Osmanlı’dan Türkiye’ye modernleşme mücadelesi ve Bediüzzaman

"Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz"

Modernleşme, Osmanlı-Türkiye bağlamında son iki asırdır hayatın bir çok alanında etkisi hissedilenbir kavramdır. Batıdaki kökleri, Rönesans ve Reform hareketlerine kadar dayanır. Bugün, bütün insanlıkta olduğugibi, İslâm toplumlarında da, modernizmin derin etkileri vardır. Ekonomik, sosyal ve siyasî alanlarda modernizminbelirleyiciliği inkâr edilemez. Alain Touraine’in dediği gibi "Hepimiz modernlik teknesine binmiş durumdayız amaaslolan gemide forsa olarak mı, yoksa birtakım olası ve kaçınılmaz kopmaların bilincinde olarak ellerinde bagajlarıylayolcu olarak mı bulunduğumuz."1 İslâm toplumları henüz bu sorunun cevabını aramakla meşgul. Müslümanlarşöyle veya böyle (ilerideki satırlarda tartışacağımız gibi) modernlik teknesinde yer aldığına göre buradaki rolüne olmalıdır? Kendine ait olanları terk edip, Batı’nın idealindeki hedeflere ulaşmasına yardımcı olan bir"forsa" mı olmalıdır? Yoksa, kendine ait olanlara sahip çıkarak, geçmişle geleceği, kültür mirasıylameslekî ve toplumsal uyumu bağdaştıran bir yolcu mu olmalıdır? Bu sorulara cevap bulabilmemiz, İslâm toplumlarınınBatı karşısındaki tutumunu anlamamıza yardımcı olacaktır.

Modernleşme nedir?

Batı’nın beş yüz yıllık tarihî tecrübesini özetleyen bu kelimeyi tanımlamak, elbette çok kolay değil.Ayrıca, Dawison’un dediği gibi, aynı şeyleri düşündüğünü söylemek de pek mümkün değil.2 Kelimeanlamı, "yenileşme, çağdaşlık" demektir. Fakat, tarihi süreç içerisinde kazandığı anlamı Batı’nınideolojik kodlarını içermektedir. Bu açıdan Bolay, modernleşmeyi kavram olarak, "Rönesans ve Aydınlanmadevirleriyle kazanılan kültürel değerlerin, teknik ve bilimsel gelişmelerin, sosyal münasebetlerin benimsenmesi"3şeklinde tanımlar. Ortaylı ise, modernleşmeyi, "Gelişmiş toplumun özelliklerinin az gelişmiş bir toplum tarafındanalınması" şeklinde tanımlamakla birlikte, yeterli bulmaz. O’na göre, "Modernleşme olgusu, kaba bir deyişlevarolan değişmenin değişmesidir."4

Modernleşme kuramı ve Osmanlı aydınları

Modernleşmeyi salt bir "ilerleme" kavramı olarak ele almamız mümkün değildir. Batıideolojisinden kaynaklanan muhtevasını, dikkate almamız gerekir. Her şeyden önce, modernleşme kuramı"modern" ve "geleneksel" olarak nitelenen iki toplum tipinin karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Butipleştirmede esas olarak modern toplum tipinin ne olduğu ifade edilmiş, geleneksel toplum ise bir tür "modernolmayan toplum" biçiminde algılanmıştır.5 Geleneksel bir toplumun modern bir toplum haline gelmesinintek yolu vardır. O da modern toplumlara benzemesidir. Modern toplumdan kastedilen Batı toplumları olduğuna göre,modernleşmenin yolu Batı ideolojisinin benimsenmesinden geçmektedir. Bu da Batı’da hakim felsefî görüşlerin"modernleşme" kılıfı ile ihraç edilmesi anlamını taşımaktadır. Modernleşme fikri Rönesans ve Reform döneminden,Aydınlanma çağına kadar gelişen Batı ideolojisinin üzerinde gelişmiştir. Bu açıdan, "kendisini, bir kutsalvahiye ya da ulusal bir öze uygun olarak örgütlemek ve bu yönde eyleme geçmek isteyen bir toplumu modern olaraknitelemek olanaksızdır."6 Batı toplumunda, 16. yüzyıldan günümüze, hakim düşünce akımımaddecilik olduğundan, Tanrıya başvurma ya da ruha gönderide bulunma, istikrarlı bir biçimde yıkılması gerekengeleneksel bir düşüncenin mirası olarak görülmüştür.7 Modernist ideolojiye göre, değerlerin kaynağıtoplumdur. İyiliğin topluma yararlı, kötülüğün ise onun bütünleşmesi ve etkinliğine zarar veren şey olduğufikri modernist ideolojinin temel öğelerinden birisidir. Ayrıca, "toplumun merkezindeki Tanrının yerine bilimikoyarak, dinsel inançlara-en iyi olasılıkla-ancak özet yaşam dahilinde bir yer bırakır.8 Bu pozitivistyaklaşımlar modernizmi bir ideoloji olarak görmemizi zorunlu kılar. Katolik anlayışı reddederek başlayan Rönesans veReform hareketleri, Aydınlanma düşüncesi ve pozitivizmi ortaya çıkarmıştı. Bu süreç sekülerleşmeyi hayatın heralanına yayarken, teknolojik gelişmeyi ve sosyal refahı da beraberinde getiriyordu.

