Risâle-i Nur’da İktisat-3

af. Hırs ve sa’y:

Bireyin hayatını bozan, dolayısıyla da makro düzlemde dengesizliklere neden olan unsurlardan biri de,"hırs"tır. Hırs ile, birey, çalışmasının karşılığıyla yetinmeyip daha fazlasını, fakat daha fazla çalışmaksızınelde etmek istemektedir.

Hırs, imanî tavrın karşıtıdır. Çünkü, şükürsüzlükten doğmaktadır. Şükürsüzlüğün altındaise, kendisine çalışması karşılığında verileni yetersiz bulma, dolayısıyla küçük görme tavrı yatmaktadır. Butavır, insanı kendisinin hakkı olmayana da el uzatmaya sevkeder. Birey, acz ve fakrının, dolayısıyla da kendisineikram ve ihsan edilenlerin farkında olmadığından, elindekilerin değerini farkedemez. Elindekileri daima yetersiz göreceğiiçin, kendini daima daha fazlasına muhtaç hisseder. Sınırsız olan arzularını sınırlı olan dünya hayatında karşılamayaçalışmakla, üstelik elindekilerin değerini de farketmediği için, hiçbir zaman hayal ettiği huzura kavuşamaz. Herzaman daha fazlasını istediği için, kazancı muhtemel gördüğü herşey karşısında şeref ve haysiyetinden tavizvererek o kazancı ele geçirmeye çalışır. Ayrıca, hırs ile aceleci davranır; "tertib-i esbab"ı, yanisonuca giden yoldaki "fıtrî şeriat"ın koyduğu basamakları atlayarak, istenen sonuca da ulaşamaz.63

Risâe-i Nur’da, hırs, israf ile beraber, israfın neticesi olarak ele alınır. Bunların bireye getireceğiruh hali ise, şikayet, mahrumiyet ve elem olarak tespit edilir. Bu tavır, sonuçta tembelliğe, zulme ve sürekli şikayetlereyol açacaktır.64

Hırsı tahrik eden unsurlar hanesinde "iktidar, ihtiyar ve zekâvet" de sayılır. Bunlar ise,insanda bizatihî mevcut değildir; "mevhube"dir, yani hepsi de insana Rableri tarafından "verilmiş"tir.İnsanda bizatihî mevcut zannedilmeleri, imanî tavrın tam karşıtı olarak, bireyin acz ve fakrının ve kendisine ihsanedildiğinin farkında olmamasından kaynaklanır.65 Açıkçası, imanî bir zaafın göstergesidir. İnsanı, üzerindegörünenleri sahiplenmeye sevkedip, hırs gibi huzursuz edici bir sonucu meyve vermektedir.

Tüketim tavrını belirleyen ilahî bir ölçünün, yani helâl-haram kavramının olmayışı ile, insanher bir şeyi elde etmeye çalışmakta; bu ise manevî nitelikli bir hayatı ortadan kaldırıp, âhiret düşüncesini,kulluk şuurunu ilgili bireyin dünyasından çıkarmaktadır.66

Bunun karşılığında gösterilecek tavır ise, tembellik değil, "tevekkülvarî taleb-i rızk"tır.67Biraz daha açılacak olursa, rızkı talep etmek, yani çalışmak; ama tevekkül ile, yani kendini o rızkı kazanan veyakazanacak olan olarak görmeyip, o çalışma karşılığında O’nun vereceği kadarına rıza göstermek gerekmektedir.Tevekkül etmek, sabır ve itidali getirir. Dolayısıyla, hırs sebebiyle uyulmayan eşyanın yaratılış düzenine riayetitemin eder. Bu da varılmak istenen sonuca ulaştırır. Bu tavırda, düşüncenin ekseni ve hareketleri belirleyen unsur"kulluk" olduğundan, sonuçta maddî bir çıkarın edinilmesi de esas olmamaktadır. İnsan, sa’y edecek, yani çalışacaktır.Çünkü, "fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı sa’y ve cidaldedir." Zaten, Kur’ân da "İnsan içinkarşılık olarak çalıştığından başkası yoktur"68 âyetiyle sa’yi emretmektedir-ki, burada, tekvinîve tedvinî şeriat bütünlüğü bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Ama, bu sa’y, içinde hırsa yer olmayan, spekülatifbir faaliyet içermeyen, bir "eser" ortaya koymaya dönük bir çalışmadır.69

ag. İsraf ve kanaat:

