Risale-i Nur Eksenli Bir Siyaset Çalışması

Siyaset ve Sebeb

"Eldekini yönetmek" ile "ele geçirmek" arasında görünüşte pratik bir anlamdaşlıkve devamlılık vardır. Eldeki imkânlarımızı yöneterek, sonuçta elde olmayan bir şeyi elde ederiz. Çünkü, elimizinaltındaki bir takım sebepleri bir araya getirerek, elimizden uzaktaki bir sonucu elde etmeye çabalarız. Örneğin, bu yazıyıyazan yazarın şu anda yaptığı da budur, henüz yazının tamamı elinde değildir, ancak eldeki imkanları-bilgi,referans kitaplar, muhakeme, klavye vesaire-yazıyı elde etme yolunda kullanmakta ve yönetmektedir. Aynı şekilde,elindeki oy verme hakkını kullanan her seçmen, teorik olarak devlet yönetimini ele geçirme teşebbüsü içindedir.Gelin görün ki, birileri oy verme eyleminin hak olduğunu teslim ettiği halde, "devleti ele geçirme" teşebbüsünüağır suç sayabilir.

Burada, ele geçirmek istediğimiz sonucun, elimizdeki sebepleri nasıl kullanacağımızı belirlemesi gündemegeliyor ki, sonucu ele geçirmeye yönelik her türlü sebep başvurusu bir "siyasa" eylemidir. Şu halde, siyasaeylemini, sebep-sonuç arasında da tanımlamamız gerekir. Her eylemin kaçınılmaz olarak bir sebep-sonuç arasına denkgeldiği şu dünyada, eylemlerin biçimini ve yönünü tanımlayan siyasetin de sebep-sonuç ekseninde konuşlanması önemlidir.

Mutezile ve Cebriye gibi iki önemli sapmaya konu olmuş ve halen de zihnimize yer etmeye hazır keskin birkavga alanı olan sebep-sonuç ilişkisi, Risale-i Nur argümanlarının merkezinde yer alır. Sebepleri bir araya getirmekinsanın elindedir, sonuçlar ise insan elinin ulaşamayacağı uzaklıktadır. Dolayısıyla, sebeplerden sonuçlara uzananyolda, tercihlerimize konu olan bir siyasa eylemi söz konusudur.

Sünuhat’ın şu incelikli cümlesi, en başında, gramer yapısıyla bu sebep-sonuç arasındaki siyasanınkuralını koyor:

"Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür."

‘Tertib-i mukaddemat’, bir işin bidayeti ya da iş için gerekli sebeblerin bir araya getirilmesi anlamınagelir. Mukaddemelerin tertibi, yani başlangıçların bir araya getirilmesinde, insana iş düşer; eğer tefviz ederse,yani Cebriye gibi işi Cenab-ı Hakk’a havale ederse, tembellik etmiş olur. Neticelerin bir araya getirilmesi ise, insanınişi değildir; insanın eli sonuçların icadına erişmez; bu yüzden işin nihayetinde elinde gelen bir şey yoktur,sadece bekler. İnsana burada tefviz etmeli, yani Cenab-ı Hakk’a tevekkül etmelidir. Yoksa Mutezile gibi sonuçları dakendi eline almaya kalkar, hayrı da kendinden bilip gurura kapı açar. Sünuhat’ın bu cümlesinde, ‘tertib-i mukaddemat’deyiminde, tertip kelimesinin bilerek ‘aktif’ halde kullanılması, insanın baştaki tercihi ile ‘fail’ olduğunu, ‘terettüb-ünetice’ deyiminde tertib kelimesinin ‘tertip edilmek’ anlamında ‘pasif’ halde seçilmesi, insana işin sonuçlanmasında birşeydüşmediğini ima eder.

İşaratü’l İ’caz’ın ‘bidayet’ kelimesi ve Sünuhat’ın ‘tertib-i mukaddemat’ ibaresi, Birinci Söz’de’hayrın başı’na denk gelir. İşaratü’l İ’caz’ın ‘nihayet’ kelimesi ve Sünuhat’ın ‘terettüb-ü netice’ ibaresi ise’hayr’a tekabül eder. Kader Risalesi’nin ölçüsüne göre, insanın irade-i cüz’iyesi tertib-i mukaddematta, yani ‘hayrınbaşı’nda geçerlidir; ‘siyasa’ya yüklediğimiz anlam burada gerçekleşir. ‘Terettüb-ü netice’ ya da ‘hayır’ ise insanaait değildir; Cenab-ı Hakk’ın irade-i külliyesine aittir; O’nun halkına ve icadına bakar; insan tercihlerinin dışındakalan bu alanda, dolayısıyla bir ‘siyasa’dan söz edilemez.

