HİKMET VE FELSEFE KAVRAMLARINA KARŞI BEDİÜZZAMANIN TUTUMU
Risale-i Nurun anlam haritasına bakıldığında, son derece dikkatli ve bilinçli bir kavram tercihi dikkat çeker. Müellif, külliyatının bütün metinlerini (Risâlelerini) binlerce defa tashihten geçirerek (lahika mektupları bunun örnekleri ile doludur) bu tercihteki hassasiyeti nazara vermiştir.
Risâlelerdeki mevcut bu düşünce harmonisi ve kavram hâkimiyeti karşısında çözücülere düşen vazife, müellifin orijinal vurgusunu, onun penceresinden bakarak anlamaya çalışmaktır.
Bu bağlamda, Risâlelerdeki felsefe kavramı dayanakları (vahiy ve salt akıl) itibarı ile iki mânânın dışında kullanım alanı bulmazken, hikmet kavramı çok yönlü bir kullanım zemini bulmuştur. Bunun için hikmet, Risâle-i Nurun bütün metinlerinde aynı mânâyı çağrıştırmaz.
Eğer bir metinde kullanılan hikmet, başka ıstılahlarla zenginleştirilmemişse veya sınırlandırılmamışsa doğrudan İlahî hikmet anlamındadır. Bu ise, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin farklı tezahürleri anlamındadır.
Hakîm ismi, Risâle-i Nurun tefekkür hazinelerinden biridir. Dördüncü Mektuptaki; Hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kurâna istihdamı hengâmında ve o hazine-i bî-nihâyenin dellalı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyetin verilmesi ifadeleri bu cümledendir.
Öte yandan, Nursînin Birinci Dünya Savaşından önce gördüğü ve; İcâz-ı Kurânı beyan et! emrini aldığı târihî belge niteliğindeki sadık rüyasında da Hakîm ismine vurgu yapılır.
Risâle-i Nurun felsefe ve hikmet kavramlarına yüklediği anlamları metin bazına inerek irdelersek; öncelikle felsefe, Risâle-i Nurda çok iyi bir karşılık bulamamıştır.
Risâlelerdeki iki anlam (dinin karşısında ve yanında) dışında yer bulamayan felsefe, kahir ekseriyetle tarihî geri plandaki İslâmî yorumlara paralel, yani dinin karşısında bir konumdadır.
Önce olumlu anlamları çağrıştıran iki örnek verelim;
Muhakematta geçen (Unsurul-Belağat, Beşinci Mukaddime); Hadd-i evsatı gösterecek ifrat ve tefriti kıracak, yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir cümlesinde felsefe, şeriat ilminin bir prensibi, yani bir ifade tarzı (terim) olarak kullanılmıştır.
Nursî, aynı kitabın ileriki metinlerinde (Unsurul-Belâgat, Yedinci Mesele) şöyle bir cümle kullanır: Felsefe-i Beyaniyeye müşabih, nahvin (sentaks, cümle bilimi İK) dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vazıın hikmetini beyan eder.
Burada da felsefe, belâgattaki ifade sanatı ve edebiyattaki cümle biliminin bir ilkesi anlamında şekilselliği anlatan bir terimdir.
Yukarıdaki cümlelerin ikisinde de kavramsal mânâyı aramak doğru olmaz. Bu kelimeler, ıstılahî anlamda değil, meramı ifade için alet terim anlamındadır.
Eğer burada felsefeye olumlu bir anlam yüklenecekse, mânâya nüfuz edemeyen şekil cihetiyle yüklenilebilir ki, bu da bahsimizin dışındadır.
Risâle-i Nurun bazı yerlerinde felsefe kelimesi hikmetin müteradifi olarak kullanılır. Bu, Bediüzzamana ait bir tercihten ziyade, geleneksel bir kullanımdır. Bediüzzaman, bu kullanımı çok tercih etmemekle beraber, karşı da çıkmaz. Nursî, Risâlelerinde felsefe yerine hikmeti kullanırken veya ikisini bir arada dile getirirken, cümlenin akışına göre, aradaki farkı vurgulayarak kullanır.
Dr. Taha Abdurrahman, Nursînin bu ince ayırımına şu yorumu getirir: Bediüzzaman, hikmet lafzını felsefeye isim olarak kullanmanın filozoflara ait bir uygulama olduğunu anlatma gayreti içindedir.
On İkinci Sözde geçen ilm-i hikmet dedikleri felsefe tanımlaması Taha Abdurrahmanın bu yorumunu doğrulamaktadır.
