Müsbet Hareket Modeli-I

Risale-i Nur Modelleri

III. Arama Konferansı Sonuç Bildirileri

Risale-i Nur Enstitüsü
Ankara Şubesi
24-25 Eylül 2005 / ANKARA

I. MASA

I. Müspet Hareket Kavramı

1. Müspet: İspat edilen, ortaya konulan, olumlu, istifadeye sunulan, pozitif, vücudî olan.

2. Menfi: İspat ve istifade edilemeyen, olumsuz, delilsiz, nefyedilmiş, negatif, ademî olan.

3. Müspet Hareket: Doğruluğu aşikâr ve belli ve ispat edilebilir ; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket, Allah’ın emrine uygun, tahripkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tamir edici tarzda olan, mizan, adalet ve insafa uyan hareket.

4. Müspet Hareketin Kaynağı: Yukarıdaki tarifte özellikle sübut boyutu ortaya konan müspet hareket, varlığın derinliklerinde mahv ve ispat arasında gelip giden zerreler boyutunda başlamaktadır. Bu anlamda sonsuz güzelliğin varlık şeklinde ortaya konması maksadı ön plana çıkmaktadır. Allah’ın güzel isimlerinin her an yenilenerek yansıdığı varlık tablosunda, bir olumluluk ve vücuda dayalı bir güzellik gözlenmektedir. Bu hal, müspet hareketin eşyanın en derinlerdeki boyutunu ifade ediyor.

Allah, kendi cemal ve kemalini muhtelif aynalarda görmek ve göstermek için varlıkları yaratmıştır. Kâinatın her zerresinde Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti görülmektedir. Diyebiliriz ki, varlık âlemi sayıya gelmez güzel isimlerin tecellisinin neticesidir. Kâinatın yaratıcısı, vasıtaları ve sebepleri icraatına perde yaparak rubûbiyetinin haşmetini de göstermektedir. Şuur sahiplerine bunca nimetler vermesi ve bolca ihsanlarda bulunması, kendini sevdirmek/tahabbüb, tanıttırmak ve bildirmek/taarrüf istemesinden başka bir şey değildir.

Allah, bütün noksanlardan pâk ve münezzehtir. Çünkü eksiklik, maddelerin istidat yetersizliğinden ileri gelir. Cenab-ı Hakk ise maddiyattan değildir. Kâinatın ezeli ve ebedi olan Sanatkârı, evreni dolduran eşyanın cismiyet, cihetiyet, tegayyür, temekkün gibi özelliklerden münezzehtir. Kur'an-ı Kerim’de “Allah'a misil yapmayın” âyetiyle bu hakikate işaret edilmiştir. Bu noktadan hareketle, maddi âlemin asıl kaynağının Vacibü’l-Vücud’a dayandığını ve müspet olan her şeyin vücudî olduğunu ve bütün hayırların kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Tersinden hareketle de, bütün şerlerin ademden/yokluktan kaynaklandığını anlıyoruz.

Akıp giden nehir sularının güneşin cilveleriyle parlaması gibi, varlıkların da, güzellik ve cemâl ve kemâlin ışıklarıyla parlayarak geçip gitmeleri, bu güzelliklerin ve varlığın kendilerine ait olmadığını, evrendeki geçici parlayan güzellik ve olgunluğun, Allah’ın güzel isimlerinin sonucu olduğunu göstermektedir. Cenab-ı Hakk, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının neşv ü nemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi' tuttu, zararları menfaatlara kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem' etti; hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere tegayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi' tuttu.

Kâinatta maksud-u bizzat ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar ve hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz'iyet kabilinden tebeî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.

Bir şeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücud veya zuhuruna sebeptir. Mesela, çirkinlik olmasaydı ve güzelliklerin arasına girmeseydi, güzelliğin sınırsız olan mertebeleri tezahür etmezdi.