İnsan, ubudiyet için yaratılmıştır. Ubudiyet üzere yaşamak ise, insanın acz ve fakrının farkındaolmasını, sahibi göründüğü tüm şeylerin verildiğini bilmesini ve bunları Verenin rızası, yani veriş maksadıistikametinde kullanmasını da içerir. Bu, Risâe-i Nur’da "iktisat"ın da tanımı olarak sunulmaktadır: "İktisatve kanaat hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir."70 İktisadın temelinde ise, insanın mazhar olduğu herşeyinkendisine nimet olarak verildiğini bilmesi vardır. Kendisine verilenlere karşı teşekkür etmek tavrı da onları değerlibilmekten kaynaklanır.

"İktisat" ile insan hem manevî bir şükür etmiş olmakta, hem kendisine verilen nimetlerinkaynağı olan İlahî merhameti tanımakta, hem de verilenleri tam yerinde sarfedeceği için optimum faydayı sağlayarak-ihtiyacıgidermek esas tutulduğundan-niceliksel olarak "düşük" bir malı niteliksel açıdan dönüştürerek, onunniceliksel değerini de arttırmaktadır. Said Nursî’nin tabiriyle, "bereketlendirmekte"dir. Ayrıca, ihtiyaç-eksenlibir tüketimde bulunduğu için, fazla tüketimin getireceği maddî ve manevî zararlardan kurtulmaktadır. Üstelik,verileni Rabbinden bilip yerinde sarfederek hem başkalarını rızık verici olarak görmeyeceğinden, hem de az birmiktarla yetinebileceği için daha fazlasına hırs göstermeyeceğinden, başka sebepler karşısında zillete düşmeyerekinsanlık şerefini korumaktadır. Her bir şeyi nimet bilen ve ihtiyacını gidermek üzere kullanan mü’min insan, basit görünenbir maddeden dahi lezzet alır. Lezzet alabilmek için mutlaka niceliksel açıdan çok değerli, yani maddî açıdan pahalıbir metaa sahip olması gerekmez. Âlemlerin Rabbinin eseri olmak itibarıyla, herşey çok değerlidir.

İsraf ise, Vereni tanımamaktan; dolayısıyla insanın elinde olanı verilmiş, yani "nimet"olarak bilmemekten; bu yüzden de, o şeyin değerini görememekten kaynaklandığı için, tam tersi hallere sebep olur.Meselâ, "et’imeden [yiyeceklerden] gelen sun’î bir iştiha-yı kâzibe [yalancı iştah] ile yedirir, hazımsızlığasebebiyet verir, hasta eder."71

İnsan, leziz nimetleri ancak şu şartlar dahilinde tercih edebilir: israf etmemek, teşekkürünü daha dafazla yapabilmek, Verenin rızası dahilinde kazanmış olmak, Verenin dışındakilere karşı minnet etmemek, onlardanalmak uğruna ubudiyet şuurundan ve insanlık şerefinden feragat durumunda kalmamak. Ancak, tüm bu şartların yerinegelebilmesi için, insanın "ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olması" gerekir.72 Buise, "şahsî kemalât"la ilgili bir durum olduğundan, genelleştirilemez. Said Nursî’ye göre, her bir nimettenMün’ime giden bu iktisatlı kullanım ölçüsü, sadece "hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-ikalbin" kullanımlarında gerçekleşmektedir.73

ah. Mâlikiyet-memlûkiyet:

