Müsbet Hareket – 2

Bir ömrün değişmez prensibi:

Bediüzzaman, iman hizmeti yapmaya talip Nur talebelerine Kur’ân-ı Kerim’den fethettiği dört hatvelik bir güzergâh çizmiştir:

“Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tariki…”10

Acz ve fakr, ubudiyetin esasıdır. Şefkat Rahîm ismine, tefekkür ise Hakîm ismine isal eder. Rahîm ismine mazhariyet, iman hizmetini netice verir.

Her isme olduğu gibi bu isme de en ileri seviyede mazhar olan Resulullah Efendimiz (a.s.m.), dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî Ümmetî” diyerek ümmetinin imanını, salâhını ve necatını Rabbinden dilediği gibi, bu umman şefkat mahşerde de kendini gösterecek ve Üstadımızın beyanıyla “mahşerde herkes hatta peygamber dahi nefsî derken, O (a.s.m.) yine ümmetî ümmetî diyecek” ve ümmetinin mağfiretini, cehennemden halas bulup cennete kavuşmalarını makam-ı Mahmud’da Allah’dan niyaz edecektir.

Şu helaket ve felaket asrının müceddidi, mürşidi Said Nursî, Allah Resulünün (a.s.m.) “ümmetî” feryadını ruhunun tâ derinliklerinde hissetmiş, O’nun endişesine ve ızdırabına ortak olmaya çalışmıştır.

Eşref Edip Bey’le yaptığı bir mülakatta lisanında şu ateşin sözler dökülür: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya konuşuyorum.”11

Bediüzzaman Hazretleri “ümmetî” feryadından asrımıza düşen büyük payın tercümanlığını en mükemmel mânâda yapmış, telif ettiği yüz otuz parça Risâleleri ile ümmet-i Muhammed’in imanını kurtarmaya çalışmış, bu uğurda her şeyden geçmiş ve sıkıntı, ızdırap, zehirlenme, mahkeme, hapis, sürgün dolu bir mücahede hayatı sürmüştür.

“Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediği eza kalmadı.”12

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü (a.s.m.) Taif’te kendisini taşlayan ve yüz ondört yerinden yaralayan insanlara beddua etmemiş ve o eşsiz şefkatiyle “Ya Rab! Bunlar bilmediklerinden böyle yapıyorlar” diyerek onların hidayetlerine dua etmişti. O’nun (a.s.m.) bu dehşetli asırdaki büyük varisi Bediüzzaman Hazretleri de aynı yolda yürümüş ve kendine her türlü zulmü ve haksızlığı lâyık bulanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Benim ve Risâle-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan ‘şefkat’ itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.”13

Bir başka Risâlesinde, kendisiyle beraber talebelerinin de çeşitli eza ve cefalara maruz kaldıklarını, ağır imtihanlar geçirdiklerini beyan ile şöyle buyurur:

“Bizim vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslenmemesini ve onlara mukabil Risâle-i Nur’a sadakat ve sebat ile çalışmalarını tavsiye ederim.”14

Bütün ömrünü müsbet hareket üzere yaşamış olan Üstad Hazretleri bunun zarurî bir lâzımı olarak her türlü menfinin de karşısında olmuştur.

Risâle-i Nur’daki imanî bahislerle imansızlık cereyanının, küfrün, şirkin ve dalâletin karşısına çıktığı, riya, gösteriş, teveccüh-ü nas belalarına karşı İhlas Risâlesi’ni telif etmiş, Müslümanlar arasında düşmanlık, kin, gıybet gibi afetlerin mecra bulamaması için Uhuvvet Risâlesi’ni kaleme almış, İslâm birliğinin en büyük bir düşmanı olan kavmiyetçiliğe karşı 26. Mektub’un 3. Mebhas’ını yazmış, kısacası her menfiye karşı onu tesirsiz kılacak, onun panzehiri olacak bir eser telif etmiştir.

Bu cümleden olarak, büyük bir içtimaî yaramız olan “tekfir” meselesi üzerinde de hassasiyetle durmuştur.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Müslümanlar için esas olan hüsn-ü zandır” prensibinden hareketle, tekfirden büyük bir hassasiyetle sakınmıştır.

