Risale-i Nurda Tefekkürün Kaynağı

Risale-i Nur tefekkürünü bir yerlere yerleştirmek gerektiğinde, İslam alemindeki düşünce akımlarıylaarada birtakım benzerlikler bulunabilir. Onda bazı yönlerden tasavvufun izini, kelamın metodunu, hatta felsefeyi bulmak mümkündür.Bediüzzaman’ın çok genç yaşlarından itibaren yoğun bir ilmî faaliyet içinde bulunduğu dikkate alınırsa, bu kadarcevval, zekî ve kültürlü bir insanın, okuduğu eserlerden ve tanıştığı düşüncelerden hiç etkilenmemesinin mümkünolamayacağı da açığa çıkar. Ancak, Bediüzzaman’ı bu yollardan hiçbirisinin bütünüyle tatmin edemediğini veonun, gözünü çok daha yüksek bir yerlere dikerek, farklı bir yol araştırmaya başladığını, daha kalemi ilk olarakeline aldığı yıllardan bize kalan eserlerinden anlıyoruz. Mesela, İlk eserlerinden Muhakemat’ta, marifetullah yollarınışu şekilde karşılaştırmakta ve tercihini ortaya koymaktadır:

"Birincisi, tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

"İkincisi, imkan ve hudüsa mebnî olan mütekellimînin tarikidir. Bu iki asıl, filvaki Kur’an’dan teşaubetmişlerdir. Lakin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, tavîlüzzeyl ve müşkülleşmiştir.

"Üçüncüsü, hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masun değildir.

"Dördüncüsü ki, belagat-i Kur’aniyenin ulüvv-ü rütbesini ilan eden ve istikamet cihetiyle en kısasıve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’anîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik."

Bediüzzaman, bu iddiasını, daha sonra da bütün hayatı boyunca devam ettirmiş ve eserlerinin düzinelerceyerinde tekrar ederek, Risale-i Nur’un sadece Kur’an’a dayandığını ve ilhamını ondan aldığını belirtmiştir. Buiddialar ışığında Risale-i Nur’u incelediğimizde, gerçekten de Kur’an’ın üslubundaki bazı özellikleri yansıttığınıgörürüz. Bunların en önemlileri arasında şunlar sayılabilir:

1. Kur’an’ın başta vücub-u vücut ve vahdet olmak üzere, iman hakikatlerini ispat ederken önümüzeserdiği deliller, etrafımızdaki alemin ve yaşadığımız hayatın parçalarıdır: Kuşlar, koyunlar, bulutlar, dağlar,denizler, üzüm, hurma, zeytin, arı, sinek, ay, güneş, balık, çürümüş kemikler, ham ve olgun meyveler, gözler,kulaklar, üstünde seyahat edilen binekler, v.s. Bunların hepsi de bütün çağların bütün insanlarının aşinaoldukları şeylerdir. Kur’an bütün bunları marifet-i İlahiyenin birer delili olarak kullanır. Risale-i Nur tefekkürününmalzemesi de bunlardan başka bir şey değildir.

2. Baştan sona kadar iddialarına aklı şahit gösteren ve insanları tefekküre davet eden, taklitçiliğişirkin temeli olarak gösterip kökünden kesip atan Kur’an’ın bu tarzını, Risale-i Nur da aynen benimsemiştir. Bediüzzaman,tasavvuftaki süluk ve evradın yerini, Risale-i Nur’da mantıkî bürhanların ve ilmî hüccetlerin aldığını ifadeetmektedir.

3. Kur’an’ın hitabı cihanşümuldür. Bediüzzaman da, bilhassa Barla devrinden itibaren kaleme aldığıRisale-i Nur Külliyatında bu yolu seçmiş ve kendisine muhatap olarak seçkin bir zümreyi değil, bütün beşertabakalarını almıştır. Kişinin bilgi ve anlayış seviyesinin eserlerden istifade derecesini tayin hususunda oynayacağırol ise, ayrı bir konudur—tıpkı Kur’an’dan istifadede olduğu gibi.