Risâe-i Nur’da, bu iki kelimeye büyük bir önem atfedilir.74 Ona göre, insan ya kul olduğununfarkına varır ve bir "memlûk" olarak Mâlikinin koyduğu kurallar çerçevesinde tavır alır; yani, eşya ileolan ilişkisinde salt kendi aklının vereceği kararlara göre davranmaz. Yahut, kendini kendine malik bilir ve eşyaylailişkisindeki ölçüleri kendisi belirlemeye kalkışır. Veya başka bir dünyevî otoritenin bu ölçüleri belirlemesinerazı olur.75 Said Nursî, yoğun bir şekilde, insanın kendi kendinin maliki olma iddiasını kâinattan, insanınyaratılışından, vahiyden ve Risâetten getirdiği delillerle ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.

Bu noktada, iki düzlemli bir tahlil ortaya çıkmaktadır. Dikey düzlemde, yani Yaratan-yaratılan ilişkisiçerçevesinde mâlik-memlûk ikilemesini yukarıda açıkladığımız üzere nazarlara sunan Said Nursî, yatay düzlemdeise insanın "sûrî ve geçici mâlikiyeti"nden söz eder. Mülkiyeti reddeden görüşlere ise, "kanun-u fıtrat"auymadığı gerekçesiyle karşı çıkar.76 Hatta, malikiyet ve hâkimiyet duygusunun bir işe başka elin karışmasınamuhalefet de ettiğini77 vurgular; ve iktisadî eylemlerde "teşebbüs-ü şahsî" ile "mâlikiyetve serbestiyet"i öngörür. Bu, esasında "insana cüz’î irade verilmesi"ne de bakan bir konudur ve üzerindeçalışılması gerekmektedir.

Onun bu konudaki ısrarı, iktisadî devreleri bir anlamda üretim ilişkileri düzleminde açıklıyor göründüğübir yazısından anlaşılmaktadır:

"Beşer, edvarda ecirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker,onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hâmsesi [beş devri] var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret,şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor."78

Aynı konuyu işlediği diğer bir bahiste, yabanıl hayat, kölelik, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm süreçlerineparalelliği gözlenen, belki de onları ifade eden bu süreçlerin, en sonunda "mâlikiyet ve serbestiyet devri"neintikal edeceğini yazmaktadır.79 Çünkü, ona göre, gerek mâlikiyet, gerek hürriyet (serbestiyet), insanınfıtratında saklı duygulardır ve yukarıda bahsi geçen süreçlerin hiçbiri bu duyguların tam bir tatminine kapı açmamakta;açıyor olduğunda ise, diğer insanların ve tabakaların aleyhine açmaktadır.80

b. Pratiğe dair düşünceler

ba. Kur’ân medeniyeti-felsefe medeniyeti:

Risâe-i Nur, tüm medeniyetleri bu ikili tasnife tâbi tutmaktadır. Bu iki medeniyet, kâinata dair iki ayrıbakış açısının getireceği iki farklı, hatta birbirine zıt hayat tarzını içermektedir. İlki vahye dayanmakta; vefakrının, dolayısıyla kulluğunun farkında olan insanların tüm kâinata bu çerçevede bakışıyla, eşyayı kullanmatarzlarının oluşturduğu yaşam halini temsil etmektedir. İkincisi, salt kendi aklı ile kâinata bakıp, onu kendinceyorumlayıp, eşyaya muhatap olma noktasında bu bakışla gelişen bir tavrın getirdiği yaşayış düzenidir.

Bu iki bakış, birbirinden tamamen ayrı iki yaşama tarzı oluşturur. İkisinin getirdiği yaşama tarzları,Said Nursî’ye göre, insan varlığına uygun olup olmamaları ile, doğruluk ve yanlışlıklarını kendileriispatlayacaklardır.

