Medeniyetlerin Kırılma Noktasında

İnsan-ı Kamil

Diğer tarafta kemali hedefleyen insan, Allah'ın hem yeryüzündeki halifesi (Bakara/30), hem de O'nun kuludur (Zariyat/56). Bu iki kavram arasındaki ilişki, İslâm’ın ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu anlayışta insan gelişimini (kemalat) ancak ve ancak tevhidin gölgesinde bulur. Her yerde ve her şeyde Allah’ı birleyen insan, her şeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir. (“Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”) Risale-i Nur müellifi Said Nursi, müthiş bir isabetle şöyle demektedir:

“Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kainatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Halık-ı Alemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta bütün kemalat-ı insaniye ve beşerin ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflisi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur.” (İkinci Şua)

Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilahî olana (Hıristiyanlığı bahane ederek) başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendini bir kul olarak görür. Bütün alem ve içindekiler onun nazarında kendisine bir emanet olarak verildiğinden ve dahası Allah'ın ayetleri olduğundan, çevresiyle, kainatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barış içindedir.

Bu bakış açısının bir neticesi olarak Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine aleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden kuşlarla, ağaçlarla, rüzgarla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek’le söyleşen Yunus'un, Ney sembolüyle insanının serencamını anlatan Mevlâna'nın, insanların ebedi saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır Said Nursi’nin, bütün varını yoğunu İlahi irade karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî'nin şu şiirini;

Hak yolunun rehberi nefesidir kamilin
Dil tahtının serveri nefesidir kamilin
Nefsini mat eyleyen, ref-'i memat eyleyen
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir kamilin
İsteyu git ademi, ademde bul ademi
Sırr-ı nefahtü demi nefesidir kamilin
Sure-yi Necm'i oku anlagıl vahyi Hakk'ı
Bilesin ol mantıkı nefesidir kamilin
Ruhül-Kudüs demini, ademde iste anı
Ölmüş gönülün canı nefesidir kamilin
Maye-yi zat denilen, feyz-i necat denilen
Ab-ı hayat denilen nefesidir kamilin
Diri kılan tenleri, zinde eden canları
Kaldıran ölenleri nefesidir kamilin
Mevtaya etse nefes, her yaneden gele ses
Haşreden ey hakşinas nefesidir kamilin
Niyazi'yi can eden zerresini kan eden
Katresin umman eden bir demidir kamilin

bu manevi çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir.

Kendini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira kendini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak gören, öte yandan yeryüzünün efendisi ilan eden insan, anormal bir ruh hali içerisinde yaşıyor demektir. Buna mukabil, kendini hem kul hem de halife olarak gören denge insanı (vasat ümmet), hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.

Yaradılışın nihai gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaradan’ın rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu 'insan-ı kamil' olma yoludur. İlahi isim ve sıfatların kendinde tecelli ettiği insan-ı kamil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle insan-ı kamil, yücelikle pespayeliğin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celâl ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder. Bu yüzden Kur'an Hz. Peygamber'e atıfta bulunurken 'usve-yi hasene', yani en güzel örnek ifadesini kullanır.

İki insan tipine ilişkin olarak genellikle modern Batılının aktif ve üretken (creatif), geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa bir düşünürün altını çizdiği gibi; Doğu, muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükunet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.

Kur’an’ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük (“Vazifemiz vaz’-ı cedid değil, keşf-i kadimdir” düsturunu bir daha hatırlayalım), seçici ve diğergam olan, yani Celâl sıfatlarının tecelligâhı olan mümin, öte yandan Cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak alıcı, teslimiyet sahibi ve ilahi irade karşısında pozitif bir pasivite içindedir. Bu yüzden mümin geçici olan ile ebedi olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile ahiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. (Bkz. Halil Akgün’ün internet ortamındaki “Yükselme ve Alçalma Ekseninde İnsan” başlıklı yazısı, www.islamisite.com).

Doğrusu sözün bu noktasında, Nietzsche’nin üstün insan’a giden yolda üç dönüşüm biçimiyle sembolize ettiği deve, aslan ve çocuk insan modeliyle asla kıyas-ı kabil olamayacak tarzda Fatır Suresi’nde Rabbimizin; Zulüm İnsanı, Şaşkın İnsan, Erdem İnsanı olarak karşılayabileceğimiz, (aynı zamanda insanın üç farklı boyutunu ve aşamasını ifade eden) insan tasviri dikkatimizi çekmelidir: “Sonra Kitab’ı kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) bir kısmı nefsine zulmeder, kimisi ortada bir yerdedir, kimisi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.” (Fatır, 32)

İnsan-ı Kamil anlayışı, en billurlaşmış halini mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan, herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan, karşısına gelen ve korkusundan dolayı sıtmaya tutulmuş gibi titreyen bir adama: ‘Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum' diyen Allah Rasûlü’nde bulmaktadır.