4. İkinci maddede belirtilen özellik, Risale-i Nur’un ilm-i kelam ile çok yakından paylaştığı birtemel özellik olmakla birlikte, bu konuda ilm-i kelamdan ayrıldığı ve doğrudan Kur’an’ı örnek aldığı bir hususdaha vardır ki, o da üslup meselesidir. Mesela cüz’î bir varlık yahut hadisedeki tecellîyi küllî varlık vehadiselerle yan yana incelemekten ibaret bir metodu açıklarken Risale-i Nur’un kullandığı şu üsluba herhangi bir ilm-ikelam eserinde rastlamak mümkün değildir:

"Esma-i Hüsna’nın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki, bir tek cilvesi koca biralemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi birçiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen,bak, gör, cemal-i sermedînin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemaliylemukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabeleedip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun."

Bu ifadelerin, "kitapta durduğu gibi durmayan" ve okunduğu zaman imanın içindeki birpotansiyeli harekete geçiren bir güç taşıdığı, gerek ifadenin kendisinden, gerekse Risale-i Nur’un, kendisiniokuyanlar üzerinde hasıl ettiği tesirden rahatça anlaşılmaktadır. İslam alimleri arasında da benzer bir üslubuihtiyar edenlerin sayısı az değildir; onlar gibi, Risale-i Nur’a da bu orijinal üslubunda Kur’an’ın kaynaklık ettiği aşikardır.Ve bu üslubun vicdanlar üzerindeki tesiri, Kur’an’ın asırlar ve kıt’alar ötesine uzanan i’cazının bir delilinden başkabir şey değildir.

5. Kur’an, bütün beşer tabakalarını birden kendisine muhatap aldığı gibi, insana da bir bütünolarak hitap eder. Onun hitabından sadece akıl yahut sadece kalb değil, insanın bütün varlığı ve bütün duygularıbirden feyiz alır. Risale-i Nur da bu üslubu benimsemiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, "Risale-i Nur’un gıda vetaam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akılcüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler." "Kur’an’dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklîmesail-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.""Risale-i Nur, sair ulemanın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misüllü yalnızkalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letaifin teavünü ayağıylahareket ederek evc-i alaya uçar."

Müellif, Risale-i Nur’daki tefekkür bahislerinin tekrar tekrar okunduğu halde usandırmamasını da, yineKur’an’dan gelen bu özelliğe bağlar.

6. Alemlere rahmet olarak gönderilen ve mü’minlere çok şefkatli ve çok merhametli bir peygamberinelinde, yine mü’minlere bir rahmet olarak indirilen Kur’an, daha ilk sayfasında bize Alemlerin Rabbini Rahman ve Rahîmisimleriyle tanıtır. İlahî rahmete her zamankinden muhtaç bir durumda olmasına rağmen, daha çocukluk yaşlarındanitibaren çevresinden gelen telkinlerle Allah’ı cezalandırıcı bir varlık olarak tanımaya meyyal olan bugünün insanınaRisale-i Nur’un Allah’ı tanıtmasında da aynı üslup hakimdir. Yeis yerine ümit vermeyi, ürkütmek yerine müjdelemeyiesas alan Risale-i Nur, Allah korkusunu dahi, bir yavrunun, annesinin şefkat dolu sinesine sığınmasına benzetir. YineKur’an’dan geldiğinde hiç şüphe olmayan bu özellik, Risale-i Nur’un Rahman, Rahîm ve Rauf isimlerine mazhariyetini göstermektedir.

Risale-i Nur Nedir?

Bütün bu açıklamalardan sonra, yine en baştaki soruya döndüğümüzde, Risale-i Nur tefekkürünebelki de yeni bir isim koymak ihtiyacıyla karşı karşıya kalıyoruz. Gerçi bir yönüyle bakıldığında bu tefekkürüntasavvufa, bir başka yönüyle kelama benzer özellikleri karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de temas ettiğimiz gibi,Müellifin her ikisinden de şu veya bu ölçüde etkilenmiş olması, onun gerek beşeriyetinin, gerekse engin kültürününtabiî bir sonucu olarak mümkün gözükmektedir. Diğer yandan, Müellifin kendi beyanları da bu hususta bazan tezatizlenimi vermektedir. Mesela, Bediüzzaman’ın "Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır" şeklindeki meşhursözünün yanı sıra, Risale-i Nur’un tarikat olmadığına dair beyanları bir hayli fazladır ve bu konuda herhangi birşüpheye yer bırakmamaktadır. Emirdağ mektuplarından birinde ise, bu konuda daha farklı ifadelere rastlıyoruz:

"Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp ‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor’dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberi dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hülasası olan ve tariklerin en büyükdairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lazım ve elzemolduğunu bu zaman gösterdi."

