Kurânın Temsillerindeki Hikmetler

Kur’an-ı Kerim, manasıyla, üslubuyla, kelimeleriyle, açıklamalarıyla, camiiyetiyle, gaybdan verdiğihaberleriyle, gençliğini korumasıyla ve usandırmayan letafetli tarzı gibi pek çok çarpıcı özelliğiyle, eşibenzeri olmayan mu’cizevi bir kitaptır. Zamanları ve mekanları aşan sonsuz ilim sahibi Cenâb-ı Hakkın ezeliyetcanibinden konuşmasıdır. Bir padişahın memleketinin tamamını ilgilendiren konular hakkında en büyük bir memuruylakonuşması gibi, Cenâb-ı Hak da, Kur’an ile bütün varlıkları alakadar eden meseleleri Yaver-i Ekrem’i (a.s.m.) vasıtasıylaetraf-ı aleme ferman etmiştir.

Kur’an’ın içinde mevki kazanan bir kısım olaylar vardır ki tekrar tekrar bahis konusu edilmektedirler.Hatta, bu olaylardan bir kısmı -Hz. Âdem’e (a.s.) secde ve Cennetten çıkarılma hadisesi gibi- gayp alemlerinde meydanagelmesi nedeniyle, aklın tek başına izah etmekte aciz kaldığı hakikatlerdir. Halbuki, Kur’an birçok yerinde insanınaklını muhatap almasıyla düşünmeye, tefekkür etmeye davet eden semavi bir kitaptır. Öyle ise, yüzeysel bir bakışaçısıyla düşünüldüğünde, birbirleriyle çelişiyor zannedilen meselelerin aklî olarak izahları yapılabilmelidir.Aksi taktirde, akıl ile nakil arasında boşluktan birçok şüpheler, vesveseler ve tereddütler açığa çıkacaktır. Buise iğfal ve idlal etmek anlamına geldiğinden, Kur’an’ın asli maksadı olan irşada tamamıyla aykırı olacaktır.

Nitekim, akıl ile nakil arasındaki mesafeyi boş bırakan birçok insanın dünyasında, asırlar boyuncabirbirini andıran sorular uyanmıştır. Bu sorulardan bir kısmı, Hz. Âdem’in (a.s.) kıssasında geçen olaylarlailgilidir. Örneğin, niçin Hz. Âdem’e (a.s.) şeytanın musallat edildiği, hangi maksatla Cennetten çıkarıldığı, çıkarıldığıCennet ile daha sonra ebedi olarak girilecek Cennetin aynı mekan olup olmadığı hakkındaki birtakım sorular, hâlâ birçokinsanın zihnini meşgul etmeye devam etmektedir.

Hatta, Hz. Âdem’in (a.s.) malum günah hadisesinden sonra indirildiği Cennetin, ebedi saadet diyarı olanCennet olup olmadığı hakkında, tefsir alimleri arasında da farklı görüşlere rastlanmaktadır. Öyle ki, bir kısımalimler bu Cennetin yeryüzünde bulunduğunu, diğer bir kısmı ise göğün yedinci katında olduğunu söylemişler vemantığa uygun bir şekilde izah etmeye çalışmışlardır. Fakat, ulemanın büyük bir çoğunluğu söz konusu Cennetinebedi Cennet olduğu görüşünü benimsemesiyle istikametin korunması temin edilmiştir.

Bilindiği üzere, Hz. Âdem (a.s.) meleklerin kendisine secde etmesi ve İblisin ise gururu nedeniyleverilen emre itaatsizlik göstermesinin ardından, belirli bir süre eşi ile birlikte Cennette yaşamışlardır. Bu sürezarfında, bir ağacın dışında Cennetin bütün nimetlerinden istifade etme hususunda her türlü özgürlüğe sahip kılınmışlardır.Fakat olaylar öyle bir şekilde cereyan etmiştir ki, sonucunda İblisin hilesine aldanan Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Cennettenyeryüzüne indirilmişlerdir. Böylece, Âdem (a.s.) ve soyundan gelen Âdemoğulları ile İblis ve yardımcıları arasındabitmeyecek adavet ve mücahede, karşılıklı olarak her türlü kozların paylaşılabileceği imtihan dünyasının açılmasıylayeni bir merhale kazanmıştır. İblis imtihanı insana secde etmemesiyle, daha başlangıçta kaybetmiştir. İnsanınimtihanı ise, artık İblisin sözlerine ne derece kanıp kanmayacağına göre farklı alanlarda ve boyutlarda devamedecektir.