Said Nursî, bir yandan bu iki tavrın kâinata, hayata, insana bakışlarını nazara verirken, bir yandanda insana sundukları hayat tarzlarına değinerek, insan için getirdiği sonuçlara dikkat çekmektedir. Felsefe herşeyiçirkin, korkunç, karanlık gösteren siyah bir gözlüğe; Kur’ân ise herşeyi güzel ve dost gösteren şeffaf, berrak,nuranî bir gözlüğe sahiptir.81 Herşey, bu iki gözlük ile iki ayrı anlama kavuşmaktadır.

Meselâ, iman ile bakabilen, kendisine verilen hayatı ve onun "levazımat"ını, yani hayatını sürdürürkenkullanacağı eşyayı kendi mülkü değil, kullanmasına izin verilmiş "nimet" ve "rızk"lar olarak görmektedir.Dolayısıyla, Mün’im ve Rezzak’ın rızasına uygun şekilde tasarruf etmekle yükümlü olduğunu bilmektedir. Bu ise,Yaratıcının tedvinî ve tekvinî şeriatına uymakla olur.82

Said Nursî, felsefe medeniyetini bugün için Batı medeniyeti ile özdeşleştirir. Bir başka deyişle,bugün onu Avrupa’nın artık evrensel hale gelmiş çağdaş uygarlığının temsil ettiğini düşünür. Bu medeniyetingetirdiği hayat tarzı, yalnızca kendi akıl ve hevesleri ve ânlık zevkleri ile "felsefe şakirdi"nin kendi adınayaşamak isteğinden kaynaklanan ve bu temeller üzerinde şekillenen felsefî bakış açısının şablonuna uyan birmedeniyettir.83

Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Said Nursî bütün Avrupa’yı ve Avrupalıları bu medeniyete dahil görmez."İki Avrupa"dan bahseder. Biri, bozulmamış, İsevîlik dinine tâbi olan, bu anlamda saf haliyle değilse bilevahye muhatap olan ve hayatını vahiy ekseninde şekillendiren Avrupa; ikincisi ise, vahiyden uzaklaşmış olan, felsefenazarı ile bakan ve onun getirdiği hayat tarzını yaşayan Avrupa-ki, onun muhatabı, bu ikinci Avrupa’dır.84Bu ikinci Avrupa, semavî dinlere tâbi olmadığı için, vahiyle gelen "iktisat ve kanaat" ilkesini bozarak,insanların ihtiyaçlarını yapay biçimde çoğaltmış ve onları fakirleştirmiştir.85 Bu, nisbî birfakirliktir. İnsanlar maddeten fakirleşmedikleri, hatta gelirleri daha da arttığı halde, verilene rıza durumu ortadankalktığı için; genel hayat tarzı, reklamlar vs.nin kamçıladığı bir ortamda hiç doymaz bir biçimde daha da fazlasınıistedikleri için; ve ihtiyaç haline getirilen yapay gereksinimler hiç bitmediği için, her zaman ihtiyaç içinde, dolayısıylaher zaman fakir kalmaktadırlar. Üstelik, bu fakirlik, medeniyet ilerledikçe artan oranlı bir fakirlik şeklinde tezahüretmektedir. İhtiyaçları artan insan ise, bunları gidermek için, ezebildiğini ezmekten çekinmemektedir. Çünkü,iktisat ve kanaat esasları bozulduğundan, hırs ve tamah ile mümkün olduğunca daha fazlası istenmektedir İktisat vekanaatin kalkması ise, yerine israfın ha-yatın temel unsurlarından biri olarak ikamesini getirmiştir. İsrafın artışıen çabuk zamanda en fazla metaın elde edilmesi prensibi ile işleyen hırsa neden olmuş; hırs ise çalışma şevkini kıraraktembelliğe yol açmış ve kısa yoldan köşe dönme saiki ile hileli, kaçamak ve kanun dışı yollardan veya sonuçta hiçbir"reel" üretimin olmadığı spekülatif alanlardan kazanma eğilimini arttırmıştır.86 Zarurî mânâdaihtiyaç sayılamayacak malların üretiminin artışı ve bu üretimin teşviki de, hırs sebebiyle girişilen"tembel" faaliyetlerinden sayılmalıdır. Böylece, daha fazla kazanmanın ve daha fazla tüketmenin meşguliyetiile geçen ömür, insanı asıl meşgul olması gereken "Nereden geldim, nereye gidiyorum, ne için buradayım?"sorularından uzaklaşmakta; bu soruların cevabını verememiş olmak ve bunun rahatsızlığını duymak arasında geçenbir ömrü "tüketerek," maddi açıdan çok kazanmış ama aslında hiç kazanamamış olunmaktadır.87Bu bâbda, Said Nursî bugünkü medeniyetin iktisatsızlık ve kanaatsizlik yüzünden sefahete, israfa, zulme ve haramasevkettiğinden bahisle, yine bugün varlığından rahatsızlık duyulan pek çok sosyal, ekonomik, kültürel soruna, kendiinanç düzlemi çerçevesinde bir yorum getirmektedir.88

