Kur'an'ın Eşsiz Belagatı – I

Belagatın Tarifi

Belagat, sözlükte “Ustalıklı, güzel ve etkili konuşma sanatı”, “sözün fasih ve açık seçik olması” ve “söz sanatı kurallarının tümü” olarak tanımlanmaktadır.

Başka bir ifadeyle belagat, “sözü herkesin kolay kolay söyleyemeyeceği tarzda söylemektir.” “Lafızla mananın, güzellikte birbiriyle yarışması, yani manadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mananın zihne ulaşmasıdır.”

Terim olarak ise biri “meleke”, diğeri “ilim” olmak üzere iki anlamda kullanılmıştır. Meleke olarak belagat, “sözün fasih olmakla beraber yer ve zamana da uygun olmasıdır.” Diğer bir söyleyişle “bir fikrin sözlü ve yazılı olarak yerinde, yeterince, ve zamanın da ifade edilmesidir.” İlim olarak ise “düzgün ve yerinde söz söyleme usul ve kaidelerini inceleyen” belagat, meani, beyan ve bedî olmak üzere üç fenne ayrılır.

Bediüzzaman, belagatı çok özlü bir şekilde “mukteza-yı hale mutabakat” olarak tarif etmiştir.1 Ona göre Kur’ân, belagatıyla her asırda bir çok farklı tabakadan insanın anlayışlarını okşayacak bir özellik taşımaktadır.

Bediüzzaman’a göre belagat, daha çok Kur’an’ın “anlam”ında ortaya çıkmaktadır.2 Bununla birlikte, Bediüzzaman’ın belagatın beş esastan meydana geldiğini vurguladığını da görürüz. Bunlar: (1) Nazımdaki cezalet, (2) manadaki belagat, (3) lafızdaki fesahat ile selaset, (4) üsluptaki bedaat ve (5) beyandaki beraattır. Yirmi Beşinci Söz’de, Kur’an’ın mucizelik derecesindeki belagatı “o belagat, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyânın berâatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkàniyetinden ve lâfzının fesâhatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belagat-ı harikuladedir”3 ifadeleriyle tarif edilmesiyle, bu beş noktaya dikkatler çekilmiştir.

Belagatın Ahirzamandaki Önemi

Bütün Peygamberler, yaşadıkları toplumlarda hem maddi, hem de manevi yükseliş için önderlik etmişlerdir. Peygamberlere verilen ayrı ayrı mucizeler maddi yükseliş için insanları taklitlerini yapmaya teşvik mesajı taşımıştır. Bu sır gereği gemicilerin Hz. Nuh’u, saatçilerin Hz. Yusuf’u, terzilerin Hz. İdris’i ve doktorların Hz. İsa’yı kendilerine örnek almaları anlamlıdır.

Cenab-ı Hakk tarafından peygamberlerin ellerine verilen mucizeler de tesadüfi olmamıştır. Aksine, onların yaşadıkları dönemde en fazla ilgi duyulan ve ihtiyaç hissedilen alanlarda mucizelerin gösterildiği görülmüştür. Bediüzzaman bu hakikati “Zaman-ı Musa Aleyhisselamda sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselamda tıp revaçta idi. Mucizelerin mühimmi de o cinsten geldi.”4 sözleriyle ifade etmiştir.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönemde en çok rağbet gören beliğ söz söylemek olduğu için en büyük mucizesi Kur’an olmuştur. O zamanda belagat o kadar önemlidir ki, bir şairin bir sözü için iki kavim savaşırdı ya da barışırdı. Hatta yedi şairin yedi kasidesinden oluşan “muallakat-ı seb’ayı” altın harflerle yazarak Kabe’nin duvarına asan Araplar, bunu en büyük iftihar kaynağı olarak görmekteydiler. İşte, böyle bir ortamda inen Kur’an, bütün insanlığa belagat noktasında benzerinin getirilmesi için meydan okuduğu halde, değil bir suresine, bir harfine bile nazire getirilememesiyle eşsizliğini tüm aleme ilan etmiştir.