Bütün bu olup bitenler, Osmanlı toplumu içerisindeki bazı kesimler tarafından dikkatle izlenir. Kesinolan bir şey vardır: Artık Avrupa eski Avrupa, Osmanlı da eski Osmanlı değildir. Osmanlıdaki değişim 13, 14 ve 15. yüzyıllardakihızını koruyamamış, Batı karşısında teknolojik zaafa uğramıştı. İşte bu noktada, Osmanlı’nın Batı karşısındakitutumu tartışılmaya başlandı. 17. yüzyılda görülmeye başlayan ilk modernleşme motifleri dikkatleri bile çekmemişti.Fakat 19. yüzyılda modernleşme kavramı bir kimlik sorunu olarak ele alınmaya başlandı.

Modernleşmenin iki yüzü

Osmanlıda modernleşme halkın sosyolojik yapısından kaynaklanan bir gelişme olmadığı için bir halkhareketi değildir. Yönetici aydın eliti tarafından sırtlanan bir çabadır. II. Viyana bozgunundan, Tanzimat Fermanı’nınilanına kadar tarihi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkan modernleşme, bu tarihten sonra, yöneticiler tarafındantopluma dikte ettirilen bir hareket olmuştur.9 19. yüzyılda aydınların Batı karşısındaki tutumu iki anagrupta toplanabilir. Bu gruplardan her ikisi de Osmanlı’nın Batı karşısında teknoloji açısından geri kaldığınıbelirtmektedir. Ancak Avrupa medeniyetinin seviyesine nasıl ulaşılacağı konusundaki düşünceler farklıdır. Aydınlarınbir kısmı, "icab-ı asra intibak" da dedikleri "topyekün Batılılaşmak" olarak algılamışlardır.Diğerleri ise seçicidir. Geleneksel değerleri topyekün reddetmezler. Batıdan gelen, tasnife tâbi tutularak, manevî değerlerkorunmak suretiyle yararlı görülenleri kabul edilebilir. Bu iki çizgi varlığını Cumhuriyet döneminde, hatta günümüzdebile sürdürmektedir.

Modernleşmeyi topyekün Batılılaşmak olarak algılayanlar, çoğu kez otoriter yönetimin idarecisikonumundadırlar. Halkın yaşam tarzının değişmesi gerektiğine inanmışlardır. II. Mahmut devrindeki yenilikler bu çerçevedekiilk yoğunlaşmadır. Sarık yerine fes giydirilmesi, Mehteran bölüğü yerine, askeri bando takımı kurulması,misafirlerin Avrupa protokolüne göre kabul edilmeye başlanması bu çerçevede değerlendirilebilecek gelişmelerdir.10Toplumun başka bir kesiminden olan Mekteb-i Tıbbiye muallimlerinden Mehmed Kâmil Efendi, geleneksel olanla modern olanarasındaki farkı ilginç boyutlara taşımıştır. 1859’da neşrettiği "Melce-üt Tebbahir" adlı eserinin önsözünde,hayat şartlarının değişmesi yüzünden artık eski yemeklerin kafî gelmediğinden ve yeni hayata göre Batılılardanyeni bir "coisine" almamız lüzumundan bahsederek eserini bu amaçla yazdığını belirtir.11Pozitivizmin Osmanlı bünyesine girmeye başlaması bu pratikleri daha sağlam temellere oturtmuştur. Tanzimat Fermanı’nınilânından sonra Mustafa Reşit Paşaya bir mektup gönderen Auguste Comte kurduğu yeni din olan pozitivizme Osmanlınınhazırlanmasını ister. Her ne kadar bu istek hemen gerçekleşmemişse de, çok geçmeden Beşir Fuad, Ahmet Ziya ve Ziya Gökalp’ineliyle pozitivizm Osmanlı bünyesini yerleşmeye başlamıştır. Artık Batı’dan alınan pratikler felsefi anlayışlarladesteklenmeye başlanmıştır.