Tüm bu ayırımların üzerimize düşen siyasa eylemi ile ilişkisine gelince, Kader Risalesi’nin bir cümlesiniaktarmak gerekiyor:

‘İrade-i cüz’iye-yi insaniye ve cüz’-i ihtiyaresi, çendan zaiftir, bir emr-i itibaridir, fakat Cenab-ıHakk ve Hakim-i Mutlak o zaif, cüz’-i iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı adi yapmıştır. Yani, manender: ‘Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyleyse, mesuliyet sana aittir.’

Bu ifadede, baştaki ayırımlarımıza paralel olarak, insana düşenin yolu seçmek olduğu, fakat o yolunnihayetine erişmenin insana ait olmadığı anlaşılıyor. Böylece sorumluluğumuzun ve siyasetimizin sadece ihtiyarımızınve cüz’i irademizin geçerli olduğu, tertib-i mukaddematta, bidayette, yolu seçmede, yani hayrın başında gerçekleştiğinianlıyoruz. Bir diğer ifadeyle, siyasetimizi ve sorumluluğumuzu terettüb-ü neticeye, nihayete, vardığımız menzile,yani hayrın kendisine bağlamıyoruz.

Hasılı insan kendi ubudiyet alanı içindeki eylemlerinin siyasasını maksadında aradığı kadar vehatta ondan önce, takip ettiği tarikte aramalıdır. Sonuç ve maksad, Cenab-ı Hakkın icadına ve irade-i külliyesinebaktığı için, her halükârda güzeldir ve hayır olacaktır. Lakin, insanın o hayrı isterken iradesini ve ihtiyarınınnasıl kullandığı kendi ‘siyasî’ sorumluluk alanını belirler. Yoksa, gayr-i meşru bir tarikle meşru bir maksadamuvaffak olmak, insanın hayrı tercih ettiğini değil, Cenab-ı Hakkın hayrı icad ve irade ettiğini gösterir. İnsanınhayrı tercihi, seçtiği yolda, güttüğü siyasette, yani ‘hayrın başı’nda başlar. Bu yüzden insanın "ben"olarak yürüttüğü siyasetin sorumluluğu sebeplerin tertibi hengâmına, ya da hayrın başına denk gelir. Hayır ya daşerr tercihi, hep başlardadır ve insanın yapıp ettiği de başlamaktan ibarettir; sonuç olarak elde edilenler, yaninihayetler ve hayırlar insanın tercihine konu değildir, insan onları sadece ister ve dua eder. İcada konu olan sonuç,insanın tercihine isteme ekseninde konu olabilir, insanın yapıp ettikleri arasında sayılamaz. İnsanı yapıp ettiğisadece sonuca giden yoldaki eylemleridir. Allah’ın adıyla hareket etmek ya da etmemek tercihi, yani kulluk siyaseti, hayrınicadına değil, hayrın başına endekslidir, sebeplerin hazır edilmesinde başlar ve biter.

Modern anlamıyla (ve de uygulamasıyla), siyaset, bu ayırımı ciddiye almaz. İnsanın eylemleri vetercihlerini kul olma alanı içinde değerlendirmediği için, insanı katı bir determinizm zemininde sonuçları icadeden, yaratan, gerçekleştiren Yaratıcı’nın yerine koyar. İnsanın iradesi ve kudreti ile sonuçlar arasındaki sonsuzmesafeyi yok saydığı için, kulun fiillerini sonuçlara doğrudan yapışık olarak bellediği için, insan eylemlerininsiyasasını sonuçlara göre belirler. Bu yüzden, modern siyaset, pek de haklı olarak, ‘sonuç alma sanatı’ olarak tarifedilmektedir. Bu tarif, siyasetçiye, mutlaka sonuç alması gerektiğini ima ederken, bu işi ne pahasına yapacağıkonusunda bir sınırlama getirmez. Aslolan sonuç almaktır ve bu sonuca giden yolun nasıl olacağı siyasetçinin butarifteki ‘sanat’ kelimesini nasıl yorumlayacağına bağlıdır. O halde, sonuca giden yol, sonucu elde etmeyi garantilemekadına, olabildiğince esnetilebilir, genişletilebilir, sınır tanımaksızın tevil edilebilir. Nasılsa, sonuca gitmek içinyapılan herşey, sonuca ulaşıldığında bir tür siyasi meşruiyet kazanacaktır. Yani, siyasetçinin ahlakını hangiyolu takip ettiği değil, yolun sonunda elde ettiği başarı ve muvaffakiyet belirler, bu tarife göre. Öyle ki, meşrubir maksada erişmiş bir siyasetçiye, vasıtalarının da meşru olup olmadığı sorulmaz; sonuç aldığına göre,sorgulanamaz ve dokunulmaz bir meşruiyetle kuşanmıştır artık.