Asıl hayır ve olumluluk olan varlık âleminde, zıtların iç içe ifade edildiği yapıda iradesi ile doğru tercihleri yapma konumunda olan insanın yardımına üç tarif edici yetişmektedir. Bunlar, müspet hareketin beşeri boyutunu temsil eden peygamberler silsilesi, yani nübüvvet; varlığı tanımlayan semavi kitapları temsil eden Kur’an ve varlığın bizzat ifadesi olan kâinat kitabıdır. Bunların çizdiği istikamet, vasatı ve müspet hareketin beşeri boyutunu temsil etmektedir. Akıl, şehvet ve öfke kuvvetlerinin vasat mertebelerini ifade eden bu çizgi, aynı zamanda adaleti ifade etmektedir. Bu anlamda varlık, Allah’ın hikmet ve iradesi doğrultusunda her noktasının imdadına yetişerek ahdi gereği dokuduğu ve bütün zamanları kuşatan nurani bir şeride benzemektedir. Genel bir düzen şeklinde bütün varlığı kuşatırken insan, ruhunda da kabiliyetlerin kaynağı olmaktadır. Bu kabiliyetlerin şekillenmesinde cüz’i irade merkezî bir konuma getirilmiştir. Bu anlamda kabiliyetleri uygun yerinde kullanmak, Cenab-ı Hakk’ın ahdine vefa anlamına gelmektedir. Bunun bir boyutu akraba ve müminler arası irtibattır. Diğer boyutu varlığın genelinde işleyen yaratılış kanunlarına riayettir. Bu da, müspet hareketin irade ile ilişkisini ifade etmektedir.

II. Bireysel Açıdan Müspet Hareket

1. Niyet, Düşünce, Duygu ve Davranış Bütünlüğü: Hareket, niyet düzeyinde başlayıp duygu ve düşüncelerle netleştikten sonra ortaya çıkan bir süreçtir. Müspetlik bu safhaların hepsinde var olduğu ölçüde nihai sonucun pozitifliğinden bahsedebiliriz. Bediüzzaman, müspetliği “hareket”le tanımlamakta, hareketin müspetliğinin, diğer süreçlerin de müspet olması ile bütünleşmesini hedeflemektedir. Mülk âleminin ilişkilerinde hareketteki müspetlik belirleyici kabul edilmekte, şüpheli durumlarda da vicdana müracaat tavsiye edilmektedir. Meselâ, müzik dinleme konusunda ortaya koyduğu esneklik ve vicdanın hakemliğini gündeme getirmesi ilginçtir: “Şeriatça bazı savtlar (sesler) helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”

Pozitiflik; halin gereklerine uygun olarak tanımlanmalıdır. Âlemlerin Rabbi’nin isimleri, çeşitlilik ve yenilenmekle varlık âleminde tecelli etmektedir. Buna göre, her halin pozitifliğinin kendi içinde değerlendirilmesi ve esma-i İlahiyeye ve fıtrata dayanma manasının esas tutulması gerekmektedir. Hayır ve güzellik, Cenab-ı Hakk’ın emir ve iradesi ile gerçekleşmektedir. Bu anlamda müspet hareketin asıl hedefi, Allah’ın rızası olmalıdır. Bu anlamda bazen menfi olarak algılanan şeylerin özünde müspet, müspet gibi algılanan şeylerin özünde menfi olabilir. Kulun imtihanı açısından belirleyici olan niyettir. Bu bağlamda Bediüzzaman: “… nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbap hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlahiyedir.” demektedir.

2. Gaye-i Hayal: Ferdin müspet hareketinin asıl kaynağı, doğru tanımlanmış bir varlık ve bu zeminde anlam bulmuş benlik olabilir. Güzellik, temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte, içinde bir izafilik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabullerinde, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller, başka bir toplumda kabul gören, el üstünde tutulan durumlar olabilir. Aynı olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde algılanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı, maddi âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu, mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi değerleri öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halik-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle O’na yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonucun gerçekleşmesi yolunda kâinat denilen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mana ifade edecek tarzda şekillenmiştir. Hayatının asıl hedefi ve varlığının gayesi bu olmayan ferdin dünyasında hakiki anlamda müspet hareketin ortaya çıkması beklenemez. Hedefini kaybeden ferdin dünyasında, şerlerin ve olumsuzlukların kaynağı olan benliğin ön plana çıkacağı Risale-i Nur’da şu sözlerle ifade edilmektedir: “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.”