Nasıl ki, Hz. Adem’e “talim-i esma“ ile Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin öğretilmesi, insanlık için ilme, fenne ve sanata ehemmiyet verme mesajı taşıyor. Aynı şekilde, Peygamberimizin (a.s.m.) en büyük bir mucizesi olan Kur’an ile, Hz. Adem’e öğretilen isimlerin hakikatlerine tafsilatıyla öğretilmesi de, hak ve hakikat olan ilimlerin ve fenlerin doğru hedefleri için ve hem dünya hem de ahiret saadeti için pek büyük bir teşvik olduğu gerçeğini ifada ediyor. Ve insanoğlunun ahirzamanda ilim ve fenne döküleceğini ve bütün kuvvetini ilimden alacağını bildiriyor. Bediüzzaman ifadeleriyle bu gerçeği seslendirmek istersek şu özlü sözlere ulaşıyoruz: “Ulum ve fünunun en parlağı olan belagat ve cezalet, bütün envaıyla ahirzamandan en mergup bir suret alacaktır. Hatta, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını; cezalet-i beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini, belagat-ı edadan alacaktır.”5

Belagata bakışta bazı ölçüler

Bediüzzaman’a göre bir sözün kıymetini ve kuvvetini anlamak için dört kaynağına bakmak gerekir. 1- Mütekellim, 2- Muhatap, 3- Maksat, 4- Makam. Başka bir ifadeyle, söylenen sözü “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”6 Örneğin: Bir genaral ile onbaşının arş emri arasında büyük bir fark vardır. General o tek sözle bir orduyu harekete geçirebilirken, aynı sözle onbaşı ancak bir mangayı harekete geçirebilir. İkisi de aynı sözü söyledikleri halde nefer üzerinde etkilerinin farklı olması kimliklerinden ve rütbelerinden kaynaklanmaktadır.

Kur’an da yukarıda bahsedilen dört kaynak itibariyle eşsiz bir belagattadır. Çünkü Kur’an, bütün alemlerin rabbi ve bütün kainatın yaratıcısının konuşmasıdır. Muhatabı ise; Miracıyla Kab-ı Kavseyn makamına çıkarak Cenab-ı Hakk ile perdesiz görüşen ve 1400 senedir milyonlarca insanı peşinden sürükleyen Peygamber Efendimizdir (a.s.m.). Maksadı ise; insanın ve kainatın yaratılış gayelerini öğretmek ve iki dünya saadetini kazandırmak gibi eşsiz bir hakikattir…7

Belagatın en önemli prensiplerinden bir tanesi delilin iddia edilen şeyden açık olmasıdır. Yani iddia edilen şeye karşı getirilen delilin de yeni bir delile ihtiyacı olmamalıdır. Kur’an-ı Kerim bu yönüyle de eşsiz bir belagat şaheseridir. Örneğin; Eğer Kur’ân-ı Kerim “Ey insanlar! Güneş dünyadan milyonlarca defa daha büyük ve yerinde duruyor. Dünya ise onun etrafında dönüyor. Dünya ile güneş arasında çok güçlü bir çekim kuvveti var.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini ispat etmeye çalışsaydı; delil iddiadan binlerce derece daha anlaşılmaz ve gizli olurdu. Halbuki, Kur’an “Güneş döner” diyerek bütün insanların duygularına, anlayışlarına hitap ederek belagatta eşsiz olduğunu bir kez daha göstermiştir.8

Bediüzzaman’a göre belagat “istiare ve mecaz” üzerine temellenmiştir. Bu iki dürbünle bakılmadığı takdirde belagatın meziyetleri görülemeyecektir. Mesela; “Dağları zemininize direk yaptık” ayetine mecaz dürbünüyle bakıldığı takdirde dört kişi dört farklı anlam çıkarabilmektedir. Bir şair dünyayı gemi, gökyüzünü deniz, dağları ise geminin direkleri olarak görürken; bir jeolog dağları yerin gözenekleri olarak görür ve zelzelelerin dağların ortaya çıkmasıyla ortadan kalktığını ve böylece dünyanın güneş etrafındaki hareketini intizamlı bir şekilde sürdürdüğünü anlar. Bir biyolog ise dağların zemine direk olmasını, ekosistemin direğinin dağlar olması olarak anlar. Çünkü hayatın temeli olan su, hava ve toprak dağlar sayesinde vardır. Dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı ve toprağın da hamisidir. Bedevi göçer ise sıradağlara bakarak, dağları direkler üzerine kurulan çadırlara benzetir.9