Kısaca özetlediğimiz kıssanın tercümesini ya da bir kısım tefsirlerde geçen aykırı görüşleriokuyan insanlar, ister istemez tereddütlere maruz kalacaklardır. Kur’an’da geçen kıssaların zikredilme gayeleribilinmediğinde, iki türlü neticeyle karşılaşılacaktır. Ya taklidi seviyedeki inancın bir sonucu olarak mutaassıbanehareket edilerek akla gelen sorular önemsenmeyecek, ya da şüphelerle iç içe yaşamaktan kaynaklanan çelişkiler görmezliktengelinecektir. Bu nedenle, Kur’an-ı Kerim’de geçen kıssaların ve temsillerin hangi amaca hizmet ettiğinin tahkiki bir şekildebilinmesi hakikati büyük önem arz etmektedir.

Kur’an’ın temsillerinin, onun en parlak mu’cizevi yönlerinden biri olduğundan bahsetmiştik. Kur’an’ın çağımızdakieşsiz bir tefsiri olan Risâle-i Nur’da da birçok hakikatler "temsil metodu"yla açıklanmıştır. Belki de Risâle-iNur’da, böyle dehşetli ahlaki bozulmanın yaşandığı ve inançsızlık fikirlerinin oldukça rağbet gördüğü birzamanda, diğer dini eserlerden daha kuvvetli ve tesirli bir tarzda iman hakikatlerini ispat ediliyor olması, Kur’an’dan alınan"temsil metodu"nu en güzel bir şekilde kullanılmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Bu nedenle, öncelikliolarak, hakikatlerin anlaşılması açısından temsillerin önemini belirleyici kılan özellikleri maddeler halindeincelemeye çalışalım:

1. Eğitim-öğretim (talim-ifham) metodu açısından temsillerin ap ayrı bir önemi vardır. Eğitimde,eldeki bilginin muhatapların genel seviyelerine göre verilmesi esastır. Bütün varlıkları terbiye eden Mütekellim-iEzeli de Kur’an-ı Kerim’iyle insanlarla konuşurken, seviyelerine tenezzül ediyor. Onların seviyesine inmesiyle, en derinhakikatleri, en bilgisiz bir insana bile, düşüncelerini ve duygularını rencide etmeden basit bir şekilde ders veriyor.İşte, Kur’an’da geçen hakikatlerin temsillerle anlatılma üslubu sayesinde, en gizli ilahi hakikatler ve kainattaki işleyişinesrarına dair en derin meseleler, gayet mükemmel bir kolaylık ve açıklıkla ifade edilebilmiştir.1

2. Temsiller birer dürbün gibi en uzak hakikatleri yakınlaştırmaya vesile olmaktadırlar. En dağınıkmeseleler, temsillerin bütünlüğü içerisinde toplanabilmektedir. En yüksek hakikatlere de, temsillerin basamaklarısayesinde kolaylıkla çıkabilmek mümkün olabilmektedir.2

3. Kur’an-ı Hakîm, hakîm olduğundan bütün meselelerini akli olarak ispat etmektedir. Fakat, insanlığınbüyük bir kısmı avamdır. Yalnızca akli olarak ispat tarzı, soyut ve teorik olması nedeniyle avam tabakası içinyeterli derecede ikna edici olmayabilmektedir. En azından vehmin ve hislerin bir kısım tereddütlerinin devam etmesine münbitbir zemin hazır bulunmaktadır. Hem de bazı durumlarda, akıl ile his çelişki yaşar. Bu durumda akıl ile his arasındaköprü vazifesi görecek basamaklara ihtiyaç vardır. İşte, temsiller gaybi hakikatleri hâzır göstermekle, hisleri vevehimleri de tatmin eder, akıl ile his arasındaki uyumu ve iletişimi temin eder.3