3. Duyguların Müspete Yöneltilmesi: Uhrevi âlemleri kazanmak için verilmiş duyguların fıtratlarına uygun şekilde kullanılması, müspet hareketi ifade etmektedir. Olumsuz duyguların ortadan kaldırılması yerine olumlu bir alana yöneltilmesi de müspet hareketin yansımalarındandır. Bu, Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; “İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: ‘Haset etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnat etme! Dünyayı sevme!’ Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: ‘Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.’ Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.” şeklinde ortaya konmuştur.

4. Güven Duygusu ve Özgürlük: Maddi dünyanın işleyişine ve varlıklara güven, onları kontrol eden bir gücün var olduğuna inanmakla mümkün olabilir. Bu Halık-ı Kâinat ile irtibat ya da intisap anlamına gelmektedir. Kendine ve varlığa güven ancak, hakiki imanla mümkün olabilir. Varlığa muhatap oluşta müspet hareket yine hakiki imanla mümkün olabilir. Varlıklar, Allah’ın kudreti ve iradesiyle varlıklarını sürdürmekte olduğuna göre, her şeyde, bütün eşyada Allah’a bir intisap var demektir. Her bir varlık Allah’a nispetle, bütün diğer varlıklara, vahdet sırrıyla bağlanmaktadır. O halde Allah’a intisabını bilen veya intisabı bilinen her bir varlık, birlik sırrı ile bütün varlıklarla bağlantılı hale gelir. Bu bağlılıkla her bir şey, hadsiz vücut ilişkilerine mazhar olabilir. Bu bağlantı ile kulların hukuku, Allah’ın hukuku çerçevesinde ele alınmaktadır. Benzer bir hassasiyet varlık âleminin diğer unsurları olan eşya ve çevre ilişkilerinde de gösterilmelidir.

Ferdin diğer insanlara ve eşyaya karşı hürriyeti de imana dayalı güven duygusu üzerine oturtulmuştur. Bu manalar Hutbe-i Şamiye’de şu cümlelerle ifade edilmiştir: “… şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden … hürriyet-i şer'iyye, … iki esası emreder: … tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek… Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer'iyye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.”

5. İbadet-Müspet Hareket İlişkisi-Manevi Terakki: İşârâtü’l-İ’caz’da; Kur'an’daki esas unsurlar; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olarak sayılmış ve insanların Allah’ın kudretiyle yokluk ve karanlıktan varlık ve aydınlık âlemine çıkarıldığı, bütün varlıklar içinde insanların seçilerek emanet-i kübranın onlara verildiği, bu dünyada ibadetle istidatlarını nemalandırarak haşir yoluyla saadet-i ebediyeye doğru hareket etmekte oldukları belirtilmektedir. Zariyat Suresinin 56. ayetinde de Allah’ın cinleri ve insanları kendisini tanıyıp, ibadet etmeleri için yaratıldığı beyan edilmektedir.

Allah'ın emirlerini yapıp yasaklarından sakınmakla, dünya ve âhiret işleri düzene girer ve böylece umumi cereyan temin edilerek insan mutluluğu gerçekleşmiş olur.

Yirmi Üçüncü Söz’de; hakikî terakkinin; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir ibadetle meşgul olmakta olduğu, yoksa bütün lâtife, kalb ve aklını nefs-i emârenin emrine verip, şu geçici dünya hayatında zevklerin her çeşidini, hattâ en süflisini tatmaya çalışmanın terakki değil, sukut olduğu vurgulanmaktadır.

Amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayırlar kazanmak, takva ise, yasaklardan ve günahlardan kaçınmaktır. Şerlerin def’i, menfaatlerin celbinden daha önceliklidir. Özellikle tahribat, sefahet ve câzip heveslerin çok etkili olduğu günümüzde takva daha da önem kazanmıştır. Farzlarını yapan ve büyük günahları işlemeyenin kurtulacağı ifade edilmektedir. Günahtan kaçınmak kastıyla yapılan takva menfi ibadet hükmünde olup, salih amelin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu anlamdaki menfilik özünde müspet hareketi ifade etmektedir. Hükümlerin sonuçlara göre ortaya çıkacağının bir örneğidir.

—devam edecek—