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi belagatın diğer bir özelliği de bir cümle ile çok meseleleri ders vermesidir. Kur’ân’da anlatılan olaylar tarihin gizli köşelerinde saklı kalmış hikayeler değil, belki her çağdaki insanların ibret alabileceği hakikatlerin uçlarıdırlar. Örneğin: Kur’ân’da geçen Sedd-i Zülkarneyn yalnızca Çin Seddi’ni akla getirmemelidir. Mazlumları zalimlerin yağmalarından, zulümlerinden kurtaracak bir çok sedler, kaleler, şehirleri çeviren surlar, 42’lik toplar ve hareketli kaleler olan savaş gemilerine kadar savunma maksatlı şeyler, bu kavramın içini doldurmaktadır.10

Beliğ söz söylemenin yöntemlerinden biri de kinai tabirler kullanmaktır. Bir sözün gerçek anlamı dışında başka bir anlam taşımasına kinaye denir. Örneğin: “filancanın eli uzundur” denildiğinde o kişinin hırsızlığı kastedilmektedir. Yoksa o kişinin elinin uzun veya kısa olması sözün doğruluğuna ya da yanlışlığına etkide bulunmaz.11

Belagatın gereklerinden biri de “ipham ve ıtlak”tır. Herkesin kendisine düşen hissesini alması için gereklidir. Kur’ân-ı Kerim de bu yönden eşsiz bir belagata sahiptir. Bediüzzaman, İşaratü’l-İcaz isimli eserinde Bakara Suresi’nin 5. ayeti olan “İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” ayetini izah ederken, kurtuluşa erenlerin kimler olduğunun tayin edilmemesini, mutlak bırakılmasını şöyle açıklar: “Kur’ân’a muhatap olan, matlupları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necat istiyorlar, bir kısmı cennete girmek istiyorlar, bir kısmı rü’yete mazhar olmak istiyor-lar. Ve bunlar gibi, o tabakaların pek çok dilekleri vardır Kur’ân-ı Kerim ‘el muflihun’ (kurtuluşa erenler) kelimesini amm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.”12

Belagatın önemli unsurlarından biri de herkesin anladığı dilden konuşmaktır. Mevlana’nın dediği gibi “Sen ne kadar bilgili olursan ol, bilgin karşındakinin anladığı kadardır” gerçeğini gözardı etmemek gerekir. Kur’ân bu açıdan da belagatın zirvesindedir. Çünkü Cenab-ı Hakk ezeli sözleriyle insanların anlayacağı dilden konuşmuş ve onların fehimlerini okşayarak hitap etmiştir.

Nasıl ki, çocukla konuşan kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat pat ederek konuşur. Ta ki, çocuklar kendisini anlasın. Cenab-ı Hak da, insanlık içinde en büyük kitleyi oluşturan avamın zihinlerini ince hakikatlerden mahrum bırakmamak için onların seviyesine tenezzül ederek konuşmuştur.13

Bediüzzaman’a göre belagatın en makbul prensibi kainatın unsurlarını akıllı bir varlık gibi konuşturmaktır.14 Belagatın esaslarını anlattığı Muhakemat adlı eserinde kelimelere ve cümlelere canlılık kazandırılmasının ancak, manalara cisim giydirerek ve cansız varlıklara ruh kazandırarak konuşturmakla mümkün olacağını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Kelamın hayatlanması ve neşv-ü neması, manaların tecessümüyle ve cemadata nef-i ruh etmekle bir mükaleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır.” Aynı yerde bu hakikate dair güzel örnekler de verir. Bu örneklerden biri de yeryüzü ile yağmura kişilik kazandırılarak aralarındaki aşkın beliğ sözlerle ifade edilmesidir.15

Herkes tarafından bilinen, açık bir meseleyi dile getirmek ise belagatın inceliğine uygun değildir. Eğer, belagatlı söz söyleyen herkesin bildiği bir şeyden bahsediyorsa, bu demektir ki, anlatılmak istenen başka bir anlam vardır. Örneğin, bir kişiye “siz doktorsunuz” dediğinizde, karşınızdaki kişinin bildiği, hem de sizden daha kesin olarak bildiği bir bilgiyi paylaşırsınız. Oysa, bu sözle anlatmak istediğiniz “bildiğinizi bilmediği için ona bildirmek” olmaktadır.16

—devam edecek—