bb. Bankalar üzerine:

Said Nursî, gündelik hayatta zihinleri fazlaca meşgul eden pratik meselelere kısaca değinmiştir. Bununsebebi ise, öncelikle temel bakış açısını netleştirmek, varolan sorunların özüne inebilmek, aynı şekilde özündesağlam bir hayat tarzının yapılanmasını sağlayacak imanî ve amelî temelleri muhkem kılmak, böylece yoğun pratikmeseleleri de "ubudiyet" ekseni üze-rine oturtabilmek olarak özetlenebilir.

Onun, iktisatla ilgili olarak "pratik"te üzerinde durduğu hususlardan birini ise, bankalar oluşturur.Faizin imanî ve insanî açıdan kabul edilemez oluşuna birçok eserinde değindiğine göre, faizin "kapları ve kapıları"dediği bankalara temas etmemesi zaten beklenemez.89 O, bankaların "âlem-i İslâma mutlak anlamda zararlı"olduğundan sözetmektedir. Çünkü, bu işleyiş içinde yer alabilmek, iman dairesinin dışına çıkmayı, zulme rıza göstermeyi,sefahet üzere yaşamayı tazammun etmektedir. Faizin arka yüzüne bakıldığında, bu sıfatlara sahip olmayıgerektirecek bir işleyişin varlığını görecektir insan.

Faiz alımında, "ne olursa olsun kazanmak" şeklinde varolan mantık, bir başkasından,veremeyecek durumda da olsa, gerekirse elindeki diğer değerli eşyayı, gerektiğinde zarurî mallarını da alabilecekkadar bencilce bir tavrı sergilemektedir. Bu mantık, kendi rahatı uğruna bir başkasının hayatını ve ihtiyaçlarınısömürecek kadar sefih bir hayat sürmeyi de öngörür. Faizin kabı olan bankalar, diğer taraftan, Kur’ân’ın zekâtınparalelinde gelen "karz-ı hasen" emrini öldüren kurumlardır.

Tüm bu hususlar çerçevesinde, onun "bankasız" bir hayatı öngördüğü söylenebilir.90

bc. "İhtiyaç için üretim"den "tüketim için üretim"e:

Sosyal ve iktisadî dengeleri bozan unsurlardan biri, Said Nursî’ye göre, tüketimin artışıdır. Ancakbu, kendiliğinden, fıtrî bir artış olmaktan ziyade, zarurî olmayan ihtiyaçların sun’î şekilde arttırılmasıylaoluşturulmaktadır. Bu sun’î artış, kötüye kullanım, reklam vb. vasıtalarla heveslerin tahrik edilmesiyle meydanagelmiştir. Esasen, verilmiş olanların veriliş amacına uygun kullanılmamasını ifade eden her fiil bir kötüye kullanımörneğidir. Bu tür bir kullanım, insanın duyguları, organları ve sair canlılar dahil, herşey için sözkonusuedilebilir. İsraf ve heveslerin tahriki de, kötüye kullanımın pratikteki yansımalarıdır. Bu donanımla, insan, hepdaha fazlasını isteyip elindekileri değersiz görerek, kendini bitmek tükenmek bilmeyen bir ihtiyaçlar ağına atmaktadır.Zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî hale getirilmeleriyle, insanların büyük çoğunluğu, her zaman muhtaç ve fakirolduğu düşüncesiyle yaşamaya itilmektedir.