Nitekim hükema (felsefe/hikmet ile uğraşan İslâm uleması) ve filozof aynı mânâda değildir ve Bediüzzaman, Risâle-i Nurda bu ikisi arasında kesin bir ayırım yapar.
Nursî, çok yerlerde felsefe kelimesini beşerî vasfı ile sınırlandırmıştır.
Hikmet de çok yerlerde hem sınırlandırılmış, hem de zenginleştirilmiştir. Eğer metindeki hikmet, doğrudan vahye dayalı bilgi formatını ifade etmiyorsa, mutlaka sınırlandırılmıştır.
Meselâ; hikmet-i Avrupaiye, hikmet-i felsefe, hikmet-i fenniye, hikmet-i insaniye, ilm-i hikmet gibi kavramlar, bilerek tercih edilmiş sınırlandırmalardır.
Risâle-i Nurun felsefeye bakışını en iyi tanımlayan açıklayıcı metin, Nursînin Emirdağ sürgününde Asâ-yı Musa ve Zülfikâr mecmuaları için yazdığı önsözdür. İki paragraflık net ve anlaşılır metin şöyledir:
Risâle-i Nurun şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünkü, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kurân ile barışıktır. Belki Kurânın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risâle-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalâlete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahat ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kurânın mucizekâr hakikatleri ile muaraza ettiği için, Risâle-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaattar felsefeye ilişmiyor.
Demek ki toplumsal hayata, ahlâka, insanın kemâlâtına, bilime, sanata ve ilerlemeye hizmet eden bir felsefe var ve bu felsefe Kurân ile barışıktır.
Nursî, işte bu felsefeyi hikmet in müteradifi olarak kullanıyor. Bilim, sanat ve ilerlemenin adı felsefe olabilir. Bu anlamdaki felsefe hem istikametlidir, hem de menfaatlidir.
Fakat Nursînin açıklamak zorunda kaldığı felsefenin diğer bir kolu var ki, dalalet, ilhad, tabiat, sefahat, lehviyat, gaflet, sihir, v.b. özellikleri ile iştihar etmiştir. Şeytan, nefis, ve hevanın kumandasındaki bu felsefe, hikmetten kopuk olup, Kurân hakikatleri ile muaraza etmektedir. Nursî, Risâle-i Nurun bu felsefeye şiddetle tokat vurduğunu söylüyor.
Bu felsefe, Hz. İsadan (as) önce Yunanistanda vahiyden (hikmet) koparılıp laikleştirilen (profanlaşma) ve sadece aklı merkez alan bir felsefedir.
Bu felsefenin İslamiyetten ve Hıristiyanlıktan önceye kadar uzanan iki bin beş yüz yıllık bir serüveni var ve hiç de masum değildir!
Nursî, bu geri plânı çok iyi okuduğu için, Risâlelerin hemen her yerinde, bu masum olmayan felsefeye şiddetle tokat vurur.
Bu özelde bazı metin incelemeleri yaparsak:
On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında Nursî, dinin karşısındaki bu masum olmayan felsefenin hakikatin yolunu şaşırdığını söyler.
Yirmi Dördüncü Sözün On İkinci Aslında ise ehl-i felsefe ve hikmetin nazarının kesrete, esbaba ve tabiata yönelik olduğunu ve her şeyi ona göre gördüğünü ifade eder.
Mesnevi-i Nuriyedeki şu cümle bu yorumu teyid eder: Felsefe hakikatten udûl etmiş, kâinata mânâ-yı ismi ile bakarak, kâinatı, kâinat hesabına istihdam ediyor, Kurân ise, Hakta hak ile nazil olmuş, hakikate gidiyor. Mevcudâta, mânâ-yi harfi ile bakarak, Hâlıkının hesabına istihdam ediyor.
Yirmi Beşinci Söz Risâlesinde beşer felsefesi ve hikmet-i insaniye kavramlarını bir arada kullanan Nursî, her ikisine de olumsuz bir anlam yükler. Aynı Risâlede, beşer hikmetini Avrupa felsefesi anlamında kullanarak bunları, Kurân hikmeti karşısında bir konumda gördüğünü hissettirir.
Aynı Risâlenin İkinci Ziyasında insan hikmeti anlamındaki felsefenin tabiata ve mevcudata bakışını şöyle dile getirir: Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar, mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder; Sânîine karşı vazifelerinden bahsetse de icmalen bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, mânâsına ehemmiyet vermez.
Zaten On İkinci Söz tamamen bu ince sır üzerine müessestir.