4. Kur’an mürşiddir. İrşadın gereği ise, lüzumsuz şeyleri müphem bırakarak kısaca geçmek, ince vederin hakikatleri ise temsiller ile akla, hisse yakınlaştırmaktır. Verilmek istenen mesajın dışında kalan ayrıntılardatakılmalara engel olmaktır. Hele bir de belirli bir ilmi ve teknolojik seviye ile anlaşılabilen konular üzerindeduruluyorsa, gereksiz yere insanlarca bedihi bilinen hakikatleri değiştirmeye çalışmak, bütün bütün irşadınmahiyetine, özüne aykırı olacaktır.4

5. "Yüksek istidatlar" ile "pis istidatlar"ın, "sağlam fıtratlar" ile"hasta fıtratlar"ın birbirinden ayrılmasını, imtihan ve teklif gerektirmektedir. İşte temsillerin birhikmeti de, temiz ve yüksek ruhlar ile mülevves ve alçak ruhları birbirinden ayırmak içindir. Bu nedenle, Kur’an’ın üslubunave temsillerine, Allah’ın canibinden iman nuruyla bakıldığı zaman her şey anlam kazanır ve yerli yerine oturur. Eğeriman nuruyla bakılmayacak olursa, akla gelen zayıf bir şüphe bile -koca bir dağın görülmesini engelleyen küçük birsinek kanadı gibi- hakikat güneşinin görülmesine engel olacaktır. İman nuruyla tefekkür edilmesi halinde ise, her türlüşüpheler, vehimler ancak örümcek ağı kıymetinde ve kuvvetinde geçici, zayıf bir tesir icra edebilirler.5

6. Cüz’i temsillerle külli hakikatlerin uçları gösterilmek suretiyle, benzer olayların hükümlerininaynı hakikate dayandırılması temin edilmektedir. Ayrıca, temsillerde geçen hakikatlerin kinai manalara sahip olmalarıciheti de göz ardı edilmemesi gereken bir konudur. Kinai mana, bir kelimenin gerçek anlamı dışında başka bir hakikatiifade etmek için kullanılması demektir. Bu nedenle, kinayenin gerçek anlamının doğruluğu ya da yanlışlığıdikkate alınmaz. Asıl olan kinai anlamın doğru olup olmadığıdır. Gerçekteki anlamlar ise, ancak engin hakikatleriyakınlaştırmaya yarayan birer dürbün mesabesinde olabilirler.6

Yukarıda geçen altı cihet dikkate alınmadığı taktirde, Kur’an’ın temsiller yoluyla vermek istediğiana mesajının kavranması güçleşir. Bunun bir sonucu olarak ise, zihinleri kurcalayan birçok soru işaretleri açığaçıkar. Başka bir ifadeyle, Kur’an’da geçen temsillerin cüz’i ve asli anlamlarında takılmak, bir anlamda ardı arkasıkesilmeyen ve çözümleri oldukça güç sorularla başbaşa kalmayı kabullenmek demektir. Aslında Kur’an-ı Hakîm’in birçokyerinde geçen cüz’i hadiselerin arkasında külli düsturlar gizlenmiştir. Kur’an Arş-ı Azam’dan ve her ismin azamîmertebesinden indiğinden, meseleleri de bütün zamanları ve mekanlarıyla kainatın tamamını ilgilendirir. Surelerdeanlatılan cüz’i olayın özüne nüfuz etmiş olan umumi kanun, kainatın tamamını bağlayıcı niteliktedir. Bu nedenle,Kur’an-ı Kerim, örneğin Hz. Âdem (a.s.) ile şeytanın meselesinden bahsederken bütün insanlarla, hatta bütünkainatla ulvi bir konuşma yapmaktadır.7 Öyle ise, gayp aleminde meydana gelen olayın cüz’iyatında boğulmaktansa,bütün insanlığı, belki de bütün kainatı ilgilendiren mesajı anlamaya gayret edilmesi, daha doğru ve istikametli birdüşünüş tarzı olacaktır.