İkinci çizgide toplananlar modernleşmeyi topyekün Batılılaşmak tarzında anlamazlar. Geleneksel olanlamodern olan arasında bir denge kurulması gerektiğini düşünürler. Bir çok düşünür İslâmî nasların korunmasısuretiyle ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılardan arınabileceğine inanır. Bu çerçevede değerlendirilebilecek ilkOsmanlı entelektüelleri Yeni Osmanlılardır. Onlar modernleşme olgusuna daha ihtiyatlı yaklaşmışlardır.12

Avrupa’dan gelen yeniliklerin başarılı olabilmesinin, İslâmî kimlikle uyum sağlayabildiği ölçüde mümkünolacağını düşünmüşlerdir.13 Bu çerçevede dönemin en ilginç eserlerinden birisi Tunuslu Hayrettin’eaittir. Tunuslu bu eserinde modernleşmeyi sorgular. Osmanlı Devleti’nin gelişmiş Avrupa devletleri seviyesine nasıl ulaşabileceğiniaraştırır.14 Bu grupta değerlendirilebilecek aydınlar Batıdan gelen her şeyi topyekün kabul etmek veya baştanreddetmek yerine seçici olmayı tercih etmişlerdir. Dönemin en muhafazakâr aydınlarından olan Cevdet Paşa’nın İmparatorluğunidari yapısının Batılılaşmasında en önemli rol oynayanlardan olması bu açıdan manidardır.15 Cevdet PaşaBatı’dan gelen yeniliklere karşı peşin hükümlü olmamış, ülke yararına olacağını düşündüğü yeniliklerin alınmasındaöncülük etmiştir.

"Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz"

İmparatorluğun son yıllarında, İttihat ve Terakki Partisi’nin iktidarda olmasının da yardımıylamodernleşmenin iki yüzünden birisi olan topyekün Batılılaşma, yönetim kademelerinde itibar görmeye başlamıştır.Kuşkusuz bunda İttihat ve Terakki Partisi’nin tek ideologu olan Ziya Gökalp’ın büyük etkisi vardır.16 Bu sıradaOsmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na katılmıştı. Bu savaş Osmanlı’nın siyasî geleceğini belirleyeceği gibi,galip gelinmesi halinde Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan güçlü bir Avrupalı devlet tesis edilecekti. Böylece iki yüzyıllıkçaba meyve verecek, Paris Anlaşmasıyla deklare edilen Osmanlı’nın Avrupalılaşması gerçekleşmiş olacaktı. Lakin böyleolmadı. Birinci Dünya Savaşı kaybedildi. Avrupa’ya muhabbet yerine nefret beslenmeye başlandı. Said Nursî’nin 1919’daneşrettiği "Rüyada Bir Hitabe"de açıkladığı gibi Batı felsefesinin Osmanlı bünyesinde hakim olmasızorlaştı. Mağlubiyet görünen çirkinliği yanında, görünmeyen güzellikler içeriyordu. Şöyle ki; "… Galibolsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki ocereyan hem zalimane, hem tabiat-ı ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin [zıt], hem ömrü kısa, parçalanmayanamzettir. Eğer ona yapışsa idik, Alem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik."17Harb-i Umumî’deki mağlubiyetimizi "munis" gösteren sır, İslâm toplumlarının Batı felsefesine sahip çıkmasınınönlenmesiydi. Müslümanların Batı’nın elindeki "cereyan-ı müstebidane" denilen felsefesine yapışması, öylesinedehşetli bir tahribattır ki, bu ölçüdeki zararı savaştaki mağlubiyetimiz bile veremezdi. Birinci Dünya Savaşı’ndakikaybedilen topraklar, verilen şehitler ve Batının siyasî hakimiyetinden hiçbiri Müslümanların Batı felsefesine sahipçıkması kadar tehlikeli değildir. Öyle ise Batı’dan gelene karşı daha ihtiyatlı olunmalıydı. Osmanlı modernleşmesi"Avrupa’nın üflediğine oynayan" taklitçi niteliğinden sıyrılarak daha seçici olmalıydı. Bundan dolayıBediüzzaman Avrupa’nın etkisini iki grupta inceler.

