Risale-i Nur ve Hz. Hasan Mesleği-I

İslam tarihine baktığımızda kuvvet ve şiddeti yöntem olarak seçmiş hiçbir hareketin başarılı olamadığını görüyoruz. İslam’ı temsil ve dine hizmet iddiasıyla ortaya çıkan, maddi iktidarı ele geçirmeyi ana hedef olarak seçen bu akımların, dine fayda yerine zarar verdiği; gerek dünya ve gerekse Türkiye pratiğine, gerekse bizzat bu tarz hareketlere öncülük etmiş olanların itiraf ve tanıklığı ile sabittir.

Bu çalışmamızda, dine hizmet ve irşadı kendisine misyon olarak seçen, gerek fert ve gerekse fertlerden oluşmuş çeşitli yapılardaki toplulukların bütün mesailerini ferdi esas alan “iman hizmeti” üzerine yoğunlaştırmaları gerektiği hususunda, Hz. Hasan’ın, halifelikten feragat etme tavrı örnek olarak gösterilmektedir. Bu tavrın mirasına sahip çıkan ve günümüzde bu misyonun yaşayan pratiği olarak ifade edebileceğimiz Risale-i Nur hizmet metodu ile uyumluluğu, Risale-i Nur metinlerine baş vurularak delillendirilmeye çalışılmaktadır.

***

Osmanlının meşhur tarihçi ve şairlerinden İbn Kemal, Yavuz Sultan Selim’in vefatı vesilesiyle yazmış olduğu mersiyenin bir yerinde saltanat döneminin kısa sürmesine rağmen az zamanda çok işler başardığına telmihen şu beyti kaleme almış:

Az müddetde çoğ iş itmişdi / Sâyesi olmuşdı âlem-gîr

Şems-i asrdı, asırda şemsin / Zıllî memdud olur zamanı kasîr1

Bu sözler, Yavuz Sultan Selim’in nispeten kısa süren saltanat döneminin fütuhat ve maddi etkilerini çok güzel ifade eden sanat harikası sözlerdir. Şayet Hz. Hasan’ın, Yavuz’un saltanatının onda birinden bile kısa süren kısacık hilafetinin ve bu hilafetten feragatinin ümmet içerisinde vesile olduğu manevi fütuhat anlaşılabilse, yukarıya aldığımız beytin aynısının, hatta daha mükemmelinin Hz. Hasan için söylenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Zira Yavuz’un maddi ve coğrafi sahada sağladığı ümmet birliğini, Hz. Hasan kalbi ve manevi sahada sağlamıştır.

Hatırlatma kabilinden Hz. Hasan hakkında kısaca bir malumat verdikten sonra asıl mevzumuza devam edeceğiz.

Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın büyük oğlu (H.3-49/M.625-669) olan Hz. Hasan, Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı’nda babasının yanında bulundu. Babasının 661 yılında şehit edilmesinden sonra Kufeliler ona biat ederek halife olarak tanıdılar. Bunu haber alan Hz. Muaviye kendisine karşı bir ordu hazırlattı. Hz. Hasan, Müslüman kanının akmaması ve kendi safında yer alanların savaşa karşı isteksizliğinin de etkisiyle bazı şartlar mukabilinde hilafeti Hz. Muaviye’ye teslim etti.2

İslam tarihine H. 41/661 yılına bu antlaşmadan dolayı birlik yılı anlamına gelen “amü’l Cemaa” denilmiştir.3 Böylece kendi taraftarları içinde yer alan Haricilerin görüşlerini benimseyen bir grup ile kardeşi Hz. Hüseyin’in muhalefetine rağmen, Hz. Muaviye ile anlaşarak, Hz. Peygamberin işaret ettiği gibi4 Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti. Hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. H. 49/M.669 tarihinde vefat etti.5

Hz. Hasan’ın halim, selim, cömert, sakin, vakarlı, barış yanlısı, siyasi beklenti ve menfaatlerden uzak kalabilmiş farklı bir kişilik sergilediği kaynaklarda yer almaktadır.6 Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamberin neslini günümüze kadar devam ettiren iki şahsiyetten biridir.

Risale-i Nur’da, Peygamber Efendimiz’in, (s.a.v.) küçüklüklerinde Hz. Hasan ve Hüseyin’e gösterdikleri olağanüstü şefkat ve büyük ilgi, dedenin torununa olan zaafı türünden sıradan, beşeri bir sevgi olmadığı belirtilir. Bu sevginin Peygamberlik vazifesinin nurani çizgisinin bir ucunun bunlara dayanması, aynı zamanda, adı geçenlerin peygamberlik vazifesinin manevi mirasına sahip çıkacak olan gayet ehemmiyetli bir cemaatin menşei, mümessili ve çekirdeği olmaları yönüyle olduğu, değerlendirmesi yapılır.7

Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, son derece dikkat çekici şu yorumu yapar: “Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalatu Vessalam, Hz. Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hz. Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nurani nesl-i mübârekinden , Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylani gibi, çok mehdî-misal verese-i Nübüvvet ve hamele-i şeriat-i Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı Nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alamet olarak Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş… Evet Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden Şâh-ı Geylani’nin hisse-i azimesi var.”8

Bediüzzaman, “Al-i Aba” ile ilgili bir bahiste, Hz. Peygamberin abasını, içlerinde Hz. Hasan’ın da bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi hadisesinin hikmetini izah sadedinde, Hz. Peygamber’in bu hareketiyle; Hz. Hasan’ı tebrik ettiğini ve barış ile çok mühim bir fitneyi kaldırmakla, şerefini ve ümmete olan büyük faydasını ilan ettiğini Peygamberlik vazifesi noktasında tebrik ettiğini kaydetmektedir.9

Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in “Benden sonra hilafet 30 senedir.” hadis-i şerifini yorumlarken, Hz. Hasan’ın altı aylık hilafetini de bu süreye dahil ettiğine dikkati çeker. Haliyle bu ve benzeri Hadis-i şeriflerde, Dört Halife Dönemi ile birlikte Hz. Hasan’ın kısa süren halifeliğinin de makbul olduğuna bir telmih vardır.10

Bu görüş birçok Sünni ulemaca da paylaşılmaktadır. Şii kültüründe ise Hz. Hasan, bizzat Hz. Ali tarafından tayin edilmiş ikinci imam ve on dört “ma’sum-i pâk”ın dördüncüsü olarak görülür.11

Hz. Hasan’ın hilafetten ayrılmasıyla, İslam tarihinde “ısırıcı saltanat” dönemi başlamıştır. Bu tarih, maddi kuvvet ve iktidara dayanan “cismani” otorite ile; feragat, irşat ve hikmete dayanan “ruhani-manevi” otorite arasında ayrışma ve çatallaşmanın başladığı önemli bir milat, bir dönüm noktası olmuştur.

Bediüzzaman’a göre Risale-i Nur, hilafet görevinin en mühimi olan “neşr-i hakaik-i imaniye” de Hz. Hasan’ın görevini devam ettirerek beşinci halife unvanına hak kazanmıştır. Başka bir ifade ile Hz. Hasan’ın altı ay gibi kısa sureli hilafetini, uzun bir zamana çevirmiştir.12

Hz. Hasan’ın dünya saltanatını terk ederek hilafetin en önemli vazifesi olan iman hakikatlerinin neşri vazifesinin, Risale-i Nur’la bütünleşerek aynı çizgiyi oluşturduğunu görüyoruz. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunduğunu ve “onun şahs-ı manevisi, Hz. Hasan’ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmünde olduğunu” beyan eder.13

Hz. Hasan’ın başlattığı, bugün ise Risale-i Nur’un devam ettirdiği bu çizgi iktidar talebinde bulunulmadan, ferdi esas alan iman hizmetidir. Bediüzzaman bu olayı İslam siyasi düşüncesini anlayabilmek için bir simge olarak kullanır. Hz. Hasan’ın iktidarı terk ederek zamanını “neşr-i hakaik-i imaniye”ye ayırması Risale-i Nur’da bilinçli bir tavır olarak algılanır ve günümüze kadar gelen istikametli İslamî anlayış biçiminin önemli bir örneği olarak sunulur. Bu çizgi, ilk beş halifeden sonra evliyalar, aktablar, müceddidler olarak ifade edebileceğimiz manevi saltanatın mensuplarından oluşmaktadır. Risale-i Nur bu çizginin son halkası olarak görülmektedir.14

İslam tarihinde dine hizmet ve dini hayata hakim kılma amaçlı olarak ortaya çıkan çeşitli anlayış, mezhep ve hizmet ekollerini, yüzeysel ve genel olarak sınıflandırmaya çalışırsak başlıca iki tür hizmet metodunu benimsediklerini görürüz. Bunlardan birincisi; hedefine insanı koyan, ferdi esas alan ve dini hayatına hakim kılma hususunda maddi iktidarı ele geçirmeği gerekli görmeyen anlayış; ikincisi ise: iktidara endekslenmiş, din adına siyaseti ön plana çıkaran, başka bir anlatımla üst yapı olarak görülen “devleti” ele geçirerek alt yapıyı şekillendirmeyi amaçlayan anlayış şekli.15

Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan “Mekki ayetler”inin iman ve ahlaka dair olması, Peygamber efendimizin “büyük-küçük” cihad tarifi ve müşriklerin vahyin ilk tebliğ yıllarında kendisine teklif ettikleri ‘idarecileri olma’ tercihini ellerinin tersi ile teperek, tebliğ ve irşad vazifesinde bile idarecilik konumundan ve avantajlarından istifadeyi düşünmemesi gösteriyor ki, nebevi yol ve Ehl-i Beyt çizgisi ve haliyle Hz. Hasan’ın mesleğini kendisine rehber edinen Risale-i Nur anlayışı, ferdi ön plana alan hizmet metodudur.