Tam burada bir yine "devlet büyüğü"nün Onyedinci Lem’a’da zikredilen bir tavrını aktaralım:

"…bir zaman, İslam kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlup eden Celaleddin-iHarzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hakk seni galipedecek." O demiş: "Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakkın vazifesinekarışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun vazifesidir."

Bu tavırda bugünkü siyaset anlayışına ters düşen bir ölçü vardır. Celaleddin-i Harzemşah, modernsiyasetçilerin aksine, kendi vazifesini sonuç almakta, yani galip gelmekte görmüyor; kendi vazifesinin sonuca giden yoldayürümekte, yani "cihad yolunda hareket etmek"te olduğunu söylüyor. Burada, "cihad yolunda hareketetmek" sebeptir, "muzaffer olmak" ise sonuçtur. Esasen, Celaleddin-i Harzemşah’ın yaklaşımından, onunsebep ve sonuç ilişkisine nasıl baktığı da çıkarılabilir. Celaleddin-i Harzemşah, ehl-i i’tizal gibi, sebepler vesonuçlar arasında deterministik bir ilişki (illiyet) farzediyor olsaydı, vezirleri ve tebası gibi cihad yolunda hareketetmekle galibiyeti garantilediğini düşünecekti ve galip olmayı da kendine vazife edinecekti. Ama tam tersine, işin başını,yani sebepleri tertip etmeyi, kendi üzerine alıyor; işin nihayetini, yani neticenin terettübünü ise Cenab-ı Hakk’a bırakıyor.Hikmet ve esbab dairesinde yaşayan bir insan olarak sebeplere tevessül etmeyi "emir" telakki ederken, itikaddairesinin hükmünce, yine sebeplerin bir perde ve bahane olduğunu bilerek, tesiri Cenab-ı Hakk’a teslim ediyor.

Bir diğer ifadeyle, Celaleddin-i Harzemşah kul olarak cüz’-i iradesini cihad yolunda hareket etmek yönündekullanıyor, fakat galibiyeti Cenab-ı Hakk’ın irade-i külliyesine bırakıyor. Buna göre, Celaleddin-i Harzemşah, sadececüz’-i iradesinin geçerli olduğu yerde, yani, işlerin bidayetinde, yani sebepleri tertip etmede, yaptığı tercihsayesinde "mücahid" sıfatını alır. Sonuç, kendi iradesiyle belirlenmediği içindir ki, Harzemşah, mağlupolduğunda mücahid sıfatından olmadığı gibi, bu sıfatı alması mutlaka galib gelmesine bağlı da değildir. Kısacası,Celaleddin-i Harzemşah cihadda muzaffer olduğu için değil, cihad yolunda çalışmayı, cihad yolunda çalışmamayatercih için mücahiddir. Keza, Resul-ü Ekrem Aleyhisselatü Vesselam insanlara hakkı dinlettirdiği ve hidayet verilmesinisağladığı için değil, bir sonuçlara elinin yetişmediğini ve iradesinin yetmediğini bilen bir "kul" olaraksadece tebliğ ettiği için "mübelliğ" ve "resul"dür.

İşte burada Hutbe-i Şâmiye’nin ünlü haşiyesindeki kavramları yeniden yorumlamak gerekiyor:

Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ıİslamiye ile ziyade alakadardır. Fakat, sakın zannetmeyiniz ki o, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş!Haşa belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatini bin siyasete fedaederim" Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe aletetmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslamiyetin hakaikına bir hizmetkar,bir alet yapmaya çalışmış.