İçtihad Risâlesinde de felsefeye bir göndermede bulunan Nursî, Avrupa (kendi tasnifi ile ikinci Avrupa) medeniyetinin ve tabiat felsefesinin tasallutundan bahseder. Bu felsefenin fikir ve kalpleri dağıttığını, himmeti ve yardımlaşmayı parçaladığını vurgular. Bediüzzaman bu durumun, içtihad yapacak olan yetkin ve otorite beyinlerin ortaya çıkışını engellediğini söyler.
Aynı metnin içinde felsefenin materyalist versiyonunu da nazara veren Nursî, ona da tabiat felsefesinin misyonunu yükler.
Aynı Risâleye zeyil (ek) yaptığı sahabeler ile ilgili Risâlede Nursî, tabiat ve materyalist felsefelerin akla körlük verdiğini anlatır.
Bu paralelde Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına baktığımızda, orada felsefenin tabiatçılık anlamında kullanıldığını görürüz. Hatta Lemalarda (1033) ehl-i felsefenin zındıka hesabına konuştuğu açıkça ifade edilir.
Bediüzzaman, On Yedinci Lemanın meşhur Beşinci Notasında medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek beşeri sefahat ve dalalete sevk eden ikinci Avrupanın tabiat felsefesinin zulmeti ile amel ettiğine dikkat çeker. 1922 yılında çağrıldığı Ankarada Meclisteki parlementerlere bir metin yazarak hitap eden Said Nursî, Âlem-i küfrün bütün vesaitiyle, medeniyetiyle ve felsefesiyle âlem-i İslâma hücum ettiğini söyler.
Son bir örneği Elhüccetüzzehradan verirsek; tefekkürî boyutu çok derin olan bu Risâlede hikmet-i Kurâniyeye tâbi olmayan fen ve felsefeye dikkat çekilir. Bu Risâlede felsefe, Kurândan kopuk bilim (fen) anlamında kullanılmıştır. Daha özele indirgendiğinde buradaki felsefenin kozmo(loji)grafya/coğrafya, astronomi v.b. gökbilimleri anlamında kullanıldığı görülür.
Nursî, On İkinci Lema da, Akılsız feylesofların serseri kozmografyalarından bahsederek yukarıdaki mânâyı doğrular.
Elhüccetüzzehranın bir başka yerinde şu teyid edici cümle yer alır: Kozmografya fennini rehber edinen (hayâli seyyah), dini dinlemeyen felsefe nazarıyla küre-i arza baktı ve gördü ki… (Şualar,991)
Bu masum olmayan felsefeye karşı Nursînin duruşu bazen çok sertleşir. Çünkü o felsefede, yerine göre tabiat (tabiatperest), heykel/put-fetiş (sanemperest) yıldızlar (nücumperest), sebebler (esbapperest) veya insanın bizatihi kendisi, yani heva ve hevesi (nefisperet) Rab kabul edilmiştir. Bu, adı felsefe olan, fakat aslında Allahı, İlâhî vahyi ve nübüvveti bilerek ve isteyerek dışlayan kabul-i adem tanımlamasındaki küfürdür. Küfre şiddetle düşman olan Nursînin bu durum karşısında yumuşak davranması beklenemez. Hatta o felsefeyle temasa geçen İslâm hükemasının (İbn-i Sina, Farabi v.b.) tavırları karşısında bile Nursî tereddüt etmeden şöyle der: Firavunâne bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbapperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envaı şirk taifelerine meydan açmışlar. (Sözler, 881)
Bu felsefe salt akla dayalı olup İlahî olanı hesaba katmaz. Akıl ve tabiat burada otonomdur. Bu felsefede vahyedilen kitap (Kurân) ile kâinat kitabı arasında bir bağ yoktur. Yunanistanda milattan önce başlayan bu yaklaşım, islâm dünyası ile temasa geçtiği günden beri şiddetli tartışmaları beraberinde getirmişti.
Said Nursî, Âyetül-Kübra Risâlesinde şöyle der: Bin seneden beridir Kurân aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları yol bulup ehl-i imânâ hücum ediyor.
Nursînin bin seneden beri dediği tarihin başlangıcı, Mutezilede saklı potansiyel fikrî tehlikenin Abbasiler döneminde varlık göstermeye başladığı döneme tekabül eder. Belki Mutezile hakkında doğrudan böyle bir yoruma kalkışmak sağlıklı olmayabilir, ama Mutezilenin aklı hâkim kılan yaklaşımları dolayısıyla böyle bir girişe zemin hazırladığı da tarihi bir vakıadır. Özellikle Münazaratın orijinal tesbiti (s.15) ile filozofların Mutezile ile işbirliği yaparak Abbasiler devletinde iktidara geldiği ve siyasi istibdat yaparak mezheplerinin revacına çalıştıkları bilinmelidir.