Hz. Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ile ilgili başından geçen olaylara takdir-i İlahi olarak bakmakgereklidir. Başka bir ifadeyle, "hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’ edecek olan insanın istidadına muvafıkbir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak, mukteza-i fıtratları olan malum günahla Cennettenihraç"8 edilmesini mukadder kılmıştır. Bu nedenle, tekrar girilecek olan Cennet aynı olsa bile, orayagiren insanın makamı ve duygularının hassasiyeti elbette çok farklı olacaktır. Hem de, mahiyetindeki bütünistidatları inkişaf ve terakki etmiş bir insan olarak Cennete girildiği taktirde her şeyin anlamı ve değeri yerliyerine oturacaktır. Diğer türlü, imtihan dünyasında istidatlarını inkişaf ve inbisat ettirmeyen bir insanın durumu;güzelliğin her türlüsünün bulunduğu muhteşem bir bahçede oturan -gözü az gören, koku alma kuvvesi zayıf, güzelsanatlardan habersiz, yeme-içme zevki olmayan- birinin, o Cennet-mekan yerden istifade etmesine/edememesine benzer birhaletten pek de farksız olmayacaktı.

Ebu Medyen’e (k.s.) Hz. Âdem’in (a.s.) Cennetten çıkarılıp indirilişi ve yasaklandığı halde memnumeyveden yemesi sorulduğunda şöyle demiştir: "Eğer babamız Âdem (a.s.) bilseydi ki onun sulbünden Hz. Muhammed(a.s.m.) gibi bir kişi çıkacaktır. Meyveyi yemekle kalmaz, kökünü de yerdi ki, yeryüzüne daha çabuk insin veMuhammedî kemal ile Ahmedî cemal tecelli etsin.9 Kainatın yaratılış sebebi Resul-i Ekrem (a.s.m.) olduğugibi, ahiretin yaratılış sebebi de yine O’dur. Onun risaleti ve nübüvveti bu imtihan dünyasının yaratılmasınavesile olduğu gibi, kulluğu ve duası da ebedi Cennetin yaratılmasının sebebidir. Öyle ise, Hz. Âdem’in yaratılması,Cennet’ten çıkarılması, imtihan dünyasının açılması gibi hadiseler cereyan etmeden önce, Cenâb-ı Hak Resul-iEkrem’in (a.s.m.) nurunu yaratmış, kainata çekirdek mahiyetinde yapmış10 ve "Sen olmasaydın, YaMuhammed!. Kainatı yaratmazdım." Yüce hakikatine mazhar kılmıştır.

Cenâb-ı Hak, insanların istidatlarının açığa çıkması, terakki etmeleri ve içlerinden Resul-iEkrem (a.s.m.) gibi bir Zatın yetişmesi gibi çok ehemmiyetli neticeler için; gerekirse ebedi Cennetin bir kısımkanunlarını da istisnai olarak değiştirerek malum hadisenin meydana gelmesine yol açabilir. Bu Onun kudreti açısındançok kolay ve hafiftir. Yeter ki, Onun hikmeti iktiza etsin.

Nasıl ki, bir padişah, alçak bir asiyi tek bir emirle idam etmediği gibi, sadık bir memurunu özelolarak taltif etmiyor. Belki bütün ahalinin davetli olduğu bir müsabaka meydanında, ihtişamlı bir imtihan neticesinde-cezaya ya da mükafata- liyakatlerini göstermek istiyor.11 Hz. Âdem (a.s.) ve neslinden gelen Âdemoğlu da,yeryüzünün halifesi olabilecek ve emanet-i kübrayı taşıyabilecek bir istidatta yaratılmıştır. Fakat, bunun bütünkainat nezdinde ispatı gerekecektir. İşte, Padişah Ezeli olan Cenâb-ı Hak, Âdemoğlunun ebedi Cennet gibi mükafata veebedi Cehennem gibi mücazata -verilen istidatları su-i istimal ettiği taktirde- liyakatini tüm varlıklara göstermek için,imtihan dünyasını açmıştır.