Maddi ve teknolojik gelişmeyi insanlığın yeryüzündeki tek gayesi olarak gören ilerleme düşüncesi, insanın İlahi olandan kopuşunun en acı sonuçlarından biridir. İlahi dinler, tarihi, insanın yaradılış serüveninin ve imtihan sürecinin yaşandığı bir sahne olarak tanımlamışlar ve böylece gelişme/ilerleme kavramına manevi ve fizikötesi bir anlam yüklemişlerdir. Buna mukabil modern ilerleme düşüncesi, evrim teorisinden aldığı ilham ve destek ile, tarihi yatay bir çizgiye indirgemiş; böylece tarih ve zaman kavramından, İlahi ve kutsal olanı kovmuştur. Bu bakış açısının bir sonucu olarak, bugün dünyadaki maddi ilerleme mutlak bir değer olarak kabul edilmekte, insanların ruh ve kalp dünyasındaki bozulma ve çürüme ise maddi ilerlemenin bir bedeli olarak meşrulaştırılmaktadır. Oysa belli bir mana ve hedeften yoksun gelişme, ancak bozulma ve çöküşe götürür. İnsani açıdan baktığımızda da karşımıza benzer bir tablo çıkıyor. Manevi ve ahlaki tekamülden yoksun gelişme, ancak insanın hayvanî, zevk ve fücur (Şems/8) yönünün kutsanmasına yol açabilir. İnsanın maddi yönü, en kesif tarafını teşkil ettiği için insanı semadan arza doğru çeker (hubut). Ruh yönü itibarıyla da kemal alemlerinde seyreder.

Eğer yerinde bir ifade olursa Nietzsche’nin insanı tanımlarken ‘üstün insan ve hayvan arasında gerilmiş bir ip’ olarak çerçevelediği yaklaşımı, İslam medeniyetinin ruhuna uygun bir şekilde şöyle anlaşılabilir: İnsan, melek ve hayvan arasında gerilmiş bir iptir. Melekî yönde ilerlemek (bir melek olmayı değil) insan-ı kamil olmayı netice verir. Risale-i Nur’da bunun ifadesini şöyle bulabiliriz: “Şu kainat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melaikeye benzer, hem hayvanata benzer. Ubudiyet-i külliyede, nezaretin şumulünde, marifetin ihatasında, rububiyetin dellallığında, meleklere benzer. Belki insan daha camidir. Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melaikenin hilafına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mahzardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.” (Sözler, Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 321)

İnsanoğlunun gerçek manada insan olması, ancak Rabbi’ne yönelmiş bir seyr-i süluk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden İslam’ın anlayışına göre tarih, geride ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kamil insanlar bu yönüyle birer ön-der’dir. Hz. Peygamber’in (a.s.) 'iki günü bir olan ziyandadır' hadisi de, hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, bu dikey, yani manevi ve ahlâki yükselişe işaret buyuruyor. Dikey ve ahlaki yükseliş insan-ı kamile giden yolun ana caddesidir.

Söz konusu ana cadde üzerinde insan dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akval (‘Ya hayr söyle ya da sus’ düsturundan beslenen hakikat üzere konuşmak veya susmak), iyi ef’al (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller), iyi ahlak (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi olan güzel ahlak) ve maarif (her şeyden Allah’a giden bir yol bulma anlayışına dayanan ilahi marifet, irfan). (İnsan-ı Kamil, Azizüddin Nesefi, tercüme: A. Avni Konuk, Gelenek Yay., 2004)

Çizilen bu küçük tablodan da anlaşılacağı gibi, Antik Yunan kaynaklı Roma’dan beslenen günümüz Batı uygarlığının bir yerde hakim insan modeli de denilebilecek olan Üstün İnsan’dan ilhamla, bugün, modern insanın mutluluk ve başarısına ve bunun kurumsal verimliliğe yansımasına dönük bir dünya görüşü üretildiğini ifade edebiliriz. Buna karşın İslam medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan İnsan-ı Kamil anlayışına dayalı bir kainat algısı potansiyel halden kinetiğe dönüştürülememiş vaziyette beklemektedir.