Abbasiler devletinde Yunan felsefesinin devlet eli ile İslâm kültürünü yutmaya çalıştığı ve Ahmet İbn-i Hanbelin; Kurân mahluk değildir. dediği için hapse mahkûm edildiği tarihler Nursînin işaret ettiği tarihlerdir. Yunan eserlerinin Beytül-Hikem de çevrilmeye başlanması ile açılan gedik, Avrupa aydınlanması ile son haddine ulaşmıştı.
Aydınlanma ve çağdaşı Hümanizmde (salt insanilik) insan ve akıl hem merkez, hem de kutsaldır. Hem aydınlanma, hem de hümanizm kalkış noktasında bugünkü masumiyetinden çok uzaktır. Burada akıl, vicdan ve duygular özerk/otonom olup Yaratıcı ile bağı koparılmıştır. Aydınlanmada ve modernitede, Allaha ait bütün güç ve nitelikler akla transfer edilmişti. Böylece felsefî kaynaklarda zikredildiği gibi modernite, ilâhî vasıfları insan aklına indirgedi ve Allahın lütuf ve inayeti ile insana ihsan ettiği bütün nimetleri, aklın kendi gücü ile elde ettiğini ileri sürdü.
Descartes, Kant ve Hegel felsefelerinde akıl, bizatihi kurtarıcıdır. Mesela Hegel, aklın Yaratıcı ile bağını tamamen kesmişti. Daha doğru bir ifade ile akıl ve Yaratıcı onun nazarında aynı idi. Kendi ifadesi ile: Tanrı, akılda bedenlenmişti. Tıpkı tahrif edilmiş Hristiyanlıkta İsaya biçilen rol gibi!
İlerleyen satırlarda akıl konusuna geri döneceğiz. Aynı yüzyılların hâkim bilimsel paradigması olan Newtoniyen (mekanizm/determinizm) dünya görüşü de bu felsefeyi destekleyince önü alınamaz bir güç haline geldi. Günümüze kadar şiddetlenerek devam eden ve pozitivizm ile doruğuna ulaşan bu felsefe, son dönemlerde atom altı fizik bulguları ile özellikle Max Planckin Kuantumu, Einsteinin rölâtivitesi ve Heisenbergin olasılık teorileri ile büyük kırılma yaşadı.
Sonuç olarak, İslamiyetteki ilâhî şeriat; vahyi dışlayan, heva ve hevesine tâbi, aklı Rab telakki eden ve Kurâna karşı sihir gibi hakikatleri ile muaraza eden felsefe ile barışık olamaz. Bu felsefenin getirileri ile Risâle-i Nurun yıldızları barışık değildir.
Nursî, hareket noktaları bir olan Roma ve Yunan felsefelerinin binlerce yıllık sürece, medeniyetlerin karışımı ve Hristiyanlığın sentezine rağmen bu felsefelerin asıllarını muhafaza ettiklerine dikkat çeker. Dolayısıyla mahiyeti ve kaynağı itibariyle tamamen farklı olan İslamiyetin bu felsefelerle barışması mümkün değildir. Kendi tabiri de şöyledir: Yunan ve Roma felsefeleri tevem ve esbab-ı temziç varken imtizaç olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-ı hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel olunmaz.
FELSEFENİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ
Peygamber'in (asv) vefatından sonra Müslümanlar arasında yaşanan ilk ciddi ayrılıklar, içtihad farkından kaynaklanan ayrılıklardı. Bu ayrılıklara en iyi örnekler, adalet-i mahza ile adalet-i izafiye taraftarlarının çarpıştığı Cemel Vakası ile hilafet ve saltanat taraftarlarının çarpıştığı Sıffin muharebesi idi. Bu içtihat farkları sadece maddi çatışmadan ibaret değildi. Bunun geri planındaki fikri ayrılıklar çok derindi. Haricilik ve Şialık gibi büyük ekoller bu ilk ayrılıkların ürünü idi.
İçtihâdî farklılıklardan ötürü yapılan fikrî tartışmalar zamanla Mürcie, Mücessime, Müşebbihe ve Mutezile gibi akımların ortaya çıkışına zemin teşkil etmişti.
Mürcie ekolü, Hz. Ali taraftarlarının veya karşıtlarının herhangi birisinin yanında yer almayarak, dönemsel ve konjektürel oldu. Mücessime ve Müşebbihe gibi akımlar da devam eden süreçte varlıklarını muhafaza edemediler.