"Madem ki kaynak Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfi veya müspettir."18 Menfi olanıyukarıda bahsedilen "cereyan-ı müstebidane" gibidir. "Harf gibi tek başına anlam taşımaz. Başkasındakibir manayı gösterir kendi kimliğini taşımaz. Avrupa’dan gelen ikinci cereyan müspettir. İslâmî esasların reddetmediğiunsurlardır. İç bünyeye uygundur. "İsim" gibi kendisinde bulunan manalara işaret eder. Hariçten gelenyenilikleri kendi varlığı için kullanabilir. İslâm toplumlarının gelişmesini yardımcı olabilir. Bediüzzaman butasnifle modernleşme kuramının tabiatı gereği, seçme hürriyeti tanımayan yapısını eleştirerek İslâm alemini"bilvasıta müteharrik" olmaktan çıkararak", "müteharrik-i bizzat" haline getirmeye çalışmıştır.

Avrupa’dan gelen "müspet cereyan" çeşitli fen ve sanayiden oluşmaktadır.19 Bunlarkaynağını İsevîlik din-i hakikisinden almıştır.20 "Menfî cereyan" ise kaynağını Batıfelsefesinden almıştır.21 İslâm medeniyetinin korunabilmesi için Batı medeniyetine ait çirkinliklerin Müslümanlarıniçerisinde hayat bulmasına izin verilmemelidir. Kısaca, "Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki;onlar Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv-ünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir."22 Bediüzzaman’ın bu görüşleri İslâm aleminde,bir çok Müslüman’ın sağlıklı düşünmesine yardımcı olmuştur.

"Muasır medeniyet seviyesi"

Cumhuriyet döneminde, Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında korktuğu başına gelmiş, Türkiye,Batının topyekün etkisi altına girmiştir. Garip bir tecellidir ki, Bediüzzaman’ın "Galip gelse idik, hasmımızve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik" şeklindeki sözleri, KurtuluşSavaşı galibiyetinden sonra tahakkuk etmiş. Yeni devletin nihai hedefi bütün geri kalmış devletlerde olduğu gibi,"Muasır medeniyet seviyesi" olarak gösterilmiştir. Asker, bürokrat ve aydınlar "Modernleştiriciintelligentsia"nın fonksiyonunu üstlenmiştir. Artık, "Batılı modern kültürün düşünsel araçlarıyladonanmış yerli bir aydınlar grubu" oluşturulmuştur, "yabancı aristokratik seçkinler zümresi" yerlerinialmıştı. Modernleşme bu güçler eliyle yürütülecekti.23 Türkiye kısa sürede Batı toplumunun siyasîsosyal ve iktisadî özelliklerine bürünecek modern bir ülke haline gelecekti. Başkaya’nın ifadesiyle felsefî temeli24pozitivizme dayanıyordu. Dinin yerini modernleşme kuramına uygun olarak, pozitivist laiklik almıştı. Kısaca Anıtkabirkutsal mekâna, Nutuk kutsal kitaba, Mustafa Kemal’de bir tür peygambere dönüştürülmüştü.25 Modernliğineleştirisine değin söylenilenler, Türkiye’de yaşanmaya başlanmıştı. Bütün bunlar yapılırken26modernlik anlayışındaki şiddet ve katılık27 ön plana çıkıyor. Otoriter yaklaşımlarla istenilen sonucaulaşılmaya çalışılıyordu. Bediüzzaman bu çabalar karşısında da eleştiriden çekinmemiştir. Afyon mahkemesineyazdığı bir maruzatta, "istibdat-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermekle irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla,sefâhat-ı mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfriye kanun nâmını vermekle, hem bizi peri-şan, hem hükümetiiğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler28." diyerek modernleşme anlayışını eleştirmiştir.Fakat bu eleştiriler dikkate alınmak bir yana, tecziye ile mukabele görmüştür. Bediüzzaman hayatının yarısına yakınınıhapishanelerde ve tarassut altında yaşamak zorunda kalmıştır. Yine ilginç bir noktadır ki Batılı hayat tarzınıeserlerinde eleştirdiği için, "Bu risalelerin ile medeniyetimizi ve keyfimizi bozuyorsun" denilerek29suçlanmak istenmiştir. Bediüzzaman’ın bunlara cevabı, "Bu yeni usulünüzün, münzevîlerin çilehanelerinegirmeye hiç bir hakkı yoktur" şeklinde olmuştur. Bütün bunlar olurken, Batı karşısındaki tutumunu Cumhuriyet dönemindede açıklamıştır. "Avrupa ikidir" diyerek kaynağını hakikî Hıristiyanlıktan alan güzelliklere fen vesanayiye sahip çıkarak, kaynağını her türlü dinî duyguyu inkâr eden felsefi görüşlerden alan dalalet fikrine karşıçıkmıştır. Bediüzzaman bu eleştirileri yaparken, sık sık Avrupa’daki gelişme ile İslâm alemindeki gelişmenin aynınitelikte olmadığını vurgulamış. Batı Hıristiyanlıktan uzaklaştıkça, Müslümanlar ise İslâm’a sarıldıkçaterakki edeceğini savunmuştur. Çok geçmeden Modernleşme kuramının Doğu toplumlarını analiz eden ilkelerinin doğruolmadığı ortaya çıkmış, kuram üzerinde eleştiriler yoğunlaşmıştır.