Fakat, o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların, Garplılaşmak bahanesiylesiyaseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslamiyeye alet etmeye çalışmışlardı.İslamiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tabi olamaz. Ve alet yapmak, İslamiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyükbir cinayettir.

(Siyasetin Risale-i Nur içindeki genel yorumu ve yukarıdaki haşiye ekseninde gelişen anlam açılımlarıiçin bakınız. Metin Karabaşoğlu, "Siyaset Nedir, Ne Değildir?" Köprü, Bahar/1995, sayı 50)

Siyasette, hele de bugünkü siyasette, dindar ehl-i siyasetin kendilerine, en iyimser ifadeyle "İslamınlehine" ya da "Müslümanların lehine" gözüken bir hedef seçip, hedefe giden yolda "hakaik-ıimaniye"yi ve "şeair-i İslamiye"yi menfaatperest ve yalancı siyasetin rajonlarına göre yontmaları vesiyaset sermayesi yapmaları çok incelikle gözlenmesi gereken bir tavırdır. İnsanlar elde ettikleri sonuçlara göre değil,nasıl davrandıklarına göre rengini alır. "El katilü lâ yeris" [katil, öldürdüğü kimseye vâris olamaz]bir düstur-u azimdir: "Gayr-i meşrû tarîk ile bir maksada giden zât, galiben maksudunun zıddıyla görür mücâzât."(…) Fâsık-ı mahrum, bulmaz ne lezzet ve ne necât.

Velev ki sonu hayra varsın (ki varmıyor!), hayrın katledildiği (tarif icabı katledilmesinin göze alındığı)bir yolun yolcuları olmak, hayırdan nasibsizliği getirir, hayırlı ve güzel fiillerin öznesi olmayı garantilemez.

‘Siyaset-i İslamiye’ gibi meşru bir maksad için bile olsa, izlediğimiz yolda’ hakaik-ı İslamiye’yimenfaatperest siyasetin zaruretlerine alet ve tabi etmek, şerli bir tercih olarak önümüzde duruyor.


Risale-i Nur Eksenli Bir Siyaset Çalışması

Siyaset ve Şer

Mesnevî-i Nuriye’de dünyaya karşı konulan ölçü, siyasetin dünyası için de geçerli olsa gerektir.Siyaseti—kendi irademizle yönlendirebildiğimiz sürece ve ölçüde—kesben terketmeyeceğiz, ancak—siyasetin hakkadayanmayan ya da dayanması beklenmeyen "ölçüler"ini ve "ilkeler"ini de bilerek—kalben terkedeceğiz.Yani, siyasete sağır ve kör kalıp tembellikle sırtımızı dönmeyeceğiz, siyaset kendi irademize ve kudretimize konuolabilir duruma geldiğinde—meselâ tek bir oy vermek gibi küçük bir katkının mümkün olduğu durumda bile—siyasetiçin emek harcayacak ve ter dökeceğiz ama kalbimizi de siyasetin ve siyasetin sonuçlarına bağlamayacağız.

Üzerinde düşününce, bu ölçünün belirlediği ince çizgiyi sürdürmenin pek kolay olmadığı anlaşılır.Zira, insan kalben bağlanmadığı bir şey için emek sarfetmekte zorlanır. Tersi de doğrudur. İnsan, emek sarfettiğive ter döktüğü şeye kalbini vermeden edemez.

İşte ‘ehven-i şerr’, bu zor dengeyi yürütmenin, bu gerilimli alanda yürümenin kuralını koyar veyolunu gösterir. Günümüzde ‘ehven-i şer’, daha geniş ve kapsamlı bir deyim olmasına rağmen, pratik gereği, en çoksiyasetle ilgili olarak gündeme geldi. Risale-i Nur’un muhatapları, yıllardır ‘ehven-i şer’ adına ehl-i dinin çoğunluğundanayrı düşen bir siyasi tavır sergiledi. Diğerleri de ‘ehven-i şer’ ölçüsünün pek lüks olduğunu ima eden kayıtsıztavırlar içinde oldu. Ne ki, siyasetin günümüzde gelip dayandığı kırılma noktası, her iki tarafı da bir nefismuhasebesinin eşiğine getirmiş olmalı.