Kendini daima ihtiyaçlar içinde gören insan, zulme ve haram olarak nitelendirilecek kazançlara daha kolaykayabilmektedir. Uhrevî bir hayat düşüncesi zihinlerden silinmektedir. Ubudiyet üzere değil, "heva ve heves"üzere yaşamak esas tutulmaktadır.91

Bu noktada, Said Nursî’nin "iktisadî davranış"ının "üretim"e değil, "tüketim"edayalı olduğu görülür. Onun, sorunu "üretim," "üretim ilişkileri," "üretim azlığı-çokluğu"gibi bir çerçevede değil; "tüketim"in nicelik ve nitelik olarak tahliline dayandırması, üzerinde özellikleçalışılması gereken bir konudur. Ki, onun "İktisat Risâesi," israfı haram kılan ve iktisadı emreden Kur’ânîferman ile başlayıp; baştan sona, "üretim"in artışı değil, "tüketim"in kontrol altına alınmasınıöngören bir yaklaşım sunmaktadır. Bu modern iktisat teorileri içinde yeri olmayan; ve belki "İktisat Risâesi"nide "iktisat"la ilgisiz bir eser olarak algılama sonucunu veren bir durumdur. Ama, her iki anlamıyla da"iktisad"ın düğümü, burada olsa gerektir.

Sonuç:

Bu çalışma, Risâe-i Nur’un "iktisat"a bakışına dair bir "giriş denemesi"ndenibarettir. Yine de, şu iki hususu, sanırız, açıkça ortaya koymaktadır: Öncelikle, Risâe-i Nur’da, modern iktisatbiliminin yaklaşım ve modellerine hapsolmuş bir "İslâmî versiyon" sunma çabası yoktur. Bugün İslâmîiktisat üzerine uzun bir zamandan beri çalışan, ama bir türlü "işleyen" bir model oluşturamayan Müslümaniktisatçıların, Risâe-i Nur’un bu "müstağni" tavrından alacakları dersler olsa gerektir. Mevcut "İslâmiktisadı" çalışmalarında gözlenen genel eğilim ve yaklaşım, Batılı model içerisindeki kavram ve kurumları,çok az değişikliklerle aynen kendi modellerine monte etme şeklindedir. Oysa, Batılı iktisat modeli, siyaset, ahlâk vesair alanlarda olduğu gibi, ardında bir hayat görüşü barındırır. Bu hayat görüşünün gerisinde ise, "varoluşu"açıklama, kâinatı yorumlama biçimi işgörmektedir. Modern iktisat biliminin sunduğu modellerdeki kavram ve kurumlar,bu insan-hayat-kâinat yorumundan kaynaklanır. Öyleyse, tutarlı bir İslâmî iktisat tesis etmek isteyen Müslümanlarında, kendi insan-hayat-kâinat tanımlarını Kur’ânî bir temel üzere net olarak belirlemeleri gerekmektedir.

İşte burada, Risâe-i Nur’un "iktisat"a bakışı çerçevesinde ifadeye çalıştığımızikinci temel nokta da gündeme gelmektedir. Risâleler, "iktisat"a ilişkin gördüğümüz kavram ve kurumları,öncelikle imanî bir analize tâbi tutar. Bize aldığımızın "mal" değil, nimet; "besin maddesi" değil,rızk olduğunu öğretir. Ve, "mü’min insan" olarak bakışımızı ve davranışlarımızı imanî bir temel üzereşekillendirmeye dâvet eder.

—SON—