Bir de meselenin şu yönünü nazar-ı dikkate almakta fayda bulunmaktadır. Mutezili görüşe sahip bir kısımalimlerin dillendirdikleri gibi, "Cennet ve Cehennemin sonradan yaratılacağı" görüşü yanlıştır. Ahireteait menzillerin, şimdilik, içinde sonsuz olarak yaşayacaklara uygun bir tarzda en son şeklini almamış olması, varlığınıtümden yok saymayı gerektirmemelidir. Onuncu Söz’ün Zeylinde izah edildiği gibi, "ahiret kitabının aslı yazılmışve haşir ve neşir ile haşiyeleri de yazılacak. Ve umumun defter-i a’malleri onda kaydedilecek"tir. Gayp alemlerininperdeleri içinde saklanmış olan ahiret alemlerine ait menzilleri görebilmek istenirse, bu ancak iki türlü mümkünolabilecektir. Ya kainat iki şehir derecesine gelene kadar küçültülmelidir. Ya da insanın görme kabiliyetininhassasiyeti, ışık yıllarıyla hesap edilen mesafeleri kat edebilen teleskoplar misali bir özelliğe sahip kılınmalıdır.12

Yeryüzü ya da şehadet (algılar) alemi ile Cennet-i ebedi arasında uçsuz bucaksız bir uzaklık içindeyakınlık ciheti de vardır. Cennetin merkezi zaman ve mekan olarak çok uzak ve beka aleminden olduğu halde, müstemlekeya da karakolları manasındaki mevkileriyle, yeryüzüyle kuvvetli bir münasebeti vardır. Bunun bir sonucu olarak şehadetaleminin perdesi altında, her tarafa nurani bir surette uzanıp yayılmak suretiyle tasarruf dairesi her şeyi kuşatmaktadır.13

Risâle-i Nur’da Cennet ile yaşadığımız alem arasındaki güçlü irtibata dair örnekler verilmektedir.Örneğin, bir kısım nehirlerin bereket kaynaklarının Cennetten olduğuna değinilmektedir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)bir defasında, Nil, Dicle ve Fırat nehirlerinin menbalarının, Cennetten olduğunu söylemiştir. Yani bu üç nehrinharika bir şekilde coşkulu akmasını ve tükenmek bilmeyen bereketini, ancak her an Cennetten birer katre damlamasıyla mümkünolabileceği hakikatiyle veciz bir şekilde ifade etmiştir.14

Yeryüzündeki bütün tesbihler ve tahmidlerin Sidretü’l-Münteha’daki Cennetü’l-Me’va’ya gittiğine dairPeygamber Efendimiz’den (a.s.m.) rivayet vardır. Yani, Hakîm ismiyle bütün varlıklara birçok gayeler, neticeler vefaydalar takan Cenâb-ı Hak hiçbir şeyi israf etmemektedir. Öyle ise, kainatın en önemli neticesi olan insanların hayırve hasenatına ehemmiyet vermemesi ve semeresiz bırakması mümkün değildir. Elbette, Cenâb-ı Hakkın rızası yolundayapılan her şey Cennet meyveleri suretinde, ulvi alemlerde tahazzün edilecektir ve edilmektedir.15

Bütün bunlar gösteriyor ki, ahiret alemleri ile yeryüzü Cenâb-ı Hakkın iki memleketidirler. Yeryüzüahiretin tarlası olmasıyla, Cennet ve Cehennem ise yeryüzünde üretilen mahsülatın depolandığı iki mahzeni, havuzuolması cihetiyle bütünlük arz ederler. Birbiriyle bu derecede yakından alakalı iki memleketin birinden diğerine -geçiciolarak- birçok hikmetlerin -yine, diğer memleket hesabına- açığa çıkabilmesi amacıyla indirilmek, akıldan uzak birgerçek olmasa gerektir.