‘Ehven-i şerr’in nasıl bir ölçü olduğuna bakalım. Ehven-i şer, ne siyasete tümüyle bigane kalmayıne de herşeyini siyasete endekslemek gibi safdil bir davranış içinde olmayı gerektirir. Ehven-i şer bir ölçü olduğunagöre, siyasete karşı korumak zorunda olduğumuz bir mesafenin uçlarını belirler. Yeri geldiğinde bir partinin ilçe teşkilatınıkuracak kadar yakın oluruz siyasete, ama siyasetin şerli olduğunu, yalana ve riyaya dayalı olduğunu bilecek kadar dauzak dururuz. Bunu yapmak zordur, yapmamak kolaydır. Meselâ, şerli diye siyasetten tümüyle el-etek çekip, haklı vehaksız arasında sözüm ona tarafsız kalarak zulme rıza göstermek, hak aranması gereken yerlerde istiğna tavrı takınarakkendini ezdirmek kolaydır. Kezâ, siyasete bulaşmışken emek verdiğiniz siyasî partiyi adeta kutsamak, hayrı ve şerriaynı partiden olup olmamaya görek tarif etmeye kalkmak, müslüman olmanın ölçüsünü siyasî tarafgirliğe görebelirlemek de kolaydır.

Zor olanı nedir o halde?

Zor olanı, ehven-i şerri gerekçe göstererek bir başka siyasi parti ve pek karizmatik lideri adına ehl-iimanın çoğunluğunun teveccüh ettiği partiye muhalif kalan belli cemaatlerin yapamadığıdır. Zor olanı, yıllardıradı üzerinde bir siyasi partiyi ve o partinin iktidar manevralarını takdis eder derecede davalarını partiye endeksleyensaf ve iyi yürekli insanların yapamadığıdır. Bu iki tavırda da ehven-i şerrin çizdiği mesafe muhafaza edilmemiştir.

Ehven-i şer ölçüsü, bir partiye taraftar ya da muhalif olmayı mevcut siyasî seçeneklerin dışındabir gerekçeye dayandırır. Bir siyasî partiye muhalefetimizin sebebi başka bir siyasî partiye olan taraftarlığımızise, "ehven-i şerreyn ihtiyar olunur-iki şer arasında ehveni tercih edilir-" ölçüsüne göre hareketetmiyoruz demektir. Aynı şekilde, bir siyasî partiye taraf olmamızın sebebi o siyasî partiye olan muhabbetimiz iseehven-i şer ölçüsünü yine ihlal ediyoruz demektir. Çünkü, ehven-i şer ölçüsü, bizi mevcut partiler arasındabir tercihe götürüyor gibi görünse de, bütün partilere karşı durmamızı ister, siyasetin işleyişine belli biruzaklıkta kalmamızı ister. Buna göre, meselâ dindar insanların teveccüh ettiği siyasi partiye başka bir siyasîpartiye olan tarafgirliğimiz adına karşı çıkıyorsak, partiler arasındaki tercihimizde isabet etsek bile, bütünpartilere karşı olan mesafemizi koruyamıyoruz demektir. Bu da, ehven-i şer ölçüsünden kopmak demektir.

Ehven-i şer tabirinin ikinci kelimesi ‘şer’, siyasî partileri değil siyasetin kendisini tanımlar:siyaset şerlidir. Lâkin bu şerli siyaset içinde bir seçeneğin, meselâ bir partinin diğerlerine kıyasla daha az şerliyani ‘ehven’ şerli olması mümkündür. Ehven olan ve şedit olan şerler arasında tarafsız kalmak, şiddetli olan şerrinlehine geçer ki, bu da şiddetli şerre karşı durmak için mecburen daha hafifi lehine seçimde bulunmamızı gerektirir.’Ehven-i şerr’in ilk kelimesi ‘ehven’ de tam burada siyasetle temas noktamızı belirler. Ehven şerli olan siyasî seçeneğidiğerlerine karşı tercih etmek zorunda olduğumuzu hatırlatır, ama siyasetin şerli oluşunu da izale etmez, hükümdenkaldırmaz. Öyleyse, tıpkı dünyaya karşı kesben yakın, kalben uzak olmamız gibi, siyasete de şerli olduğunu bilerekuzak durmamız, şerler içinde ehvenini şiddetli olana karşı tercih etme zaruretimiz kadar yakın durmamız gerekiyor.