Ancak bu ifadelerden, Risale-i Nur’un diğer tarikatleri kuşatan bir başka büyük tarikat olduğuneticesini çıkarmanın doğru olmadığı düşüncesindeyiz. Belki bunu, (1) tarikatten beklenen neticeyi velayet-i kübrave veraset-i Nübüvvet yoluyla Risale-i Nur’un daha kestirme bir yoldan verdiği, (2) Risale-i Nur’un diğer tarikat veyacemaatler gibi ayrı bir hareket teşkil etmeyip, umumun malı olan ve hangi tarikate yahut hangi cemaat veya ekole mensupolursa olsun herkesin benimseyip istifade edebileceği bir eser olduğu şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

Gerçi, tarikat ehlinde olduğu gibi, Risale-i Nur Müellifinin hayatında da evrad ve ezkarın önemli biryer tuttuğunu görüyoruz. Ancak bunların hepsinin tefekkür maksatlı oluşunun ve Risale-i Nur’daki birçok hakikatlerininkişafına sebebiyet verişinin yanı sıra, Risale-i Nur talebelerinin bu evrad ve ezkarı takip etmek şeklinde bir mükellefiyetlekarşı karşıya bırakılmadığı da bir vakıadır. Acz, fakr, şefkat ve tefekkür esaslarına dayanan Risale-i Nur’un"evradı" İse, (1) ümmete uymak, (2) farzları yerine getirmek, (3) büyük günahlardan kaçınmak, (4) namazıtadil-i erkan ile kılmak ve (5) namazın ardındaki tesbihatı yapmak şeklinde sıralanmıştır. Burada, namaz tesbihatındanbaşka bir zikir veya vird mecburiyetiyle karşılaşmıyoruz.

Diğer yandan, Bediüzzaman’ın vesileyi ve ehl-i tarikatçc makbul olan mürşide ziyade hüsn-ü zanbeslemcyi açık bir dille reddetmesi de, Risale-i Nur’u tasavvuftan ayıran belirgin özellikler arasında sayılmalıdır.

Buna mukabil, keramet ve gaybî işaretlerin, belirli ölçüde de olsa, Risale-i Nur’da yer aldığı görülür.Hatta bu hususta müstakil olarak telif edilmiş Birinci ve Sekizinci Şualar gibi risaleler de mevcuttur. Talebeleri tarafındankaleme alınan mektuplarda ve Tarihçe-i Hayatta ise, Bediüzzaman’a nisbet edilen kerametler azımsanacak bir sayıda değildir.Müellifin kerametlere önem vermeyen, talebelerinin kendisi hakkındaki ziyade hüsnüzanlarını ısrarla tadil eden veRisale-i Nur’un hakikat mesleği olduğunu açıkça bildiren beyanlarına rağmen Risale-i Nur’da ve Risale-i Nur talebeleriarasında bu hallerin yer bulmasının en önemli sebebi, o devrin yoğun baskıları altında bunalan hizmet ehlinin manevîdestek ihtiyacı olsa gerektir. Bu arada, toplumun keşif ve keramet gibi harikulade hallere aşırı düşkünlüğü de gözdenuzak tutulmamalıdır. Risale-i Nur gibi toplumun her kesimini kucaklayan bir harekette, bu eğilimin mutlaka bir yansımasıgörülecektir. Gerek Müellifin zamanındaki, gerek bizim zamanımızdaki önde gelen Risale-i Nur talebeleri arasındabulunan tarikatmeşrep zatların mizaçları da bu hususta önemli bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir.

