Kâinat Kitabı

Bediüzzaman’ın Düşüncesinde Yeri ve Gelişimi – 2

Kur’ân ve Kâinat Kitabı

Öncelikle, kâinata Kur’ân’ın ışığında bakıldığında, kâinat için kitap benzetmesinin çok öz ve hakikatlibir tasvir olduğunu söyleyebiliriz. Bu mecaz, Kur’ân’ın mevcudata kendileri adına değil de delalet ettikleri şey adınabakışından doğal olarak fışkırır. Ayetü’l-Kübra’da Bediüzzaman diyor ki:

"Kur’ân’dan aldığı geniş ve ihâtalı bir dürbün ile baktı, gördü: Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdırki; mücessem bir kitab-ı sübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ı Rabbânî"1

Kâinatın, Kur’ân ile gözlendiğinde açığa çıkan ve onu sanki bir kitaba dönüştüren başka yönleri de var. Başkabir yerde Bediüzzaman, vahdetin sonucu olan "kemal-i intizam ve insicam-ı mizan gayet manidar öyle mucizane birkitaba çevirmiş ki, her bir harfi yüz satır ve her bir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babı yüzerkitap kadar mânâları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar,birbirine işaret ederler"2 der.

Aslında, vahdet temel bir kavramdır. "… Ve kâinat baştanbaşa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudât,ferşten arşa kadar gayet mu’cizâne bir mecmua-i Mektubat-ı Sübhâniye [oluşu]… ancak ve ancak, sırr-ı tevhidiledir."3

İsm-i Azam’dan olan İsm-i Hakem’i anlatırken Bediüzzaman o kitabın bölümlerini şöyle tanımlıyor: "Bu kitab-ıkebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitaplar, birbiri içinde, beraber,bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin birsatırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler, beraber, birbiri içinde,yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağınıvermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’inmedh-ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi o ağaç dahi Nakkaşı nın medihalarınıteganni eden manzum bir kasidedir."4

Öyleyse, Kur’ân ile kâinat arasında karşılıklı bir münasebet vardır. kâinat mânâlarının anlaşılması içinKur’ân’a muhtaçtır, ancak Kur’ân ile anlam kazanabilir ve doğal olaylar ve onların düzenli yapılış ve kasıtlı değişimlerihakkındaki ayetleriyle Kur’ân kâinat kitabının yorumlayıcısı, tefsircisi ve tercümanıdır.

Kur’ân "hafız"dır. "Kur’ân bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtıokuyor. Güya Kur’ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnâtınıokuyor ve fiillerini yazıyor."5

Yukarıdaki ifadelerden görüldüğü üzere kâinat "mücessem bir Kur’ân"6 haline gelir. Böylece Kur’ânla aynıhakikatleri ifade ettiğini anlayabiliriz. Fakat Kur’ân sıfat-ı Kelamdan gelirken, kâinat Kudretin tecellisiyle var olur.kâinattaki masnular (sanat eserleri) yani mevcudat sanki "mücessem kelimeler" yani maddî vücud giyenkelimelerdirler. Bu kudret kelimeleri Kur’ân’ın kelimeleri gibi mukaddes İlâhî özü tanıtırlar.7 Bu açıdan, "kâinatınmürekkebat ve eczası… Kur’ân-ı Hakim’in ayetlerini tefsir ediyorlar."8 Kur’ân’ın bir delilidir. Bediüzzamandiyor: "Kur’ân-ı Hakim’in bu hakikatine delil estersen, Kitâb-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinatkitabının sahifelerine bak…"9

Mücessem Kur’ân olarak, kâinat kitabının gayesi, onu yapanın zatında ve esmasındaki güzelliklerini "ifadeetmek"tir.10

Kâinat Kitabının Mânâları ve Görevleri

Öyleyse, bir kavram olarak kâinat kitabının ana görevi, onu okuyanlara Yazarını ve O’nun sıfatlarını öğretmektir.Benzer olarak, Kur’ân’ın kâinat kitabının "ayat-ı tekviniye" hakkındaki ayetleri hep bu aynı hakikatleri öğretir.Yani, kâinattaki düzenli değişimlerdeki şuunat-ı İlâhîye’yi anlatarak onların delalet ettiği hakikatlere -Yaratıcı’yave O’nun fiillerine, esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine- şuurlu mahlukların dikkatlerini çekerler.Kur’ân tekrar tekrar insana bu "ayetler" üzerinde durmayı emreder ve onu tefekküre ve ibret almaya teşvikederek aklını kullanmayı ister.11 Risâle-i Nur’un birçok yerlerinde Bediüzzaman bu çeşit ayetleri en enteresan değişikmânâ mertebelerini açıklayarak tefsir eder.12

Bu sebeple, nasıl ki, kâinatın bu şekilde olmasındaki gaye "okunma"sıdır, insanın da "vazife-iasliyesi … küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşâhede ederek şehadat etmek … ve masnuatta kudret-irabbaniyenin mu’cizâtını temaşa ederek, nazar-ı ibretle tefekkür etmektir."13 Mikrokozmoz (alem-i asgar) ve kâinatın"küçük [bir] haritacığı" olarak14 insan, kâinat kitabının küçük bir nüshasıdır. Bu cihet buradakonumuzun dışındadır fakat şurası hatırlanmalıdır ki, Bediüzzaman’ın Ayetü’l Kübra’nın başında işaret ettiğigibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O’na ibadet etmektir.