Siyasi önderlik anlamındaki halifeliğin Ehl-i Beyt’te kalmayacağı hususunun Hz. Hasan’a malum olduğunu Hz. Hasan’ın vefat edeceği esnada kardeşi Hz. Hüseyin’e yaptığı tavsiyesinden anlıyoruz. Bu tavsiyesinde, Allah’ın nübüvvetle hilafeti, kendilerinde (Ehl-i Beyt’te) bir araya getirmeyeceğine dair düşüncesini ona söyleyerek, hem yazımızın girişinde kısmen değinilen kendi barışının izahını yapmak istemiş, hem de kendisinden sonra kardeşinin herhangi bir harekete girişmesine engel olmak istemiştir.16

En fazla layık olanlar onlar (Ehl-i Beyt) olduğu halde neden maddi kuvvet ve yetki anlamındaki hilafet ve saltanatın onlarda kalmadığı sorusuna Bediüzzaman tarafından verilen cevap, konumuza ışık tutması açısından son derece anlamlıdır.

“Dünya saltanatı aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, İslam hakikatlerini ve Kur’an’ın hükümlerini muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hülefa-i Raşidin ve Ömer İbn-i Abdulaziz’i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi çok mükemmel bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Daha sonra Fatımi Hilafeti, Muvahhidin Hükümeti ve Safevi Devleti’ni örnek göstererek dünyevi saltanatın Al-i Beyt’e yaramadığını ve asıl vazifeleri olan, dini muhafaza ve İslamiyet’e hizmeti onlara unutturduğunu , saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve mükemmel bir şekilde İslamiyet’e ve Kur’an’a hizmet ettiklerini şöylece misallendirir: “Hz.Hasan’ın neslinden gelen aktablar; hususan aktab-ı Erbaa17 ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdulkadir-i Geylani ve Hz. Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Ceddi emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler.”18

Bediüzzaman, yine bu konu sadedinde Hz. Ali ile ilgili, fevkalade iktidarı, mükemmel zekası ve yüksek liyakatı ile beraber kendisinden önceki halifelere nispeten, siyasi açıdan görülen muvaffakiyetsizliğine yönelik olarak, sorulan bir soruyu, hikmet bakış açısıyla şöyle cevaplandırır: “O mübarek zat siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi, şayet siyasette tam muvaffak olsaydı şah-ı velayet unvanını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zahiri ve siyasi hilafetin çok üstünde manevi bir saltanat kazanmış ve bu saltanatı kıyamete kadar baki kalacak.”19

Hz. Muaviye döneminden itibaren ehl-i hakikatin kahir ekseriyetinin iktidara karşı mesafeli durduğu, iktidara ve saraya yakın durmanın ümmet nazarında değer düşürücü bir etkiye neden olduğu gerçeği “kurb-u sultan ateş-i suzandır” sözüyle adeta vecizeleşmiştir. Bediüzzaman, birçok alim ve ediplerin zekavetlerinin verdiği bir hırs ile idarecilerin kapısında görünmelerini iktisat ve izzetle bağdaştırmayarak, onları zarif bir şekilde tenkit etmektedir.20

Ehl-i hakikat ile devleti ön plana çıkaran iktidar mensupları arasındaki mesafeli duruşun net bir örneğini dört mezhep imamının tavırlarında da görmek mümkündür. Söz konusu imamların tümü mevcut iktidarların gadrine maruz kalmışlardır. İmam-ı Azam, Emevi sultanlarına karşı olduğu gibi; Abbasiler döneminde de teklif edilen baş kadılık görevini reddettiğinden hapse atılmış ve işkence görmüştür. İmam Malik, hakim zihniyetin beklentisine uymayan bir içtihadı nedeniyle Abbasi sultanı Mansur’un işkencesine maruz kalmıştır. İmam Şafii de iktidar ile iyi geçinememiş kısa süreli bir hapis hayatından sonra siyasi iktidarın bir nevi taşrası sayılan Mısır’da asıl çalışmalarını yapmıştır. Ahmed b. Hanbel’in, Me’mun’un sarayında ciddi işkencelere maruz kaldığı ve bu işkencelerin tesiriyle vefat ettiği bilinen bir husustur.21

İslam tarihinde, hem ulema hem de tasavvuf erbabının kahir ekseriyetinin, gerek ilmin izzetini koruma ve gerekse siyasilerin güdümüne girmemek için devlet erkanıyla aralarında bir mesafe bıraktıklarına dair bir çok misaller bulmak mümkündür.

Haftaya Hz. Hasan’dan çağımıza uzanan nurani zincirin son halkası olan Risale-i Nur ile, genelde Ehl-i Beyt; özelde ise, Hz. Hasan çizgisi arasındaki benzerliklere işaret edeceğiz.

—devam edecek—