütün Esmâyı birden bulmaktır. Ana hatlarıylave çok kabaca bu beş merhale ile özetleyebileceğimiz tefekkürü yakalayabilen insan, kâinatı Kur’ân’ın ışığındabir kitap gibi okuyan, her şeyde Rabbini bütün isim ve sıfatlarıyla birlikte bulan, huzur-u dâimînin anahtarını keşfetmiş,kendisine tevdi edilen emâneti yeri yerince kullanıp "ahsen-i takvim" sırrına erişerek meleklere üstünlüğünügöstermiş, Rahmân’ın nâdide sanat eserleriyle süslü şu dünya sergisine seçkin bir dâvetli olarak ayak basmakla nasılbir lûtfa eriştiğini anlayabilmiş insandır.

Bu tefekkürü yakalayabilmek, elbette ki kolay değil; sürekli bir ilim tahsiline ve her gün, her vakittekrarlanacak egzersizlere ihtiyaç gösterir. "Bir gün çalışmazsam aradaki farkı ben anlarım; iki gün çalışmazsamorkestra şefi anlar; üç gün çalışmazsam dinleyici anlar" diye virtüözün sanatındaki hassasiyeti, Rabbini tanımayamüştak bir kul da mârifetullah sahasında göstermek zorundadır. Fakat bu zorluğun yanında, Cennetin mânevîlezzetleri de vardır: Onun tanımanın, Onunla beraber olmanın, Onun bize gösterdiğini görüp anlattığını anlamanın,Ona muhatap olmanın, her yerde her zaman Onu bulup Âlemlerin Rabbiyle baş başa sohbet etmenin lezzeti…

İşte Risale-i Nur’un dâveti budur.