Toprağı bol olası modernleşme

Batıda ilk eleştirilerini 19. yüzyılın ikinci yarısında Nietzsche ve Freud’den alan30modernleşme 20. yüzyılın ortalarına gelince, sıkça eleştirilmeye başlandı. Bu gelişme sosyal bilimlerdeanti-pozitivist bir anlayışın gelişimi, modernleşme kuramının ideolojik muhtevasındaki açıkları ortaya çıkardı.1960’ların sonlarında sosyal bilimlerin "metafizik" alanından kurtulup "değerlerden arınmış" biralana girme çabalarının büyük ölçüde başarısız olması modernleşme kuramının temel özelliklerine getirilenradikal eleştirilere de temel oluşturmuştur.31 Modernliğin eleştirisinin ardından ferdi, ferdî hürriyetleri,mevcut kavramların sorgulanmasını, pozitivist anlayışın reddini içeren yeni bir anlayış gelişti: Postmodernizm. Buanlayış, bilginin konumunu değiştiriyordu. Batı geleneğinde tabiat, insan, toplum ve bilgi kavramları ve bunların üzerindebina edilen tüm bir değerler sistemi eleştiriliyordu. Dolayısıyla modernizmin ürünü olan iki kavram Liberalizm veSosyalizmde tıkandı. Batı kendisini külliyen ve temel kabullerden hareketle ele aldığı andan itibaren, bu kabulleri içerenideolojik yaklaşımlar da birer çare olmaktan çıkmıştı.32

Batıdaki bütün bu gelişmeler, Türkiye’de entelektüel bir tartışma açmanın ötesinde, pratik bir değertaşımıyordu. Halbuki modernizmin Batılı olmayan toplumlara dayatılması, Batının eliyle olmuştu. Avrupa’da modernizmçökerken, Türkiye’nin okullarında pozitivist eğitim anlayışı güçlendirilmeye çalışılıyor. Batı’da çok kültürlülükdeğer olarak yükselirken, Türkiye’de "aynı şeyleri düşünen ideal tip" insanlar yetiştirilmeye çalışılıyor.Kısacası Batı’dan aldığımız modernist ideolojiyi, Avrupa terk ettiği halde Türkiye sarılıyordu. Türkiye 20. asrıBatı’nın "kutsal reçete"lerini denemekle harcadı. Bediüzzaman ise, asrın başından bu yana Türkiye’nin Batı’yayaklaşımını eleştirdi. Batıyı reddetmedi, analiz etti. Teknoloji almayı, felsefesini terk etmeyi önerdi. Ne yazıkki Türkiye modernleşme teorisyenlerinin önerdiği gibi, "Ürdün nehrini geçip süt ve bal ülkesine ulaşamadı".Çünkü, modernleşme çöktü. Oraya giden köprüler yıkıldı.