Fakat sonraki dönemlerde Müslüman düşünce hayatında köklü bir akıma dönüşecek olan Mutezile, hem ilk doktriner teşekkülüne bu dönemde başlamış, hem de uzun süre varlığını devam ettirmişti. Hatta Meşşâiyyun felsefesinin Mutezile doktrinine temas ederek İslam dünyasına girdiğini söylemek yanlış olmaz.
İlk dönem ictihad farklılığından kaynaklanan görüş ayrılıkları ve beraberinde meydana gelen ciddi tartışmalar, günümüze kadar varlığını devam ettirecek olan kelam ilminin ortaya çıkışına zemin hazırladı.
Kelam, Ebul-Hasan el-Eşari, Gazali ve Razi gibi kuvvetli temsilcileri ile Müslüman dünyasında uzun yıllar büyük fonksiyon üstlenmişti. İlk dönem kelam bilginlerinin sistemli ve doktriner bir anlayışla düşünceler sergilemesine, çok geçmeden yeni fethedilen yerlerde yaşayan toplulukların kadim kültür ve dinlerinde öteden beri yoğun tartışılan sorunları da eklenecekti.
Suriye, Irak, İran ve Mısır gibi tarihin eski çağlarından beri köklü fikir akımlarına yataklık etmiş olan ülkeler fethedilince, Müslümanlar kendilerini tamamen yeni kültürel formlarla karşı karşıya buldular. Fetihler olmasa da komşuluk ilişkileri, ticaret vb. beşeri temaslar eski din müntesipleri ile Müslümanlar arasında bazı tartışma ve polemiklerin doğmasına sebep oluyordu.
Kendileri ile yeni temasa geçtikleri bu kavimler, kimi zaman savaşla ve çoğunlukla da kendi istekleriyle İslamiyeti kabul etmekle birlikte, eski kültür ve geleneklerini devam ettiriyorlardı. Kurânın getirdiği yeni âlem tasavvurunu geleneksel ve kültürel formları içinde değerlendiren bu kavimler, belli başlı din ve fikir merkezlerinde tartışılan çok sayıda sorunu da yeni dinin tartışma ve düşünme gündemine taşımakta gecikmediler. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi)
İnsanın zorunlu eylemleri (cebr), özgür irade ve fiiller (ihtiyar) ile Allahın sıfatları gibi konuların bu kadim kültür merkezleri ile temasa geçtikten sonra İslam düşünce hayatında daha kapsamlı ve derinlemesine tartışmalara yol açtığı bilinmektedir.
Bu dönemde tartışılan anahtar kavramlar şunlardı: İmamet, hilafet, iman, mümin, fâsık, cebr, ihtiyar, Allahın sıfatları, hüküm, akıl, rey, eser, büyük günah, vb. Bu anahtar kavramlar üzerinde yapılan fikrî tartışmalarda bir kısım Müslümanlar doğrudan ayet ve hadisi merkez alırken (selefilik), diğer bir kısmı ise aklı ve tevili (kelam) devreye sokarak yorumun alanını genişlettiler.
İşte kelam ilmi, İslam imanını akıl temelinde savunmanın kavramsal modeli olarak bu yüzyıllarda ortaya çıktı. Süfyan-ı Sevri, Ahmet İbn-i Hanbel, İmam Malik ve İmam Şafii gibi büyük otoriteler kelamla uğraşmanın haram olduğunu söylemelerine rağmen bombardımanın gücü karşısında Gazali gibi dirayet otoriteleri kelamı sahiplenerek İslam dünyasına mal ettiler.
Allahın isim ve sıfatları ile ilgili yaklaşımlar, akıl ve nakil tartışmaları, zahir-batın yorumları, felsefe-vahiy tartışmaları etrafında şekillenen düşünce atmosferi yüzyıllarca İslam dünyasını meşgul edecekti.
Bediüzzamanın Muhakematta (s.30) nazara verdiği gibi, beş yüz yıldan fazla İslam dünyasında yaşanan bu verimli fikri tartışmalar, günümüze dek varlığını devam ettirdi.
Bu derin tartışmaların ucu çoğu zaman felsefeye temas etmiştir. Çünkü tartışmaları sürükleyen ve aradaki ihtilafların derinleşmesine etki eden saik, hariçten İslam dairesine giren felsefi yaklaşımlardı. Hicri 300lü yıllardan sonraki müteahhirin ulemasının tartıştığı konular günümüzdeki konulardan çok farklı değildi.