Fakat gariptir ki, ‘ehven-i şer’ teriminin birinci kelimesi ‘ehven’, "namaza yaklaşmayan" Bektaşîmisâli, aklımızda daha sıkı yer ederken, ikinci kelimesi olan ‘şerr’i sanki yutarak geçiştiriyoruz. Oysa, tercih ettiğimiz,hatta sempati duyduğumuz siyasî parti, şerler içinde ehveni olabilir ama hâlâ şerler içinde biridir. Ehven-i şer ölçüsüöncelikle siyasetin yekûnuyla ilgili hükmünü vermiştir. Buna göre, menfaat, riya, yalan üzerine dönen siyasetin içindehangi parti yer alırsa alsın, hayr-ı mutlakaya göre hareket edemeyecektir; siyasetin hakkını vermek istiyorsa, isteristemez şerli olacaktır; şerler içinden biri olacaktır; başkalarının koyduğu şerli kurallara göre oynayacaktır.Dolayısıyla, bu zamanda din adına siyaset meydanında yer almak, mukaddes, pâk, âlî ve mutlak hayır olan dinhakikatlerini siyasetin şerli, kirli, riyalı ve süflî kurallarına alet ve tâbi kılmayı gerektirir. Ki böylece,ehven-i şer şöyle dursun, azâm-ı şer irtikab edilmiş olur. ‘Ehven-i şerr’in din adına siyaset meydanına çıkmayakarşı durmak olarak yorumlanmasının en önemli ve öncelikli gerekçesi bu ‘azam-ı şerr’i işlemek endişesidir. Aynıendişe, sadece dindarlar adına siyaset yapan partiye karşı değil, bütün partilere karşı da mesafeli durmayıgerektirir; çünkü hepsi de siyasetin şerli işleyişinden nasibini almıştır. Lâkin, bu endişe, partilerin hepsi şerlidiye, siyasete tamamen bigâne kalmayı de gerektirmez. Bütün tercihlerin şerli olduğu yerde, adalet-i izafiyeye göre,şerler içinde ehven olan şerri tercih etmek gerektir; yoksa lakayd ve tarafsız kalarak azam olan diğer şerlere taraftarolmak sözkonusudur. Ancak, bu tercih sırasında, tercih ettiğimiz partinin yine de ‘şer’ olduğunu, en fazlası şerrinehveni olabileceğini unutmamak, ona ‘hayır’ atfetmemek, ‘hayr’ı bizzat ondan beklememek gerekiyor. Bu ihtiyat, ehven-i şerölçüsüne göre, bütün partilere karşı korumamız gereken mesafeden kaynaklanır.

Gelgelelim, bütün hizmetini ve cihadını bir partinin iktidarına bağlamak, şerli ve yalanlı siyasetinkurallarına göre işlemek durumunda olan bir kuruma (partiye) hayırlılık atfetmeyi gerektirir; ondan bizzat hayır ummayıgerektirir. Buna göre, mukaddes olan ‘hayır’ı şerli partiler içinde arıyoruz demektir. Oysa, ehven-i şer ölçüsü,partiler içinde hayır aranmaması gerektiğini bildirir; mukaddes ve pâk olan hayrı partilerin ve siyasetin dışındatutar; münezzeh olan hakk’ı siyâsî garazların uzağına saklar. Sonuç olarak, siyasi oyumuzu siyasetin içinde kalarakdeğil; siyasetin dışında kalarak vermemiz gerekir. Hal böyle olunca, kendince idarecileri dindar ve dürüst olan birpartiye oy vermeyi doğru bulan bir ehl-i iman ile siyasetin şerleri icabı din adına siyaset meydanında bulunmayamuhalefete eden bir başka ehl-i iman arasında particiliğe dayalı bir gerilimin olmaması gerekir. Çünkü, ikinci ehl-iiman birincisinin taraf olduğu partiye doğrudan o partiye ve o partinin liderine vs. garazı yüzünden karşı değil,siyasetin bütününe olan mesafesi dolayısıyla karşıdır.

Sonuç olarak, siyaset, "ben" dediğimiz yerde kaçınılmaz olarak başlayan, sebeblerin tertibi sırasındakitercihlerimizde gerçekleşen, sonuçları sebeplerin önüne geçirdiğimizde şeytan ile yanyana durabilen, sosyal plandaise şerlerini tanımladığımızda şerrinden uzak kalabileceğimiz eylemler alanıdır.