“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfür bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez”15

Günahkâr bir mümini hemen küfürle itham etmek ve onu İslâm dairesi haricine atmak büyük bir cinayettir ve ehl-i Sünnet itikadına zıttır.

Ehl-i sünnetin görüşüne göre, günah-ı kebair işleyen kâfir olmaz.

“Günah-ı kebair işleyen kâfir midir, değil midir?” münakaşası Ehl-i Sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mutezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler günah işleyenin kâfir olup, ebediyyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mutezile, büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikattan uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.

Yakın tarihimizde bir fetret devri daha yaşadık. Nice hurafeler ve köhne fikirler yeniden piyasaya sürüldü. Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mutezile nedir, hatta elfaz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Bazı sloganlar ezberlemişlerdi. Onları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resulullah Efendimizin (a.s.m.) tekfirle ilgili tehdit hadisinin de gafiliydiler…

Bu hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (a.s.m.) şöyle buyurmakdaydı:

“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”16

Tekfir konusunda Risâle-i Nur Külliyatı’ndan “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı:

“Demiş bu şey küfürdür. Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zat küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neşet ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da haize olan başka evsafa malik oldu­ğundan o zat kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neşet ettiği yakinen bi­line… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.

“Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!”17

Demek ki bir müminde, imandan kaynaklanmayan; belki cehaletten, sefahattan yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlar “kâfire” tabir ediliyor. Yine o müminin, imanından kaynaklanan birçok da masum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zata kâfir dememize manidir. Onun dilinden küfrü icab eden bir söz çıkmışsa, yahut o mümin imandan kaynaklanmayan, ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yani o adamın bunları küfür niyetiyle, İslâm’ı inkâr kasdıyla yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz.

“Sıfatın delâletinde şek var,” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yani, o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın onun kâfir olduğuna delil olduğu şüphelidir. Bunları küfür kastıyla yaptığını kati olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mümin olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak ben müminim, Müslümanım diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakin var, kesinlik var, katiyet var. Ama küfrün varlığında şek, yani şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakini şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.

Bazen bir Müslüman’ın ağzından, gaflet ve cehalet eseri olarak, elfaz-ı küfürden sayılan bir söz çıkabilir. Bunun mes’uliyeti elbetteki büyüktür. Ama bu müflis adam yine de Müslüman’dır, kâfir değil…

Bu noktada bir temel hükümden söz etmek gerekir: İman nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur.

Buna göre, ağzından küfür lafzı çıkan bir mümine kâfir denilebilmesi için, onun bu sözün neticesi olan küfrü kalben tasdik, lisanen de ikrar etmesi gerekir.

Bediüzzaman Hazretleri istikametten sapan bazı kimselerin, “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir,” âyet-i kerimesini delil tutarak Kanun-u Esasiyi çıkaran ve Hürriyeti ilan eden siyasileri tekfir etmelerine de karşı çıkmış ve “biçare bilmezdi ki, ‘lemyehküm’ bimana, ‘lem yussaddık’dır”18 buyurmuştur. Yani, kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse şartının mânâsı, kim Allah’ın indirdiğini tasdik etmezse demektir. Üstadın bu izahı ehl-i Sünnet itikadının ifadesidir. Zira, ehl-i Sünnete göre bir İlâhî emri yerine getirmeyen, ona göre amel etmeyen bir mümin, o emri tasdik ettiği müddetçe ancak günahkâr olur, fasık olur, fakat kâfir olmaz.

Yine Nur Külliyatı”ndan “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramız ise “Yahudi ve Hıristiyanların” dost edinilmesi hususudur.

Bu dehşetli hastalığın reçetesi şu birkaç cümlede mevcuttur:

“Bu nehiy Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zatı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve sanatı içindir.”19

Demek ki Ayet-i Kerime Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hıristiyan bir devleti Hıristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına girer. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek ise bu yasağın dışındadır.

Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor:

“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yani, bir Müslüman’ın ehl-i kitaptan, meselâ Hıristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevebilecek, ama Hıristiyanlığına muhabbet etmeyecektir.

İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mal oluyor.

— Son —