Şimdi Ayet-ül Kübra’ya ve onun kâinat kitabını, anlamları için okuyuş tarzına geçebiliriz.

Şekil itibariyle Ayetü’l-Kübra, "kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı"ndan oluştuğu için,Risâle-i Nur’un içinde seçkin bir yere sahiptir. Seyyahın sorgulama tarzı Bediüzzaman’ın kâinat üzerindeki tefekkürüyleelde etmeyi amaçladığı şeyi özetliyor ve seyyah, hayalen kâinatın bütün âlemlerinde onların Halıka şahadetleriniöğrenmek için bir seyahat yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğedavet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya gönderenibenimle bilebilir ve bulabilirsin." Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı,yağmuru, ve saire görür. Bu "kelimeler"den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar,düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır:"… rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerdeistihdam ve havayı o sûrette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücûd ve Kàdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-iZülcelâl-i ve’l-ikramdır."15

Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı,cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarlamevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikleseyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün âlemlerini temsil eden otuz üç "mertebe" ile birlikte görüldüğündemükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucununbakış tarzını, mahlukatı Kur’ânî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaretettikleri mânâlar için bakmak. Okuyucuyu o mânâlara götürmenin yanı sıra onu böylece eşyanın yapılışınıtesadüf ve sebeplere bağlamak gibi materyalist felsefenin temeli olan kavramları sorgulamaya psikolojik olarak hazırlar.

Burada, yukarıda birinci bölümün sonunda değinilen Yeni Said’in kırk yıllık hayatında öğrendiği"kelimeler"in dördüncüsünün "nazar" (bakış tarzı) olduğu hatırlanmalıdır. Onu şöyle tanımlıyor:"Nazar ise, fünun-u ekvânı maarif-i İlâhiyeye kalbedip hakikî gâyelerine sevk edebilir. Demek nazar, esbap vevesait hesabına olursa muzaaf cehalettir. Eğer Allah hesabına olursa maarif-i İlâhiye olur."16

Risâle-i Nur, vücub ve vahdaniyet-i İlâhîyenin ve risâlet, haşir, melekler ve kader, esma-i İlâhîye, sıfat-ı İlâhîyeve kâinattaki şuunat-ı İlâhîye gibi imanın bütün temel hakikatlerinin yüzlerce delilini ihtiva eder. Bu delillerinhepsi birbiriyle bağlantılı ve bölünemezdir.

Sonuç

Bediüzzaman, kâinat kitabı kavramını, yeni ve benzeri görülmemiş bir tarzda kullandı. Muhâkeme, mantık ve kâinatıtefekküre dayalı, Kur’ân’ı açıklamada yeni bir tarz ve metodolojisini bulup ortaya koydu. Kitap benzetmesi bu yeni tarzısembolize eder. Doğrudan Kur’ân’dan ilham alarak, Kur’ân-ı kâinat’ı tefsir ederek Kur’ân’ı tefsir etmek Bediüzzaman’aKur’ân’ın öğrettiği hakikatlerin gerçekte yüzlerce ikna edici delilini getirmesini sağladı. Onunla, Allah’ı tanımanınve O’na ibadet etmenin kapsamlı ve hakiki Kur’ânî bir yolunu açtı. Bu yol hangi vaziyette olursa olsun herkese hitapeder ve her şeyde Allah’a giden yollara işaret eder. Çünkü Bediüzzaman, modern dünyadaki birçok dalalet akımlarıylakarşı karşıya olan insanın en büyük ihtiyacı "tahkikî iman" ve özellikle vahdaniyet-i İlâhîyeye imandır.

Bediüzzaman’ın kâinat kitabının sayfalarını ve kelimelerini anlatırken kendi bilimsel bilgisini de kullanması gösterdiki, bilimle gerçek din arasında çatışma olmadığı gibi eğer o sayfalar ve kelimeler anlamları hedeflenerek Kur’ânîmetodla okunursa marifetullahın artışına sebep olur. Risâle-i Nur’un neredeyse her parçası kişiye nasıl fiziki kâinatabakıp onu okuyacağını öğretir.

Bediüzzaman’ın söylediğine göre Batı felsefesi ve bilimin yanlış fikirlerinden ve bakış açısından etkilenmeyenneredeyse kimse kalmadı. Hatta o şöyle demiştir: "Bin seneden beri iman ve Kur’ân aleyhinde terâküm eden Avrupafeylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup, ehl-i imânâ hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ıbakiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar."17 Bu yüzdenöyle görünüyor -ki, Kur’ân’ın kâinatta ve insanda şuunat-ı İlâhîye’nin ayetlerini açıklamakta olan yönü ki, böyleceinsan onların üzerinde düşünmeli ve onlardan ders çıkarmalıdır- bu modern bilim ve materyalizm çağıyla özel birilgisi vardır. Bu yüzden kâinat kitabı kavramı ve onunla ilgili bizim değindiğimiz noktalar öncelikle bu bağlamdadır.Bize göre, bundan dolayı bu kavram ve bu kavramı açıklayan Risâle-i Nur, Kur’ân’ın özellikle modern çağa bakan yönünüizah eden "Kur’ân’ı anlamada çağdaş bir yaklaşım" olarak görülmelidir.