Ne olursa olsun, Bediüzzaman’ın şu ifadeleri, bu konularda son sözü söyleyecek ve Risale-i Nur’unkonumunu açıklığa kavuşturacak niteliktedir:

"Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalade kuvvet-i imaniyeyi teminetmek olan bu netice, bizim fevkalade hizmetimize kafidir. On kutup derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayetesevk etse, yine bu dereceyi aşağıya düşürmez. Nurun hakikî şakirtleri bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. … İlm-imantıkta ‘kaziye-i makbule’ tabir ettikleri-yani büyük zatların sözlerini delilsiz kabul etmektir- mantıkça yakîn vekat’iyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbulşahıslara bakmıyor; cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri bu bürhan-ı yakinî kısmındandır.Çünkü, ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülük ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahedeettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; süluk veevrad yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikatyerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde ve ilm-i akide ve usul-i din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış,”

Diğer taraftan, ilm-i kelam ile Risale-i Nur arasında da birtakım farklar karşımıza çıkmaktadır. Herşeyden önce Müellifin kendisi, kelam ehlinin takip ettiği yol ve delillerin işi uzattığı ve ihtiyaca cevap vermektenuzak düştüğü, yahut sadece akla hitap etmekten öteye gidemediği görüşündedir. Bununla beraber, Risale-i Nur’un (1)ekseriyet itibarıyla ele aldığı konular, (2) delile dayanmak suretiyle iman hakikatlerini ispat yolunu takip etmesi, onukelama daha çok yaklaştırmaktadır. Şurası kesinlikle söylenebilir ki, Risale-i Nur’un kelam ile ortak noktaları,tasavvuf ile benzerliklerinden daha fazla ve daha esaslıdır. Hatta, Risale-i Nur ile kelamcılar arasındaki farkı bir üslupmeselesinden ibaret olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Nitekim Bediüzzaman’ın kendi ifadeleri de, Risale-iNur’un yerini ilm-i kelam içinde göstermektedir:

"İlm-i kelam dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız [el yazısıylaçoğalttığınız] umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelamın dersleridir."

"Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi tekkeler taifesine serfüru etmiş, yani inkıyat gösteripvelayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkanlarında ezvak-ı imaniycyi ve envar-ı hakikati aramışlar.Hatta medresenin büyük bir alimi, tekkenin küçük bir velî şeyhinin elini öper, tabi olurdu. O ab-ı hayat çeşmesinitekkede aramışlar. Halbuki, medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envarına gittiğini ve ulum-u imaniyede daha safîve daha halis bir ab-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikatten daha yüksek ve daha tatlı ve dahakuvvetli bir tarik-i velayet, ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelamında bulunmasını, Risale-i Nur,Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın mucize-i maneviyesiyle açmış, göstermiş, meydandadır."

"Risale-i Nur …ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde ve ilm-iakide ve usul-i din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış."

Bu ifadelerden, "velayet-i kübra" ve "veraset-i Nübüvvet" konularını başka bir tartışmakonusu olarak ayıracak olursak, Risale-i Nur, kendisine has tefekkür üslubuyla, karşımıza farklı, orijinal, yepyenibir ilm-i kelam eseri olarak çıkacaktır.

Bu eser, Merhum Mehmed Akif’in tabiriyle, ilhamını doğrudan doğruya Kur’an’dan alan, Kur’an’ın açtığıengin ufuklarda büyük ve küçük kainat kitaplarını okuyan, akla ve kalbe birlikte hitap eden ve bu hitap tarzıylainsanın içindeki potansiyel enerjiyi harekete geçirip imanı ve İslam’ı günlük hayatın her safhasında yaşanır halegetiren, orijinalliğini ve kitleler üzerindeki tesirini ispat etmiş bir eserdir.

Yirminci—ve muhtemelen yirmi birinci—yüzyıl insanının önünde açtığı tefekkür ufkuyla Risale-iNur’un ilm-i kelam tarihinde bir çığır sahibi olarak, kendisine has bir isimle anılmaya herhalde liyakati vardır. Çünküonun getirdiği Kur’anî kelam tarzında, bir kere keşfedildikten sonra, insanları doğrudan doğruya Kur’an ile tanıştıracakve Kur’an’da, Risale-i Nur’un anlattıklarından çok daha fazlasını bulmalarını sağlayacak bir istidat saklıdır.